Kesinlikle bir gün yine geleceğim sana Beyrut, hem de çok uzatmadan…

Nurdan Şahin 25 January 2019
BEYRUT, BEYRUT…(2)

 

Ertesi sabah 8’de Nasır bizi otelden aldı; uzun bir gün olacak çünkü önce dağlara tırmanıp Sedir Ağacı Rezervini göreceğiz, oradan Bekaa Vadisini geçip ünlü antik kent Baalbek’e gideceğiz; dönüşte Ksara’ şarap tadımı ve yine bir Roma kenti Anjar.  Kahvaltı etmeden yola çıktığımız için, bir fırının önünde durduk ve Nasır’ın tavsiyesiyle Manakiş aldık. Manakiş, peynirli, incecik bir pide. Çok lezzetli; yanında da bir bardak çay- harika bir kahvaltı hem de inanılmaz ucuz. Lübnan’da özellikle sokakta çay içerken şekersiz istiyorsanız mutlaka söyleyin, yoksa çay reçeli içmek zorunda kalıyorsunuz!

 

Dağlara doğru tırmandıkça manzara güzelleşirken, hava da giderek soğudu. Rezerve ulaştığımızda, her taraf kar ve buzdu ve bu nedenle Rezerv kapalıydı! Sisler arasında ve hafiften donarak, dışardan bakabildik Lübnan’ın simgesi güzelim Sedir ağaçlarına ve Bekaa Vadisine doğru yola koyulduk.

 

9

Artık sürekli bir yerleşim yeri olan Filistin Kamplarından ve perperişan Suriyeli mültecilerin yerleşim alanlarından geçtik. Hem giderken hem de dönüş yolunda, kurşunlarla delik deşik edilmiş binalarıyla terkedilmiş kentler, köyler gördük. Bir tanesi de yanılmıyorsam Bhamdoon’du- bir zamanların turistik resortu şimdi adeta bir hayalet kent- en azından bizim yoldan gördüğümüz kısmı. “Burası eskiden ünlü Hilton oteliydi” dedi Nasır delik deşik ama hala ayakta bir metruk yapıyı göstererek. Beyrut ve gördüğümüz kadarıyla Lübnan’da adımınızı attığınız her yerde iç savaşın izleri var. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen, nasıl büyük bir yıkımsa, izler hala taptaze.

 

Hicaz Demiryolunun Beyrut’u Şam’a bağlayan bölümü de yolda gördüğümüz bir başka sürprizdi.  Osmanlı İmparatorluğunun Ortadoğu’da güç ve hâkimiyeti açısından önemli ama pahalı bir proje olan Hicaz demiryolunun yapımına 1900’de başlanmış; Osmanlı’nın artık kontrolü tamamen kaybettiği 1918’de demiryolu 1900km.ye ulaşmış. Uzun zamandır kullanılmıyor; güzelim istasyonlar da kaderlerine terkedilmiş. Bir ara, Lübnan ve Ürdün’deki Osmanlı tren istasyonlarının ortak projelerle restore edilmesi gündeme gelmişti ama ne oldu bilmiyorum.

 

10

Baalbek ve Anjar mükemmel antik şehir kalıntıları. Baalbek çok daha iyi korunmuş. Bunlar hakkında bilgiye hem ben yeterince vakıf değilim, hem de ilgilenen herkes kolayca bulabilir onun için tek söyleyeceğim Beyrut’a gidenler mutlaka görmeli. Ksara’da, müthiş bir mağarada bulunan doğal şarap mahzeni ve şarap tadımı da görülmeye ve denenmeye değer.

 

Akşam yorgun argın otele dönüp, güzel ve sakin bir yemek yemek üzere, “kitapta yeri olan” bir Fransız lokantasına gittik. Ortam çok hoştu ama gerek yemeğin kalitesi, gerekse servis olarak tüm gezinin en yetersiz tecrübesiydi dilebilirim.

 

Beyrut sokaklarında dolaşmak için son günümüz, çünkü ertesi gün Jeitta mağaraları , Harissa ve  Byblos görülecek,  oradan doğruca havaalanına gidilecek.

