VE GEZİ BİTER...

Nurdan Şahin 13 April 2016
İRAN GEZİ NOTLARI-4

 

İSFAHAN ve KAŞAN

 

İsfahan çok güzel bir şehir; boşuna “Esfahan, nesf-e Jahan” demiyor İranlılar; yani “İsfahan cihanın yarısıdır.” Tarihi çok eskilere dayanıyor ancak şehri esaslı hale getiren Şah 1. Abbas. 1602 yılında, üstad Ali Ekber İsfahani’nin yaptığı ve uyguladığı master plan hala şehirde belirleyici. Ortasından, Bahtiyari dağlarından gelen Zayende nehri akıyor ve iki yanında geniş, yemyeşil bir park 9km. boyunca uzanıyor. Nehrin üzerinde çok güzel köprüler var; Floransa ile yarışacak boyutta.

 

DSCN9266 (3)

 

Sabah, İsfahan’a 30 km. uzaklıktaki Pir-i Bakran türbesine gidiyoruz. 1300’lü yıllardan kalan türbe, inanılmaz güzel stükolara sahip, bir de çilehanesi var; çile çekmesek de, resim çekiyoruz elbet.

 

DSCN9225 Türbenin bulunduğu köy İran Yahudilerinin önemli bir ziyaret yeri; Ester Hatun mezarlığı bu köyde bulunuyor ancak ziyarete kapandığından biz göremiyoruz.

 

Şehirde küçük bir Ermeni mahallesi var. Bu mahallede, 17. yüzyıldan kalma Vank Katedrali bulunuyor ki İran’ın en önemli Ermeni yapısı. Dışı son derece sade, ama içi Tevrat ve İncil’den hikayeleri anlatan resimlerle süslü. Bahçesinde, 1975 yılında yapılmış küçük bir Soykırım Anıtı ve  bir müze var. Müzede de 1915 Büyük Felaketine ait belgeler bulunuyor.

 

Katedralden sonra, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Cuma Camiine gidiyoruz.  Dış görünüşü çok sade olan bu cami, 476 kubbesiyle İran’ı en büyük camisi. Tarihi 8. yüzyıla kadar uzanıyor; bu hale gelene kadar çeşitli aşamalardan geçmiş. Tuğladan örülme yüksek kubbeleri ve sütunları bana Cordoba Camiini hatırlatıyor.

 

İsfahan’daki son günümüze yine bir Zerdüşt tapınağı ziyareti yaparak başlıyoruz; tapınağın “muted”i ile sohbet etme fırsatı da buluyoruz ve hayretle, sonradan Zerdüşt olunamayacağını öğreniyoruz; ilkeleri çok kapsayıcı görünmüştü oysa. Arkasından, Çehel(Kırk) Sütun Sarayına gidiyoruz. Girişinde bulunan 20 sütunun öndeki büyük havuza vuran akisleri nedeniyle 40 Sütun Sarayı adını almış. İçeri girince, tam karşıdaki duvarda 19.yy’da yapılmış bir resim, Çaldıran savaşını anlatıyor. Her iki yanında ise, 17.yüzyıldan kalma resimler var ve dönemin Şahlarının konuk hükümdarları ağırlamasını betimliyor.

 

Öğlen yemeği bir yerel lokantada. Şiraz’daki bademcan( yani patlıcan) yemeklerinden sonra en lezzetli yerel yemeği burada tadıyoruz. Adı Abguş . Dar ve  derin bir güveç, yanında bir tokmak, bir boş kase ve pide geliyor. Garson- bu arada garsonlar fötr şapka takıyor, çok şirin- güvecin suyunu boş kaseye boşaltıyor. Biz bu kaseyi kenara iterken, hemen rehberimiz uyarıyor: “olmaz, yemeğin en önemli yeri, içine pideleri doğrayın” diyor. Biz pideleri doğrarken, fötrlü garsonumuz tokmakla güvecin içindekini eziyor. Bir yandan kaşıkla kaseden pideleri alıp, güveçten de et, nohut (ve daha kimbilir ne?) ezmesine yumuluyoruz. Gerçekten çok leziz.

