Sadece devletler arası değil, hatta onlardan çok halklar arasındaki bu yüzleşmelerdir belki de insanlığı başka 24 Nisanlardan, 21 Mayıslardan koruyacak olan.

Nurdan Şahin 18 May 2015
İKİ “BÜYÜK FELAKET”, FARKINDALIK ve GUŞIPS ÜZERİNE

 

Bir süredir oldukça durağan bir görünüm sergileyen Guşıps, bu ara epey hareketlendi. Benzer kaderleri paylaşmış iki halkın, bir ay içinde, ama 50 yıl ara ile uğradığı iki felaketin yıl dönümleriydi ortalığı hareketlendiren. Çerkes halkının uğradığı sürgün/tehcir/soykırımı simgeleyen 21 Mayıs yaklaşırken, bugünde ne yapılması gerektiği konusunda oldukça farklı görüşler var: bu bir farkındalık ve mücadele günü olmalıdır konusunda galiba kimse farklı düşünmüyor ama bu farkındalığın nasıl yaratılacağı konusundaki görüşler ve önerilen faaliyetler oldukça farklı. Kaffed’in, “Soykırım ve Sürgün”ü Karadeniz’in iki yakasında anma etkinliği oldukça eleştiriliyor; sadece etkinliğe katılan Çerkeslerin değil, tüm kamuoyunun dikkatini çekecek yerlerde – mesela artık bir direniş meydanı olarak algılanan Taksim’de – ve biçimde eylemler yapılması gerektiği savunuluyor gördüğüm kadarıyla, özellikle de gençler tarafından.

 

Diasporanın bir “bütün” olması beklenemez; Ermeni diasporası da bütün değil. Daha radikal unsurlardan, çok ılımlılara, uzlaşmacılara kadar geniş bir yelpaze söz konusu. Benzer durum Çerkes diasporası için de geçerli; oldukça yeni sayılabilecek farkındalık girişimlerinin etkisini ve hangisinin doğru olduğunu zaman belirleyecek. Girişimler uzun soluklu ve sürekli olmak zorunda. Sadece 21 Mayıslarda yapılacak şu ya da bu şekildeki eylemlerle ve kısa sürede küresel farkındalık yaratmanın mümkün olmadığını herhalde herkes biliyor. Ben kendi adıma, özellikle Çerkesler dışındaki insanlarda da – diasporada ya da Kafkasya’da – farkındalık yaratacak, farklı, yaratıcı, süreklilik ve çeşitlilik arz eden eylem biçimlerine ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bunu yaratmanın en iyi yollarından biri de özgür tartışma ortamları ve saygı sınırlarını aşmayan eleştirel yaklaşımlar. Bu açıdan, Guşıps’ın çok iyi bir platform olduğunu düşünüyorum – nefret söylemi, kişilik haklarına saldırı ya da küfür vs. içermedikçe her yazı ve o yazı ile ilgili görüşler yayınlanıyor. Bu durumda, ne Can Nart’ın, Erdoğan Boz’un yazısı üzerine, Guşıps’e yaptığı eleştiriyi ve ayrılma kararını ne de daha önce sevgili Yaşar’ın “dilim şişti” diyerek ayrılmasını anlayabilmiş değilim. Farklı görüşlerin bir çatı altında serbestçe tartışabilmesi çok önemli, yoksa kendimiz söyleyip, kendimiz duyar bir hale gelme tehlikesi var ki içinde bulunduğumuz ülke ortamı da bu tehlikeyi son derece tetikliyor.

