Buralarda ne özgürlük var, ne zenginlik ne de bu temel haklar!

Nurdan Şahin 03 March 2015
UZAKDOĞU ÜÇLEMESİ- VİETNAM, LAOS, KAMBOÇYA – 3

 

LUANG PRABANG ve ANGKOR  ya da ALAÇATI ve EFES

 

Luang Prabang’ın minik havaalanından sağsalim çıkıyoruz. Otobüse binip, şehrin biraz dışındaki bir tatil köyüne gidiyoruz. 2 gece buradayız. Yolda yerel rehberimizden “Sa Baydi- merhaba” ve “Kap Çay –teşekkür ederim” sözlerini öğreniyoruz.

 

 

 

Sabah nehir manzaralı keyifli bir kahvaltıdan sonra, şehre gidiyoruz. Küçücük, harika bir şehir Luang Prabang; 2 katlı, Fransız kolonyal mimarisinden miras ve çok iyi korunan binaları ; altlarında kafeleri , lokantaları; yolda bu kez 5-6 kişilik ve rengarenk boyanmış tuktukları; bol miktarda turuncu giysili Budist rahipleri ile bir masal şehri. 2 önemli tapınak geziyor ve Pazar yerine gidiyoruz. Pazar, çeşit çeşit ve tazecik –kimi tanıdık, kimi ilk kez gördüğümüz- sebzeler, balıklar, kabuklular,çiçekler ve kadın pazarcılar ile bir renk cümbüşü.

 

 

Tek tek tezgahları incelerken, amanin o da ne kızarmış farelerle dolu bir tezgah! Koşar adım uzaklaşıyoruz elbet. Öğleden sonra, gerçek bir doğal cennet olan Kuang Si şelalesine gidiyoruz; Fransız bir kadının açtığı “ayı rehabilitasyon merkezi”nde ince, uzun, simsiyah ayılarla eyleşiyoruz ve geri dönüp, yine Mekong nehrinde ama bu kez Laos’ta gezmek üzere, bizim saltanat kayıklarına benzer uzun, büyük ve süslü teknelerle, keyifli bir geziye çıkıyoruz. Dönüşte akşam pazarına gidilecek ama iskeleye vardığımızda, tam güneş batmak üzere ve olağanüstü güzel bir manzara var. Biz biraz kalıp seyretmek istiyoruz; grup pazara gitmek istiyor-Allahtan rehberimiz bize yarım saat sonra aracı göndereceğini söyleyince herkesin derdi halloluyor.Gün batımını seyrederken, yerel rehberle sohbet ediyoruz. 1975’e kadar “komünit”-bunlarda da s harfi yok galiba- rejimin çok sert olduğunu, ama sonrasında rahatladığını söylüyor. İlkokul zorunlu ve 5 yılmış; 3 yıllık ortaokul ve 4 yıllık lise parasız ama zorunlu değilmiş; üniversite eğitiminin tamamı ise paralı! Ekonomisi tarıma dayalı; tik ağacı,kauçuk ve kahve temel ihraç ürünleri; bir de hidroelektrik santrallardan elde edilen elektriği ihraç ediyorlar. Yaşasın Mekong nehri, ülkenin can suyu resmen. 3 etnik grup varmış; ama anadilde eğitim hakları yok- Laoca öğrenmek zorundalar. Sağlık hizmetleri devlette olmasına rağmen, çok pahalıymış!

 

 

Aracımız gelip, bizi de Pazar yerine götürüyor. Şöyle bir göz atıp, kendimize yine keyifli bir mekan buluyor ve içeceklerimizi yudumlarken, etrafı seyre dalıyoruz. Pazarı izlemek, pazarda alışveriş etmekten çok daha zevkli.. 3 ay önce sonsuzluğa uğurladığımız sevgili Beşgür’e götürmek için Mekong kıyısından aldığım taşları, şelaleden topladıklarıma ilave edip, temizliyorum usulca otururken. Bir şekilde hissediyordur belki, kim bilir.