 

DSCN9404

 

Öğleden sonra, Tiananmen meydanından sonra dünyanın en büyük ikinci meydanı olan ve yine Şah Abbas tarafından yaptırılan Meydan-ı Şah’tayız. Tabii artık adı İmam Meydanı. Tüm çevresi iki katlı bir kemer ile çevrili. Kemeri, birkaç anıt kesiyor ; kuzey ucunda Şah Kervansarayı ve çarşı, batı kenarında Ali Kapı Sarayı, doğu tarafında Şeyh Lütfullah Camii ve güney ucunda da İmam Camii. Meydan yapıldığından beri çok az değişikliğe  uğramış; geçmişte bu meydanda polo oynanırmış. Şimdi de son derece canlı.

 

DSCN9428

 

İmam Camii’nin akustiği çok meşhur. Ana salonun çatısı iç içe geçmiş, farklı tabanlara oturmuş, farklı yükseklikteki iki kubbeden oluşuyor. Kubbeler arasındaki boşluk akustikte önemli rol oynuyor. Bu yolla, sesin 49 kez yansıyarak her tarafa yayıldığı söyleniyor. Ali Kapı Sarayı 6 katlı ve en üst katındaki odalar, müzik odaları olarak kullanılıyormuş. Ne yazık ki seyahate çıkmadan az önce düşüp, dizimi incittiğimden nişlerle hem süslenen hem de akustik sağlanan bu odaları göremedim.

 

DSCN8965Meydandaki serbest zamanda dolaşırken, burnu bantla kaplanmış bir delikanlı gördük. Aslında bütün İran seyahati boyunca, burnu yeni ameliyat olmuş ve bantlı pek çok kadına rastladık; burun estetiği ameliyatları çok yaygınmış; plastik cerrahi uzmanlarına duyurulur. Yalnız güzelim kadınlar, burunları kaldırıp, kaşlarını da ortasından itibaren alıp, yukarı  kaldırtarak biraz yazık etmişler sanki kendilerine. Çarşı pazar dolaştıktan sonra, bu güzel meydanda, açık havada, ya da meydana bakan bir çay bahçesi olmamasına söylenirken, rehberimizin tavsiye ettiği çayhaneye girdik. Aman tanrım, şahane bir yer. Duvarlar, tavanlar her yerden bir şeyler sarkıyor; kadınlı erkekli müşteriler çay ve nargile içiyor. Çaylarımız demlik ve cam bardakla geldi, yanında da bir tatlı. Şekli farklı ama, ayni bizim tulumba tatlısı, hem de daha kıtırı.

 

Sabah İsfahan’a veda edip, Kaşan’a doğru yola çıktık. Kaşan, seramikleri, halı ve ipek dokumacılığı ile bilinirmiş, bir de gül suyu ve gül yağı ile. Çarşıdan geçerken, her dükkandan üzerimize sıktıkları gül yağından kurtulmak bayağı zor oldu doğrusu.

 

Kaşan’ın evleri ünlü. Bunlardan 2 tanesini göreceğiz; Tabatabace Evi ve Brucerdi evi.  Önce Brucerdi evini görüyoruz, aslında sahibinin adı Hacı Cafer Natanzi ama Brucerdi kentinden mal getirip satarmış, onun için lakabı buymuş. Ev 19.yüzyılın ikinci yarısında yapılmış; dönemin en ünlü mimarları evin yapımında çalışmış. Bahçesi, mimarisi, renkleri, rüzgar kuleleri ve duvar resimleriyle şahane bir mekan. Brucerdi bu evi, aşık olduğu Tabatabace ailesinin kızıyla evlenebilmek için yapmış. Ne şanslı kadınlar var bu dünyada! Oradan çıkıp, kız evine gidiyoruz. O da şahane bir ev; üstelik çok daha büyük. Eh böyle evin kızı ancak öyle bir eve gider diye avutuyoruz kendimizi. Çeşitli tarihi olaylara sahne olmuş Fin Bahçesi  ve Bozorg Ağa Camisini de gezip, havaalanı oteline doğru yola çıkıyoruz. Uçağımız sabah 5’te.

 

Akşam yemeğinde, güzel güzel sohbet ederken, telefona düşen o haberle sarsılıyoruz: Ankara’da yine canlı bomba; yine sivil ölümler. Oysa,  girdiğimiz tüm kutsal mekanlarda barış dilemiştik. Terörün her türlüsüne  lanet okuyarak, İstanbul’a yola çıkıyoruz.

 

İran Gezi notlarını yazarken kendi gözlemlerimin yanında rehberimiz Mustafa Kesim ve Fest’in hazırladığı “İran Görülmeden Anadolu Algılanmaz” adlı kitapçıktan yararlandığımı teşekkürlerimle belirtmek isterim.

 

 

Comments are closed.