 

Sürekli kampanyaya bir örnek olarak, Türkiye’de “Büyük Felaket”in 100. yıldönümü nedeniyle oluşturulan 1915’te Bugün adlı twitter hesabı verilebilir. Her gün, 1915 yılında o gün ne yaşandığı 140 karakterle ifade ediliyor. Muhtemelen Ermeni cemaatinin sözlü ve yazılı tarihini bugünlere taşıyacak daha entelektüel bir yapısı vardı Çerkeslerle kıyaslandığında, üstelik iki tehcir arasındaki 50 yıl, dokümantasyonu çok daha zorlaştırıyor kuşkusuz ama yine de benzer şeyler yapılabilir belki. Her neyse, ben de bu hesabın takipçisiyim. Yazmaya niyetlenip, bilgisayarın başına geçtiğim 5 mayıs günü gördüğüm ilk tweeti şöyleydi bu hesabın:

 

“Dağavaryan, Agnuni, Cangülyan, Khajag ve Zartaryan, Diyarbakır’a varmadan, Karacaören’de Çerkes Ahmet tarafından öldürüldü” (https://twitter.com/1915teBugun/status/595676106751016960)

 

Takip eden diğer tweetlerden, bu insanların Osmanlı mebusları ya da aydınları olduğunu öğreniyorum. Yargılanmak üzere çeşitli yerlerden Diyarbakır’a sürülüyorlar – aslında Diyarbakır’a varabilselerdi bile, muhtemelen yine canlarından olacaklardı; çünkü orada tehcirin en acımasız valilerinden, Dr. Reşit Bey vardı ve malumunuz üzere, o da Çerkes’ti!

 

50 yıl önce korkunç bir kıyıma uğramış, topraklarından sürülmüş, yollarda her türlü felaketi yaşamış bir halkın mensupları nasıl olurdu da başka bir halka yapılan benzer ya da beter bir mezalimin parçası olabilirlerdi? Muhtemelen, yaşanan acıları, doğrudan yaşayanlardan dinleyen bir nesil hem de! Popüler tarih yazarı Ayse Hür şöyle açıklıyor Çerkeslerin, Osmanlının – kendi deyimiyle – pis işlerinde rol almasını:

 

“Bu durum, bir çeşit rehine psikolojinin ürünü mü yoksa, Çerkeslerin İttihatçıların Türkçülük fikriyatına duydukları sempatinin bir ürünü mü diye sorarsanız her ikisi de olabilir derim. Bunlara (yine ayrı bir yazı konusu olan) Harem’deki Çerkes kızlarının bir çeşit akrabalık hissi uyandırmış olmasını, merkezin ‘hamiyetperverlik’ söylemi ile Çerkesleri manevi kıskaca almış olmasını da ekleyebiliriz. Ama asıl neden 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bölgeye hâkim olan milliyetçi gerilim, çatışma ve savaş atmosferiydi.”

(http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/21_mayis_1864_cerkeslerin_kara_gunu-1134019)

 

Nedenlerden biri de, tam da uğradıkları soykırımdan kaynaklanıyor olabilir mi? Çerkesler, kendi yurtlarında gördükleri mezalimi bir dinle – Hristiyanlıkla – özdeşleştirip, bir tür öç alma güdüsüyle Ermeni soykırımına katılmış olabilirler mi? Özellikle, kendi uğradıkları felakette, Rus ordusunda görevli Ermeni subayların da rol aldığı düşünülürse?

 

Elbette, yukarda sayılan ve sayılmayan hiçbir neden, bu felakette rol almanın mazereti olamaz; sadece mazlumun nasıl cellatlaştığına açıklama olur ancak ve Çerkeslerin bir yandan kendi felaketleriyle ilgili farkındalık mücadelesi verirken, bir yandan da, tıpkı diğer halklar gibi bu durumla mutlaka yüzleşmeleri gerekir. “Büyük Felaket” in sorumluluğu Osmanlı Devletindedir ama bu, katliama katılan hiç kimseyi, Türkleri, Kürtleri ya da Çerkesleri sorumluluktan kurtarmaz. Ancak kendi yaptıklarımızla yüzleşirsek, başkalarından da bunu talep edebiliriz.

 

Bu açıdan, geçen ay Guşıps’ın açtığı dosyayı çok değerli buluyorum. Sadece devletler arası değil, hatta onlardan çok halklar arasındaki bu yüzleşmelerdir belki de insanlığı başka 24 Nisanlardan, 21 Mayıslardan koruyacak olan.

Comments are closed.