 

Ertesi gün, sabahın köründe, saat beşte kalkıyor ve şehre iniyoruz. Bu saat, Budist rahiplerin yaşadıkları tapınaklardan çıkıp, ellerindeki kaplarla, ahaliden yiyecek topladıkları kahvaltı saati. Yerli ve turist yüzlerce insan, ellerinde yiyecek dolu sepetlerle bekliyor. İçinde yapışkan pirinç olan da var, muz olan da. Ben de muz ve bisküvi dolu bir sepeti 2 dolara alıp, heyecan içinde beklemeye koyuluyorum. İşte göründüler; çoğu turuncu, bir kısmı kahverengi giysileri içinde, ellerinde kapları tek sıra halinde ve sessizce geliyorlar.Ne kadar çoklar! Bu Luang Prabang’da zaten adam başına bir tapınak, 2-3 de rahip düşüyor galiba. Herkes elindeki sepetten azar azar koyuyor kaplarına; onlar da bu aldıklarının bir kısmını daha çok ihtiyacı olan yoksullara veriyorlar.

 

Kahvaltı seremonisinden sonra, biz de otele dönüp, kesinlikle rahiplerden daha güzel bir kahvaltı ediyor, yükleyip valizleri, Ulusal Müze gezisinden sonra, ver elini Kamboçya demek üzere havalimanı- na gidiyoruz. Havalimanında iki tane dükkancık var; birinde “WİFi for SALE” yazıyor, yani satılık wifi! Dile hakim olamamak zor zanaat; ücretli wifi demekle, satılık wifi demek arasında bayağı fark var.

 

Seam Reap’e direkt uçak olmadığı için aktarmalı uçuyoruz ama olsun. Vietnam havayollarının kolonyalı mendil ve bir şişe su dışında bir ikramı yokken, garibim Laoslular, 40 dakikalık yolculukta bile yemek ikram ediyor. Yemekler pek yenecek gibi olmasa da, meyve var en azından.

 

Seam Reap’teki yerel rehberimizin adı Onn- sevgili demekmiş ; hemen bize merhaba demeyi öğretiyor: “Suo Saday”; başına “arun” ekleyince-ki güneş demek- günaydın oluyormuş. Vakit epey geç olduğundan, ve “burası görülmeden ölünmez” denen Angkor’a giriş için fotoğraflı vs kimlik çıkarmak gerektiğinden, otele gidip , üst baş değiştikten sonra, yerel sanatlar atölyesi gibi bir yere , sonra da akşam pazarına gidip tapınakları ertesi güne bırakma kararı verildi. Seam Reap’te Meridien Otel’de kalmamız gerekiyormuş,ancak UNESCO’nun yıllık toplantısı nedeniyle Meridyen kapatıldığından başka benzer bir otelde de kalıyoruz ki çok da güzel bir otel. Resepsiyonda, paketimize bir de masaj seansı dahil olduğunu öğrenip derhal yemekten sonraya rezervasyon yaptırıyoruz.

 

Angkor’u bizim Efes, Seam Reap’i de bir tür Selçuk olarak düşünebiliriz. Yani bir turist Türkiye’de doğrudan Selçuk’a gidip, 2 gün Efes’i gezip Türkiye hakkında ne kadar fikri olursa, bizim de Kamboçya konusunda o kadar fikrimiz oldu. Angkor olağanüstü idi; ama Kamboçya nedir, yakın geçmişte Pol Pot rejiminde ve sonrasında yaşadıklarının izleri var mıdır vs konusunda hiç fikir edinemedik doğrusu. Aslında, ayni şey Laos için de geçerli; bizim Alaçatı gibi korunmuş çok güzel, -çok daha tarihi- bir şehir Luang Prabang ama muhtemelen gerçek Laos değil. Her neyse..