 

Sabah kahvaltısı için, yine Monocle’ın tavsiyesiyle Dar Kafe’ye gittik. Dar Cafe’nin yeri, Beyrut’un iç savaş öncesi modern mimari cenneti olduğu günlerde yapımına başlanmış, ancak birkaç ay sonra iç savaş nedeniyle yarım kalmış ve ancak 20 yıl sonra tamamlanmış brüt beton, ünlü bir bina -proje ve maketini Sursock müzesinde görmüştük- ile, Beyrut’ta tek kalan, kullanılmayan ve güvenlik nedeniyle ziyaret de edilemeyen Maghen Abraham Sinagogunun arasında. Otantik bir kitapçı kafe; çeşitli kültürel etkinlikler de düzenliyor. Yalnız sabah erken olduğundan mı bilinmez, personeli Yeldeğirmeni’ndeki bazı mekânların “entelektüel” garsonlarını andırıyor-  ciddi ötesi asık surat; ‘ben aslında sanatçıyım, servis yapmam sizin için bir şereftir’ havası yani. Neyse, alışkınız biz bu atarlara; bir kahvaltı tabağı istedik. Zeytinyağı içinde zahter, yeşil zeytin- zaten hep yeşil zeytin geliyor; siyah zeytine hiç rastlamadık- ayni şekilde labneh topları, salatalık domates, çilek reçeli ve o da ne- biber dolması! Tabii sıcak etli dolma değil ama pek hoş bir şey de değildi doğrusu-tadına bakmakla yetindik.

 

Son günümüze, benim ısrarımla, Beyrut’un Kordon’u Corniche ‘de yürüyerek başladık; ancak yaklaşık yarım saatlik yürüyüşten sonra maalesef deniz görünmez oluyor çünkü Solidere’in bitmez tükemez inşaatları başlıyor! Yağmur da artınca, bindik Über’e, Bourj Hammoud’a yani Ermeni Mahallesine geldik. Ermenilerin çoğu Lübnan’a 1915 tehciriyle gelmiş; bu mahalleye ve bir gün önce gittiğimiz, ama sadece arkeolojik kalıntıları gezdiğimiz Anjar’a yerleşmişler. Minik ve bakımsız sokaklar arasından, eski demiryolunun bahçeler ve çöpler arasında kalmış Hayfa –Tripoli arasındaki bir parçasına daha eriştik. Üzerine araba park etmişti!

 

11

Dar sokakların kesiştiği bir köşe başında, bir Ermeni siyasi partisinin merkezi olan pembe bir binaya geldik- epeyce anti Türkiye grafitileri ve 1915’i unutmadık yazıları vardı duvarlarda. Ermenistan Caddesi üzerindeki köprüyü geçip, sonunda Bourj Hammoud’a ya da küçük Ermenistan’a vardık. Oldukça yoksul bir mahalle ve belli ki turist pek fazla gelmiyor. Bütün tabelalar aşina isimlerden oluşuyor; cadde üzerinde minicik dükkânlar- terziler, kuyumcular, sucuk-pastırma dükkânları; plastik eşyalar, kasaplar, manavlar, fırınlar vs. Tam Merisa’ya burası bizim Anadolu kasabalarının tıpkısı derken, bulunduğumuz sokağın adı gözüme ilişti: Maraş caddesi! O arada heyecanla ve yüksek sesle bir şey anlatıyorum ki, muhtemelen kızıyla yürüyen orta yaşlı bir adamın gerçekten pek dostane olmayan, buz gibi bakışlarıyla karşılaştık. Türkçe kötü anılar canlandırmıştı besbelli. Diaspora her zaman daha sert değil midir zaten? O karşılaşmadan sonra pek konuşmadık; gerekirse de İngilizce konuştuk. Kitapta sözü geçen soykırım anıtını bulmak için epeyce çaba sarf ettik doğrusu- öyle bir yere yapılmış ki, dört tarafı araç yolu; yaya ulaşmak gerçekten zor.

 

Bizim dışımızda kimse yoktu etrafta; yazıyı da okuyamadık çünkü Ermenice idi. Acımasızca yerinden yurdundan edilen herkesi, Ermenileri, Çerkesleri, Filistinlileri, bugünün Suriyeli mültecilerini ve yaptıklarıyla, insanlara çektirdikleri acılarla yüzleşmeyen devletleri düşünerek yolumuza devam ettik.

 

12

Ermenistan caddesini kesen bir sokakta bulunan ve tabii kitapta yeri olan Tawlet’de öğlen molasını verdik. Dekorasyonu son derece modern, mutfağı ise tamamen yerel, hoş bir mekân. Günün modası uzun masalarda, başkalarıyla birlikte oturup, mecburen sosyalleşiyorsunuz. Yemekler açık büfe ve inanılmaz lezzetli.  Fiyata Arak da dâhil. Masada yanımızda Meg Ryan’a benzeyen bir kadın, yakışıklı kocası ve çocukları oturuyordu. Kadın hemen bizimle sohbete başladı; İtalyanmış, eşi Lübnanlıymış ve Beyrut’ta oturuyorlarmış. İstanbul’a defalarca gelmiş; çok sevmiş. Kaldığımız oteli söyleyince, yüzü ekşidi Kiara’nın: “Hamra’da mı kalıyorsunuz” dedi? “Oysa Eşrefiye’de ve Cemayze’de çok güzel butik oteller var.” O zaman tespitimizin doğru olduğunu anladık: Hamra out, Eşrefiye  ve Cemayze in! Hamra İstiklal caddesine denk düşüyor, Cemayze Nişantaşına, Eşrefiye de Etiler-Bebek diyelim- yani bizce.

