Zafer Kaygın, Pendik Kutköy’de oturuyor. Bir uçak bakım firmasında işçi. Politik bir figür. Üyesi olmadığı bir örgüt davasından yargılanarak aldığı cezaları ve yaşadığı hukuksuzlukları anlattığı yazısı;

2009 Eylül ayı sonu… İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı sınırları içinde, bir uçak bakım firmasında çalışıyorum. Pendik Kurtköy’deki evimin işyerime yakınlığı nedeniyle vakitli-vakitsiz kaldığım uzun mesailer, uçak seyahat sezonunun açılması ve çalıştığım hangara bakıma gelen uçak sayısının düşüp iş yoğunluğunun azalması sebebiyle nihayet ücretli izin aldım.

Uzun zamandır, her çalışan gibi iznimi bekliyordum. Bu nedenle müthiş sevinçliyim. Üç yıldır, İstanbul’da yaşıyorum, ama doğru düzgün dolaşmamışım bile.

İçim kıpır kıpır. Ada’lara, Samatya’ya, Sarıyer’e filan gideceğim. Üstelik bu kez cebimde, üç beş kuruş da olacak.

Nâzım, Moskova’ya ben de İstanbul’a “rüyalarımın şehri” diye hitap ediyorum. İstanbul’a sevdalıyım ve Nâzım’la sesleniyorum sevgiliye;

“Kara haberler geliyor uzaktaki şehrimden :

namuslu, çalışkan, fakir insanların şehri —

sahici İstanbul’um,

sevgilim, senin mekânın olan

ve nereye sürülsem, hangi hapiste yatsam

sırtımda, torbamın içinde götürdüğüm

ve evlât acısı gibi yüreğimde,

senin hayalin gibi gözlerimde taşıdığım şehir…”

Bilgisayar başında oturup, şiir okumayı bırakmalıyım artık, zira yapılacak onca iş var.

Akşam olmuş. Kapı tıkırtısı. Gökhan’ın (Aydın) işyeri hayli uzak -karşıda- . İşten gelmesine de daha var, bu gelen mutlaka Cenk (Büyükkahraman) olmalı…

Evet Cenk. Üstünü çıkartmadan, kapıdan içeri girer girmez, mahallelinin kuyruğa girip beklediği su kaynağına gidip su doldurmayı teklif ediyor. Ben de pek alışık olmadığımız bir iş olduğundan keyifle kabul ediyorum.

Boş damacanalarımızı elimize alıp, evimizin az yakınındaki su kaynağına yol alıyoruz. Fazla sıra yok. Erken gelmişiz, bizim de keyfimize diyecek yok tabi. Biraz bekledikten sonra, damacanalarımızı doldurup sırtlıyoruz.

Cenk’i biraz arkada bırakıyorum. Oturduğumuz binanın önüne şişeleri koyup, sigara almak için köşedeki bakkala uğrayıp Cenk’e yetişmeyi kuruyorum.

Derken, evimizin önünde olağanüstü bir durum olduğunu sezmeden, her biri 10-15 kişilik bir güruhun nedensiz olarak önce benim sonra Cenk’in üzerine çullandığına şahit oluyorum.

Pekiyi ama bunlar da kim? Polis mi? Polisse eğer, iyi ama biz ne yaptık da bizi darp ediyorlar? “Lütfen, ne oluyor, kimsiniz, ne yapıyorsunuz, polis misiniz” diye kimlik soruyorum can havliyle. Sonradan olay yeri incelemeden biri olduğunu düşündüğüm biri, sorumu olumlu cevaplıyor ve biraz olsun “rahatlıyorum.”

İyi ama polisin, hele bir de 50-60 kişi çoğu sivil giyimli ve eli silahlı bir biçimde, bizimle ne gibi bir işi olabilir? Bu adamların derdi de ne? Ellerimize plastik kelepçe bağlanıyor ve arabanın içinde bekletiliyoruz. Zaten elimizden bekleyip görmekten başka ne gelebilir ki? Zira biraz vakit geçip rahatladıktan sonra, işin içinde mutlaka bir yanlışlık var ve sonuçta bu yanlışlık anlaşılacak ve biz birkaç saat sonra normal hayatımıza geri döneceğiz diye düşünüyorum.

Ancak öyle olmuyor… Cenk’le birlikte Vatan’daki İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyoruz. Saatler geçiyor ve zaman birbirine karışıyor…

Yanımdaki hücrede bir tıkırtı. Sesleniyorum. Ev arkadaşım ve İlerici Gençler Derneği Genel Sekreteri Gökhan’la (Aydın) karşılaşıyorum, saatler sonra sağlık kontrolü için hastaneye götürüleceğimiz sırada gördüğüm tanıdık bir yüz daha, İGD üyesi abim Barış (Kaygın) ve gözaltındaki 4. ve son gün: yine İGD’den Fırat (Efe).

Artık hangi örgütle ilişkilendirilmeye çalışıldığımızın ve nedeninin de ayırdındayız: Devrimci Karargâh. Biz buna İGD’liler olarak gülüp geçsek bile, durum ciddi.