 

Gittiğimiz yerel atölyenin ürünleri, esas olarak ipek, lake tablolar, biblolar vs.den oluşuyor. Biz pek alışverişçi olmadığımızdan, biraz bakıp, bir iki küçük şey alıp, poşetler elimizde, çıkıyoruz.Tur arkadaşlarımız yine dükkanı kaldırmışlar; ellerindeki hasır çantalardan anlıyoruz: naylon poşet yerine onlardan almak için en azından 100 dolarlık alışveriş etmek lazım! Otobüse binmiyoruz biz dörtlü çete olarak, çünkü akşam pazarı yerine , publar sokağında oturup keyfetmeyi, etrafı seyretmeyi tercih ediyoruz. Olağanüstü, kıpkırmızı bir ay doğuyor. Garsonumuz Sony, dünyanın en şeker ve en yaramaz kızı. Birer içki, bol sohbet ve seyirden sonra , tuktukla otele dönüyoruz.Yemek sonrası masaj ilaç gibi geliyor ve mışıl mışıl uyuyoruz. Ertesi gün yorucu olacak; efsanevi Angkor’a gideceğiz.

 

İlk gün Angkor Tom şehri , Filler Terası, Ta Prohm’u göreceğiz. Burada kıyafet kısıtlaması yok, şort ve askılı t-shirt giyilebiliyor.Angkor Vat’ta ise kapanmak gerekiyor ama öyle bizim camilere girerken üste bir şal alarak ya da şort üstü bir şey sararak olmuyor;bayağı akıllı uslu giyinilecek. 30 küsur derece,üstelik de çok nemli havada hiç kolay değil ama çare yok.

 

 

Angkor Tom, devasa ağaçlar ve ağaç kökleriyle binaların birbirine karıştığı büyüleyici bir yer. 11.yüzyılda inşa edilmiş; çeşitli yıkımlardan sonra, 12. yy sonlarında yeniden inşa edilmiş başkent; adı Büyük Kent anlamına geliyor. Zamanında, 100.000 kişinin yaşadığı söyleniyor. Kraliyet ailesinin, törenleri ve oyunları izlemesi için yaptırılmış olan Filler Terasından, törenlerin yapıldığı büyük alana bakınca, gerçekten de tören hazırlıkları görüyoruz: bir sahne, ses tertibatı, süslü masalar,iskemleler- hayrola n’oluyor, VII.Cayavarman reenkarnasyonla geri mi geldi yoksa derken, otelimizi kapatan UNESCO’nun burada gala yemeği olduğunu öğreniyoruz! Şaka gibi; bu kadar önemli bir tarihsel mekanda, hem de bu alanları korumakla yükümlü UNESCO yemek yapıyor!

 

 

Ertesi gün, uzun pantolonlarımızı/eteklerimizi, kollu bluzlarımızı giyip Angkor Vat’a gidiyoruz. “Angkor Vat görülmeden ölünmez” deyişini hatırlatıyorum Merisa’ya; iyi de diyor benim her şeyi bilen kızım, bu sözü, burayı bulan söylemiş! Yorumun objektifliğinden şüpheye düşsek de kısa bir süre, tapınağı görünce nefesimizi tutuyoruz – gerçekten etkileyici. Bu muhteşem Khmer tapınağı,Tanrı Vişnu’yu yüceleştirmek için yapılmış 12.yyda. Yapının ihtişamı, duvarlarındaki kabartmaların güzelliği insanı gerçekten büyülüyor. İçeri girerken, bir görevli durduruyor bizim 4’lü çeteden bir arkadaşımızı ve başını işaret ediyor. Şapka yasak mı diye soruyoruz. Şapka yasak değil, ama Hülya’nın şapkası sakıncalı – çünkü o bir Vietnam üçgen şapkası! Şapka çıkarılıp, yerel rehbere emanet edildikten sonra ancak içeri girebiliyoruz. Etme bulma dünyası bu; bir ülkeyi işgal edersen, şapkan bile istenmiyor sonra burada.