 

Çıktığımızda inanılmaz yağmur yağıyordu. Palais de Justice yani Adalet Sarayı’nın bulunduğu semte gitmek üzere bindiğimiz Über, aplikasyona bakmadığı için bizi Adalet mahallesine götürdü! Küçük bir tartışma ve uzun bir yolculuk sonrası, pek çok sanat galerisinin bulunduğu hedefimize ulaştık – heyhat, bütün çaba boşa gitti: her yer Noel tatili dolayısıyla kapalıydı. Kös kös otelimize döndük.

 

Son akşam yemeğimiz, Cemayze’de, yine bir yerel lokantada. Biraz erken gidip Cemayze sokaklarında dolaştık. İnanılmaz canlı; her taraftan müzik sesleri geliyor, sokaklar doğal kokteyl alanı gibi. Beyrut böyle bir yer; bir yanı hüzün, bir yanı dibine kadar eğlence. Belki de acılara dayanmanın bir yolu bu.Lokantamız Cafe em Nezih- tamamen yerel ahalinin geldiği, belli bir saatten sonra canlı müzik yapılan büyükçe bir mekan. Bizi aldıkları bölümde ise 2-3 küçük grup vardı ve belli ki hepsi Monocle insanlarıydı! Çıkışta, Merisa’nın, Beyrut’ta bir yıllık bir bursla sanat atölyesine katılan heykeltıraş arkadaşı Kıymet’le buluşup, o güzelim St. Nicholas basamaklarındaki Meshmosh ‘da, yağmur altında biralarımızı içip, Beyrut konuştuk: Kıymet, sadece lokantaların değil, marketlerin de çok pahalı olduğunu, her gün 3 saat civarında elektrik kesildiğini söyledi- saati de belirli değilmiş işin fenası. İnsanların genel olarak Türkiye’yi ve insanlarını sevdiklerini( bunu biz de fark etmiştik), kavgacı olmadıklarını söyledi: “tartışıyorlar ama kavga etmiyorlar- muhtemelen ya karşımdaki diğer dindense ve yanlış anlaşılır/olay büyürse diye çekiniyorlar.” İç savaş yaraları sadece binalarda değil elbet, esas derin yaralar insanlarda. Bu yaralardan gerekli dersler çıkmış mı, orası meçhul.

 

13

Ve dönüş günü; bavullarla birlikte arabaya binip, Jeitta Mağaralarına gidiyoruz. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Yukarı mağara inanılmaz güzel; sandalla dolaşılan aşağıdaki mağaraya ise sular çok yükseldiği için maalesef gidemiyoruz. İkinci durak, Brezilya’deki büyük İsa heykelinin Meryem Ana versiyonu bulunan Harissa tepesi. Vaktiniz kısıtlıysa Beyrut’ta, bir de yükseklik korkunuz varsa, buraya hiç gitmeseniz de olur; zira telesiyej kuyruğunda anormal vakit kaybediyorsunuz ve tepeden Beyrut manzarası dışında, en azından dindar Hristiyan olmayanlar için pek de bir numara yok. Son durak güzeller güzeli Byblos kenti. M.Ö. 5000 yılından itibaren, yani 7 bin yıldır kesintisiz yerleşim olan, dünyanın nadide şehirlerinden biri. Fenikeliler kurmuş. Antik kalıntılarla iç içe yaşayan, şahane bir doğal limanı olan çok keyifli bir yer; maalesef son gün olduğu için biz fazla kalmadık. Burada da Osmanlı izleri bariz- Byblos Souks denilen çarşısı tam bir arasta.

 

Hava karardı; dolu, yağmur ve sisler arasında maceralı bir yolculukla Hariri havalimanına geldik- yolda Beyrut’un o muhteşem kuru baklavasından almayı ihmal etmeden elbet.

 

Döndüğümüzden beri Fayruz’un Li Beyrut şarkısı dilimde,  İbrahim Maalouf’un Beyrut ezgisi kulaklarımda, Beyrut’la ilgili kitaplar elimde. “Beyrut bir Aşktır” demişti Cengiz Çandar; galiba gerçekten öyle. Kesinlikle bir gün yine geleceğim sana Beyrut, hem de çok uzatmadan…

Comments are closed.