Bir diğer ev arkadaşımız olan “İskender abi” dediğimiz Ulaş Erdoğan dolayısıyla bu örgütle aramızda bağ kurulmaya çalışıldığını öğreniyorum.

Bizim açımızdan o günden bugüne hiçbir şey değişmemiş olduğu için, ifademizi burada yinelemeyi gereksiz buluyorum. Safdilliğimizden ve ne poliste ne de savcılıkta üzerimize doğru düzgün somut bir suç atılı olmadığından, Beşiktaş’taki, yanılmıyorsam, o günkü nöbetçi 14. Özel Yetkili Mahkeme’den salıverileceğimize neredeyse eminim.

Derken karar çıkıyor ve 18 kişinin gözaltına alınıp, aralarında Fırat dışında 3 İGD’li olarak bizim de olduğumuz toplam 8 kişinin tutuklanmasına karar verildiği, sivil bir polis memurunun verdiği bir karar metni ile bize bildiriliyor.

Sorguya bizi alıp götüren bu genç polis memuruna sormaktan kendimi alamıyorum: “İyi ama biz neden Devrimci Karargâh üyesi olmaktan tutuklanıyoruz?” Yanıtını bugün de hiç unutmuyorum: “Zafer, sen İGD başkanısın. Abin ve arkadaşın da dernekte aktifler. Siz bu davadan bir süre daha kurtulamazsınız. Sen tahliye olmayı bekleme.”

Sonra Metris ve oradan Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi. Abim için geçen 8, Gökhan için 9 ve ben ile Cenk için geçen 18,5 ay…

Tuhaf olan, suçlandığımız konuları, 1 ay sonra, Sabah Gazetesi’nde, Abdurrahman Şimşek imzalı, 3 gün boyunca çıkan bir yazı dizisinden öğrenmem oldu. Öyle ki, Şimşek, daha sonra hazırlanan iddianameye de geçecek olan safsataları yazıyor üstelik bu bilgileri bizzat savcı Kadir Altınışık’tan aldığını söylemekte de hiç bir beis görmüyordu.

Demek ki, soruşturmanın gizliliği kararı, tuhaf bir biçimde, biz “sanıklar” için geçerli kılınırken, bir “gazeteciyle” paylaşılmasında hiçbir sakınca bulunmuyordu.

Öyle ki, iddianameden önce, bize isnat edilen suçları, poliste ve savcılık sürecinde değil, ama Sabah Gazetesindeki bu yazı dizisinden ve tutuklanmamızdan birkaç gün sonra, PKK kamplarında eğitim gördüğümüz yalanını yazan bugünkü “özgür basın” Zaman gazetesinden öğreniyordum…

Bitmedi. Aradan geçen birkaç ay sonra, davanın devam ettiği sırada, ben daha cezaevindeyken, hakkımızda dava açan Cumhuriyet savcısı Kadir Altınışık ile yargılandığımız İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimlerinden birinin, daha sonra, yanlış anımsamıyorsam, Yargıtay 15. Ceza Dairesi’ne terfi ettirildiklerini yine gazetelerden okuyacaktım.

Cezaevinde aylar geçti. Önce, abim 3 Haziran 2010’da, ardından Gökhan Temmuz 2010’da ve son olarak Cenk ile beraber ben, 12 Nisan 2011’de tahliye olmuştum.

Dava devam ediyordu ve ister istemez bu dava devam ettiği sürece tedirgin olacaktım. Zira Cenk için söyleyemem ama biz muhaliftik (ev arkadaşım Cenk, politikaya bizler kadar ilgi duymayan, hatta evde bazen siyaset konuştuğumuz zaman sıkılan, daha ziyade spor yapmayı, yürüyüş yapmayı seven bir arkadaştı) ve yargılandığımız örgüt siyasi bakımdan bizimle örtüşmese bile, yaşamımızdan yeniden yıllar çalmamalarının bu ülkede en fazla biz ilerici insanlar için garantisi yoktu.

Önce 2013 Temmuz’unda kara haberi aldık. Aynı davadan Gökhan 6 sene 3 ay, ben ve Cenk ise 8’er sene 4’er ay hapis cezasına çarptırılmıştık. Abim ise beraat etmişti.

Geciktirmeden Yargıtay’a temyize gittik. Hiç olmazsa, yapılan yanlıştan, buradan dönülür belki diye umut etmeye çalışıyordum. Ancak, kısa bir süre önce, Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 24 Aralık 2014’te, kapatılan İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği bizimle ile ilgili olan kararı onadı.

İnsan bu satırları yazarken bile inanın kendisini savunacak bir söz bulamıyor. Çünkü savunma yapabilmem için ortada temelli bir suç isnadı olması gerekli.

Benim ve diğer ev arkadaşlarım Cenk ile Gökhan’ınsa böyle bir durumu olmadığı gibi, haksız yere cezaevinde yattığımız aylar yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük bir de bu kez daha uzun süre bizi bekleyen bir cezaevi yaşamımız söz konusu.

Biz, Şenol İskender Erdoğan olarak tanıdığımız Ulaş Erdoğan ile maddi imkânsızlıklarımızdan dolayı kısa bir dönem için aynı evde yaşamak zorunda kalmaktan ve özel olarak ben ve Cenk, onunla bir dönem aynı işte çalışmaktan başka hiçbir şey yapmadık. Kaldı ki, tutuklandığımız 29 Eylül 2009’da gerçekleştirilen operasyondan önce içinde Ulaş Erdoğan’ın olmadığı yeni bir ev arayışı içindeydik, buna o zamanki telefon kayıtlarımızda istenilse pekâlâ rastlanabilirdi.

Zaten gerek iddianame, gerek onun olduğu gibi tekrarı olan İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinin “gerekçeli” ve Yargıtay 9. Ceza Dairesinin onama kararlarında, Gökhan, Cenk ve benim hakkımızda hiçbir delil bulunmuyor. Âdeta bizler, Ulaş Erdoğan’a atılı suçlar üzerinden örgüte zoraki üye yapılıp, onunla aynı evde yaşamamız dolayısıyla torba cezaya çarptırılmış durumdayız.

Açık ki, Ulaş’ın yaptığı ya da yapacağı eylemlere dâhil edilip, söz konusu evraklarda âdeta payende işlevi görüyoruz.

Senaryoyu yazanlar, muhtemelen 1 kişi örgüt olunamayacağından hareketle ve Ulaş’ı yönetici olarak cezalandırmak için biz ev arkadaşlarını da üye olarak cezalandırmayı düşünüp bu iftira ve karalamaları içeren senaryoyu yazmaktan ve bizi kurban seçmekten sakınmamışlar.

Örneğin, bu belgelere göre, Serdar Kaya isimli bir örgüt yöneticisinden bizzat örgütsel görev aldığımız yazılıyor, ama böyle bir kişiyi tanıdığımıza dair elde ne bir somut veri var, ne de böyle bir talimatı “bizzat” aldığımıza dair somut bir belge.

Öyle ki, ifadesine göre, bu kişiyi tanıyan yalnızca Ulaş Erdoğan. Kaldı ki, verilen “talimatlarda”, aralarındaki örgütsel yazışmalarda, bizden tek bir satır söz dâhi edilmiyor.

Bununla birlikte, Ulaş’sa, bizim Devrimci Karargâh ile bir alakamız olmadığını, davanın başından bu yana açık bir biçimde söylüyor.

Bırakınız örgütsel talimat almayı, bugün dâhi, benim Cenk’in ya da Gökhan’ın, Serdar Kaya adlı kişiyi tanıdığımıza dair bir belge açıklansın, ben, aldığım bu cezayı yatmaktan sakınmayacağım. Ama yalan söylüyorlar ve bunu yaparken bizlerin onurunu hiçe sayıyorlar.

Bu davadan yargılanan Gökhan, abim ve ben, o sıralarda, siyasi bakımdan Devrimci Karargâh örgütünden çok farklı düşünen İlerici Gençler Derneği üyesiydik ve bu dernekte aktif çalışmalar yürütüyorduk. Siyasi anlayışımızda bugün de bir farklılık bulunmuyor. Tutuklanmamızın tek nedeni, söylenmese bile, açık ki sol görüşlü gençler olmamızdı.

Bundan önce sözlü ve yazılı savunmalarımda, polis, savcılık ve mahkeme huzurunda ve mümkün mertebe basın yoluyla defalarca olduğu gibi, şimdi de, yineleme gereği duyuyorum:

Son olarak hakkımızda Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin verdiği onama kararı da, tamamen yasaya aykırı, önyargıya dayalı ve siyasi bir karardan ibarettir. Bu kararı veren heyet, ya siyasi tarihten haberdar olmayan ve işlerini keyfe keder yapan kimseler ya da kötü niyetli kişilerdir.

Benim Devrimci Karargâh örgütüne üye olmam, bugüne kadar savunduğum görüşleri inkâr etmem anlamına gelir ki, ben, düşüncelerimden hoşnutsuzluk değil, bilakis övünç duyuyorum. Şimdiye kadar, şiddeti siyasi bir yöntem olarak asla tasvip etmedim. Ve bugüne değin şiddet içeren ne bir eylemime ne de sözlü olarak dâhi şiddeti savunduğuma dair bir davranışıma rastlanması mümkün değildir.

Öte yandan, gerek siyasi gerekse hukuksal mücadelemin, tüm önleme, baskı altında tutma girişimlerine rağmen süreceğinin kamuoyunca bilinmesini istiyorum.

“Doğru adam kiminle oturmaz

Adalete yardım etmek için?

Hangi, ilaç çok acıdır

Ölen adam için?

Hangi alçaklığa katlanmamalısın alçaklığı

Yok etmek için?

En sonunda, dünyayı değiştirebileceksen, nedir

Seni çok iyi yapabilecek olan bunun için?

Sen kimsin?

Çirkefe bat

Kasaba sarıl, ama

Dünyayı değiştir: buna ihtiyacı var!”

Bertold Brecht

Bugüne kadar, başta ailem olmak üzere, yanımda olan tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyor, dostça selamlıyorum.

Zafer Kaygın (04.01.2015)