İnsan canından bir mürekkeple yazılan direniş metinleri…

Nurdan Şahin 28 June 2017
RUH SIKINTISI

 

Bu yazı aslında arife gecesi yazıldı; artık neredeyse müzmin hale gelen bir ruh sıkıntısı* içinde, ölmeye yatmış iki gencecik insanın daha da sıkıştırdığı yürekle. Ertesi gün okuduğumda, duygularımı da, düşüncelerimi de doğru ifade edemediğimi gördüm, düzeltmeye çalıştım. Ne kadar becerdim doğrusu bilmiyorum. Daha güzel günlerde, daha neşeli bayramlar kutlamak dileği ile…

 

İnsan canından bir mürekkeple yazılan direniş metinleri…

 

Gencecik iki insan ölüyor ve biz hiçbir şey yapamıyoruz! KHK ile işine son verilen yüzbinlerce kişiden ikisi 110 gündür açlık grevindeler. Talepleriyle (işe geri dönmek) ilgili, yetkililerden -galiba aile ile yapılan bir görüşme dışında- herhangi bir olumlu adım gelmediği gibi, bir de tutuklandılar! Varsayılanın aksine, “halklardan” da anlamlı bir tepki gelmiyor. Öte yandan, eylemi kendi inisiyatifleriyle sonlandırmaları için yapılan iyi niyetli girişimler bir sonuç vermiyor. Gördüğüm kadarıyla, aileleri de kendileri kadar kararlı.

 

Ama bu insanlar hızla ölüme yaklaşıyor. Ölüm ne kazandıracak mücadelelerine? Kaç kişi hatırlıyor daha önceki açlık grevi kurbanlarını? Bir süre sonra, sosyal medyada – o da ne kadar sürer bilinmez- “unutursak kalbimiz kurusun” hashtagi dışında muhtemelen hatırlanmayacaklar bile yakın çevreleri dışında. Durum bu iken, evde ekran başında oturup, Nuriye ve Semih üzerinden muhalefet yürütmeyi, kahramanlık ve direniş sloganları atmayı korkunç buluyorum. Bunu yapan herkesin, Nuriye ve Semih’in yerine kendi çocuklarını, kardeşlerini ya da çok sevdikleri başka birini koymalarını öneriyorum. Adanılmış bir dava, kuşku duymadan inanılan bir ideoloji olmadan, insanın kendi özgür iradesiyle, sadece haksızlık, hukuksuzluk nedeniyle hayatından vaz geçebileceğine inanmıyorum. Nuriye ve Semih’in durumu muhtemelen böyle ve böyle bir durumda, ancak kendilerinin çok saygı duyduğu kişiler-onlar her kimse- bu insanları eylemlerini bırakmaya ikna edebilir. Eylem ise yeterince dikkat çekti- ne olur artık herkesin amacı, bir yandan yetkililerden talepleri sürdürürken, bir yandan da onları ikna etmeye çalışarak bu gencecik insanları kurtarmak olsun. Mine Söğüt’ün çığlığına bütün kalbimle katılıyorum:

 

Nuriye ve Semih yaşasın” derken kime seslendiğiniz önemli… 
Devlete söylenecek söz belli ama asıl açlık grevinin destekçilerine, o iki insanı işin sonuna kadar direnmeye teşvik edenlere haykırmak gerekiyor: 
Nuriye ile Semih’i açlık grevlerini bitirmeye ne yapıp edip ikna edin;  Ve insan canından bir mürekkeple direniş metinleri yazmaktan da artık vazgeçin!(1)

 

Tutuklananlar, tutuklanmayanlar…

 

Mehmet ve Ahmet Altan Kardeşler tutuklandıktan ancak 10 ay sonra ilk duruşmalarına çıktılar! Nazlı Ilıcak sanırım daha da uzun bekledi. Altan kardeşlerin avukatlarının deyişiyle, “söylenmemiş sözler ve olmayan niyet okuması” üzerinden 3 kez müebbetleri isteniyor! Hukukçu değilim ama benim gibi sıradan bir yurttaşa bile pes artık, bu kadar da olmaz dedirtecek bir iddianamenin yazılması, kabul edilmesi, bunun için aylarca beklenmesi yetmemiş gibi, bir de tutukluluk haline devam kararı gerçekten insanı dehşete düşürüyor. Özellikle Ahmet Altan’ın savunması muhtemelen tarihte iz bırakacak. Ayni tarih, Altan’ın sözleriyle, “yargıçları, verdikleri kararlarla yargılayacak.”

