Marx’a göre toplumun egemen sınıfı aynı zamanda entelektüel gücü de elinde bulundurur. Yani maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, zihinsel üretim araçlarına sahiptir. Egemen ideoloji böylelikle, okul, iletişim araçları, medya, din, sanat gibi birçok kurumu kendi denetimi altına alır. Bunları kendi sınıf çıkarları için kullanır. Böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri de egemen sınıfa tabiidir.1

 

Gramsci’ye göre ise devlet, burjuvazinin baskı ve şiddete dayalı yönetim aygıtı olmakla birlikte bu tanımlama eksiktir. Çünkü devletin, tekelinde bulundurduğu fiziki güç dışında ayrıca çoğunluğun rızasını sağlamaya yardımcı olan eğitim, basın, din, hukuk, kültür vb ideolojik üst yapı kurumlarınca desteklenen bir ikinci yönü vardır2. Bu tanımlamaların ışığında, egemen ideolojilerin kendi fikirlerini topluma aktarmalarında kültür ve sanatı bir araç kullandıkları söylersek hata yapmış sayılmayız.

 

Kuzguncuklu Fazilet adlı bir tiyatro oyunuydu. Varlık vergisi hakkında dönemin içinde yaşanan güncel olayların etrafında bir içeriğe sahipti. Dikkatimi çeken şey ise Varlık Vergisi’nden bahsedip, Rum, Yahudi ve Ermenilerden tek bir kelime dahi bahsetmemiş olmaları… İdeolojik sanattan çok fazla bir beklentimin olmadığı aşikar. Ancak buna karşı algılarımızın açık olup olmadığı konusunda şüphelerim mevcut.

 

Özellikle 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da giderek yaygınlaşan totoliter rejimlerde sanatın güç anlayışıyla örtüştüğünü ve devlet ideolojilerin bariz bir şekilde yansıması olarak topluma sunulduğunu düşünürsek ülke olarak hala daha bu baskıcı uygulamaları hissediyor olmak gerçekten fazlasıyla can sıkıcı. Nasyonal Sosyalist Almanya’da, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde, İtalya’da Mussolini Türkiye’de ise Mustafa Kemal döneminde görsel alanın direkt siyasal ideoloji tarafından benimsenmesi devam etmekte. O hâlde nasıl futbolun faşist dikta yönetimlerinde sadece bir spor olarak görülmediğini dillendiriyorsak, tiyatro, opera, heykel, resim ve müzik gibi sanat! dallarının resmi ideolojinin bir ayağı olduğunu söyleyebiliriz. O yüzden Irak’ta, Suriye’de Libya’da, Gürcistan’da halk ilk önce meydanlardaki heykelleri yıkmaya yönelmişlerdi.

 

Statükonun sözcülüğünü  yaparak özgür bir sanat anlayışından bahsetmek ne kadar gerçekçi tartışılır. O yüzden Gülriz Sururi’nin Nutuk için “gökten indirilmiş son kitap” sözünü ciddiye almak afaki olur. Hitler Kavgam kitabında Kübizim ve Dadaizim hakkında halkı yozlaştıran ve kafasını karıştıran şeyler olarak bahsederken kesinlikle Türkiye resmi ideolojisinin hizmetine girmiş tiyatro kurumları gibi bir olgudan bahsetmemekte. Aksine bu oluşumlar moderniteyi geç yaşayan ve bu yüzden (bir ulus sosyolojik evrimini ne kadar geç yaşarsa ilerisi için bu süreç o kadar kanlı ve şiddetli olur) tüm Avrupa’nın yakılıp yıkılmasına sebep olan bir zihniyetin artığının hala canlı olduğunun göstergesidir.

 

Oyunun bitiminde izleyicilerin görüşlerini paylaştığı deftere Mahmut Esat Bozkurt’un veciz! bir sözünü yazarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. “Yahudilere ve Rumlara o kadar ağır bir vergi getireceğim ki hayatları boyunca karılarını satsalar yine de bu vergiyi ödeyemeyecekler!” Aslında bu yazının konusu olmasa da Mahmut Esad Bozkurt’tan biraz bahsedilebilir. İsviçre’de tahsil gördüğü sırada Foyers Turc adlı etnik-milliyetçi Türk kulüplerinde vakit ayırmaya başlamış ve siyasi gelişimi bu öğrenci topluluğunda şekillenmiş, İzmirli varlıklı bir ailenin oğludur. 1930’larda Mustafa Kemal ve kendisinin önderlik ettiği Türk Tarih Kurumunu kurarak, antropolojik, etnografik ve paleolojik olarak Türklüğün tamamı ile İslamiyet’ten ayrılmasına öncülük etmiştir. Londra’da İngilizce yayınlanan Turkey adlı gazetede İngiliz Başbakan’ın “Müslüman Yunanlılar” sözüne Yakup Kadri ve Şükrü Saraçoğlu’yla beraber “Muhammedi Yunanlı yoktur. Biz din ile değil ırk bağı ile bağlı olan Türkleriz” deme ihtiyacını hissetmiştir. 30 yaşında Ekonomi Bakanı olan Mahmut Esat daha sonra Adalet bakanlığı yapmış ve eğitim gördüğü İsviçre’den bize Medeni Hukuku getirmiştir. Ama biz onu en çok bu sözüyle tanıyoruz. “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusumuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları, vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.”

1 Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi

2 Kemali Saybaşlı, Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar