Deliliğimizin rasyonalize edildiği bir günden yazıyorum. Kolektif delilik ile bireysel delilik arasında ayrım yapmak ya da bu tanımları belirtmek gerekli midir bilmiyorum ama devletin ve kurumlarının benimsediği düzenin akla uydurulduğu, bireylerin kolektif deliliğe empoze edildiği günlerdeyiz şu sıralar. İyi yurttaş olmayı kolektif deliliğin bir parçası olarak gören devlet, Erich Fromm’un bahsettiği “mega makine” ye, faşizmin etkisinin daha kapsayıcı olduğu bir dünyaya evirilmeye giderken birileri kolektif yıkıma ve baskıcı rejime karşı çıkarak zihinsel bir aydınlanma başlattı.

68 kuşağının evlatları bizler, yani 90 kuşağı 45 sene sonra bir şeyleri değiştirmek için bir başkaldırı gösterdik. Ya da hükümet yanlısı gazetelerin, televizyonların ve radyoların dediği gibi faiz lobisinin meydanlardaki birer piyonuyduk. 28 Şubat’ta 7 yaşındaydım. O aralar televizyonlarda şeriatın ülke için tehlike oluşturduğu ile ilgili haberleri yarım yamalak hatırlıyorum. Müslüm Gündüz’ü, Fadime Şahin’i ve aczimendileri… Tam olarak etrafımda ne yaşanıyor ne bitiyor anlayamıyordum ancak evdeki huzursuzluğu babamın ve annemin yüzünde görebiliyordum. Dindar olmak tehlikeli bir durummuş gibi bilinçaltıma yer etti o aralar. Sonrası malum 2001 krizi ve 2002 seçimi. 90 gençliği AKP haricinde başka bir iktidar görmedi evet doğru. 90’lı yılların karanlık kasvetli havası ruhumuza sinmediği anlamına gelmez ancak bu tespit. Yakın arkadaşlarımız o yıllarda zorunlu göçe tabii tutulan insanlardı.

Çocukluklarına ait anıları yine aynı medyanın göstermediği olaylar ve acılar anlatılır, anlayamayacağımız hissedemeyeceğimiz üzüntülerine ortak olunmaya çalışılırdı dost meclislerinde.

2009 yılı… Esenler Otogarına gidip gördüğüm ilk otobüse binip İstanbul’dan ayrılıp hiç gitmeyeceğim ya da gitmek istemeyeceğim(!) yerlere yolculuk yaptığım zamanlar. İlk otobüs Elazığ otobüsüydü. Yolculuk esnasında ilk yol kontrolümü, ilk üst aramamı ve ilk gözaltımı yaşamış olarak İstanbul’a son derece deneyimli(!) biri olarak döndüm. Yeri gelmişken söylemekte yarar var Fadime Şahin’in bir zamanlar çalıştığı pavyonu ve onun koruyucusu ve pazarlamacısı olan (artık siz ne derseniz deyin) Müslüm Gündüz’ün oturduğu ev, gezi sırasında arkadaşların bana gösterdiği yerler arasındaydı. Bunu yazmazsam sanki bir şeyler eksik kalacakmış gibi hissettiğimden ve hayat bu ya belki birilerinin yolunun düşebileceğini ön görerek kamu yararına söylemekte fayda var, öğretmen evinin karşısındaki çay ocağında çay dağıtan abinin ismi Çerkes. Konuştuğumuzda bizimkiler bir ara Çerkesmiş demişti bana.

Toplumsal deliliği ya da liberal ahlakı ayrı ayrı düşünmek işi çözümsüzlüğe götürebilir. O yüzden aynı paralelde işlemekte yarar var. Şu İngiliz kömürcü ailesinin diyaloğuna bakarsak;

“Anne, üşüyorum. Sobayı yakamaz mısın?”

“Kömürümüz yok.”

“Neden?”

“Çünkü baban issiz kaldı.”

“Neden?”

“Fazla kömür olduğu için.”

Kolektif deliliğin normalleştirme metotları devletlerin ayakta kalması için olmazsa olmaz gereksinimlerinden biridir. Hatta Foucault’nun söylemlerinden yola çıkarsak psikiyatristlerin insanları bireysel deliliğinden kurtararak devletin ön gördüğü kolektif deliliğe empoze etmeyi sağlayan devlet memurları olarak tanımlamakta. Kullandığı söylemlerde karşı tarafı marjinalleştiren, çapulculaştıran devlet büyükleri, en temel insani hakları ellerinden alınan insanların ses çıkarmalarına müsaade etmeyerek nasıl bir toplum tasarladıkları çok açık ortada.

Medyada bahsedilen 90 kuşağı, devletin kendisine giydirmeye çalıştığı madun kimliğine karşı çıkanlardır. Yasaklamalarla “ileri demokrasi” hedefine ulaşılamayacağını aksine daha fazla özgürlükle, kısıtlamaları kaldırarak bu hedefe varılacağının farkında olan nesildir. Herhangi bir siyasi görüşün peşinde olmayan sadece geleceği için endişeli olan bir kuşaktır. Faiz lobisinden beslenip bir yandan ona karşıymış gibi gözükmeye çalışan medyanın ve o medya kurumlarının hiçbir zaman anlayamayacağı bir nesildir 90 kuşağı. Özetle 28 Şubatta bu adamlar ne yaptıysa şuan aynısını yapıyorlar. Ve biz bunun farkındayız…

Yirminci yüzyılda deliliğin ve özgürlüğün standartlaştırılması, yasamın kendisindeki yoğunluk duygusunu ortadan kaldırmaktadır. Artık, hiçbir şey derinlemesine duyumsanmıyor. Derinliğe vakit yok. Tüm deneyimler, uçarcasına yaşanmalıdır. Deneyimler artık taşınır mallar gibidir – alınır, atılır, canımız çektiğinde kullanılırlar. Yirminci yüzyıl deneyimi, mağazadan bir şey satın almak gibidir. Dostoyevski’nin, bir kız çocuğuyla giriştiği cinsel ilişki yüzünden derin bir suçluluk duygusuyla acı çektiği söylenir. Vicdan azabıyla kıvranıyordu Dostoyevski. Oysa bugün seyahat acenteleri seks turları düzenliyor. Manila veya Bangkok’a uçarak çocuk fahişelerle istediğiniz kadar cinsel ilişki kurup huzur içinde evlerinize dönebiliyorsunuz. Tüketilen deneyim ruhu köreltiyor, vicdanı yok ediyor.1

Son bir kolektif delilik olarak;

Sovyetler Birliği: 1968’deki Prag baharından bir sure sonra, Moskova’daki Kızıl Meydan’da, ellerinde mendil kadar Çekoslovak bayraklarıyla toplanan birkaç Sovyet vatandaşı, polis tarafından yakalanır ve bir akıl hastanesine gönderilir. Neden? Sovyet devletinin gücünü Moskova’nın ortasında, uluorta eleştiren hiç kimsenin aklı basında olamaz.

1 Gündüz Vassaf- Cehenneme Övgü