 

Enis Berberoğlu’nun tutuklanması bir başka garabet –  isnat edilen suç ( mit tırları belgelerini Can Dündar’a vermek- ki bu da suç mu tartışılır) ispatlanmamış; adam milletvekili ve mahkemenin tüm çağrılarına uymuş; buna rağmen, daha cezası kesinleşmeden, yargı süreci bitmeden kaçma tehlikesi olduğu gerekçesiyle o da alel acele tutuklanıyor.

 

Yahu kaçmak isteyen zaten kaçıyor, bu insanlar kaçmak isteselerdi çoktan kaçarlardı.

 

Öte yandan, şort giydiği için otobüste bir genç kadına saldıran, bisiklete binen kız çocuğunun kafasına taşla vurup sonra bir başka genç kadını taciz eden, kadına yönelik şiddet uygulayan erkekler, herhalde zararsız olarak değerlendirildikleri ve mahkemelerde iyi çocuk davranışı gösterdikleri için olsa gerek, tutuklanmıyorlar. Allahtan sosyal medyada ahali ayağa kalkıyor da, serbest bırakılanlar yeniden mecburen tutuklanıyor.

 

Yargı sistemi, başta basın, savunuculuk yapanlar, muhalifler, kadınlar olmak üzere, hemen herkes için bir hak arama yeri olmaktan maalesef çok uzak; aksine güven vermeyen, korkulan, bireye karşı devleti, ezilene karşı ezeni, kadına karşı erkeği, muhalife karşı statükoyu  koruyan bir “kuvvet” ne yazık ki. Bu yeni bir durum da değil; elbette bu ülkede her meslekte olduğu gibi iyi yargıçlar da var ve oldu ama sistem genel olarak hep böyleydi ve zihniyetler değişmediği sürece de böyle kalacak.”

 

demişim 2016’da, Taraf gazetesi eski yöneticileri Ahmet Altan ve Yasemin Çongar hakkında açılan bir dava üzerine kaleme aldığım bir yazıda(2). Sonunda da, bir gün yargının da değişeceğini ama bunun muhtemelen çok uzun zaman alacağını söylemişim. Biz görebilir miyiz bilmiyorum ama umudumu korumak istiyorum.

 

Yollar yürüyerek aşınır mı?

 

Halil Berktay uzun uzun yazdı(3); Cumhurbaşkanı Erdoğan, seleflerinden rahmetli Demirel’in ünlü sözünü yanlış kullanmış; “yollar yürüyerek aşınmaz” sözünün yürüyerek hiçbir şey elde edilmez anlamına geldiğini düşünmüş zahir. Oysa bir zamanlar çok dalga geçtiğimiz bu söz, o zamanlar pek de değerini bilemediğimiz bir tolerans ifadesi. O toleransın eseri yok artık ne yazık ki bu makamda.

 

CHP ve lideri Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Adalet Yürüyüşü ’nü oldukça anlamlı bulanlardanım. “Dokunulmazlıkları kaldırırken akılları neredeydi”; “yüzlerce seçilmiş siyasi ile basın mensupları hapse atılırken neden hiç seslerini çıkarmadılar”; “Edirne’ye kadar yürümezlerse hepsi boş” tarzı eleştirilere katılmakla birlikte, yine de bu yürüyüşün önemli olduğunu düşünüyorum.  Bu, yasal, hiçbir şiddet içermeyen, dolayısıyla, toplumsal katılım sağlanabilecek -ki gerçekten sağlanıyor- eylemin, sadece “adalet” sloganı ile yapılması da meşruiyetini arttırıyor ve çok geniş bir yelpazeden desteklenmesini sağlıyor. Her ne kadar, neredeyse her muhalif eyleme “fetö/pkk” yaftası yapıştıran hükümet çevreleri tarafından bu eylem de benzer şekilde eleştirilse de, galiba bu kez düzenleyiciler tarafından gösterilen dikkat sayesinde, suçlama pek rağbet görmüyor. Türkiye’de çok iyi niyetle başlayan pek çok eylemin, “becerikli” unsurlarca başka amaçlara evrilmesi sık görülen bir olgudur ancak neyse ki şu anda böyle bir emare yok. Yürüyüş, başladığı gibi, meşruiyetini koruyarak sonlanırsa, tabanda mahalleler arası bir diyalog oluşmasına bile yol açabilir ki bunun bazı ipuçları görünmeye başladı sanki. Umarım devam eder de, ruh sıkıntımız biraz hafifler.

 

 

 

Comments are closed.