 

 

Angkor Vat’ı gezerken , yerel rehberimiz, Fransızların burayı keşfettikten sonra hazine aradıkları yeri gösterdi. Buldular mı dedik; “belgeleri bulmadıklarını söylüyor” dedi. Anladık biz onu..

 

Angkor Vat’ı göremeden ölen sevgili Beşgür için, buradan da bir taş alıyorum elbette.

 

Öğleden sonra, son ziyaretimizi Banteay Srei tapınağına yapıyoruz;”kadınlar kalesi” demekmiş. Küçük ama çok güzel , çok estetik bir tapınak. Tur kitabımız çok güzel tanımlamış: “Banteay Srei, pembe nilüferlerin boy verdiği suların ortasında, kızıl kum taşı üstüne dantel gibi işlenmiş İndira’nın Yağmuru gibi Hint Mitolojisinin destansı öyküleriyle tam bir görsel şölen”- doğru söze ne denir?

 

Otele dönüp, gece topladığımız valizleri otobüse koyuyor,kalın giysilerimizi giyiyor ve havaalanına doğru yola koyuluyoruz. Yol Kamboçya kırsalından geçiyor. Evler kazıklar üzerine inşa edilmiş; muson yağmurları alıp götürmesin diye. Her evin önünde bir minyatür tapınak var; “Ruhlar Evi” derlermiş, atalarının ruhları içinmiş.Kırsalda elektrik yok; eski bizim köyler misali her birinin bahçesinde bir fırın. Şahane bir doğa içinde, asgari ihtiyaçları karşılayan bir yaşam. Sahi diye düşünüyor insan,yaşamak için biraz daha fazlası gerek ama çok daha fazlası da gerekmiyor aslında.

 

Seam Reap’den Bangkong’a uçuyoruz. 2 saatlik bu uçuşta, gelirken kafam takılan soru geliyor yeniden aklıma – neden Çinhindi denmiş bu coğrafyaya diye düşünmüştüm; dönüşte kendimce cevapladım- koskoca Çin ile, koskoca Hindistan arasında kalan ve çeşit çeşit etnik grupların, dini inançların boy verdiği bu topraklara batılılar kolonyalist kolaycılıkla, Indochine diyivermişler muhtemelen; üstelik gerçekten de kuzeydekiler çekik gözleriyle daha çok Çinlileri anımsatırken, güneydekiler daha esmer ve daha çok Hintlileri andırıyorlar. Oysa, Vietnamliların kökeni Avustralya yerlileri imiş; oradan Afrika’ya ve oradan da Asya’ya göçmüşler. Uzun dönemde belirleyici olan coğrafya anlaşılan; Türkiye’ye göç eden Çerkeslerin giderek Türklere; Suriye, Ürdün gibi ülkelerde yaşayanların giderek Araplara benzemesi gibi.

 

Rehberlerle yaptığımız sohbetler geliyor aklıma sonra; sosyalizm galiba gelişmemiş ülkelerde hiç olmuyor diye düşünüyorum; demokrasi eksiklerine, ekonomik sorunlara,baskılara karşın , Sovyetler Birliğinde hiç değilse, eğitim, sağlık, hatta bir çok altyapı hizmeti bedava idi; anadilde eğitim, çalışma ve siyaset mümkün idi. Buralarda ne özgürlük var, ne zenginlik ne de bu temel haklar!

 

Bangkong’da THY uçağına binerken, bu tuhaflıkları düşünerek bitmez bu yolculuk deyip, alıyorum melatonini ve açıyorum Orhan Pamuk’un “Kafamda bir Tuhaflık” kitabını, yolculuk anlamadan geçiveriyor. Bu arada, roman çok iyi, okumayanlara tavsiye ederim.

 

 

Comments are closed.