Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da daha iyi bir dünya için çabalamaya devam etmek dışında bir seçenek yok...

Nurdan Şahin 29 September 2013
Biraz da tartışalım

 

Erhan’ın, 15 gün önce yazdığım yazının temel sorusundan çıkarak ve tartışma ortamı yaratmak için biraz da çarpıtarak yazdığı “Halksız Demokrasi” yazısındaki tartışma ortamına icabet edeyim derken, bugün bir yazı daha yazıvermiş ve benim (de)argümanım olacak bazı noktaları ortaya koymuş demokrasi ile ilgili. Önce bir önceki yazısında değindiği birkaç hususa açıklama getirip, itirazlarımı yapayım; sonra tartışmaya devam.

 

Benim “Türkiye Halkı”ndan kastım, eğitimlileri ve seçkinleri de kapsıyor; yani Türkiye’ deki tüm seçmeni. Eğitimlilerin daha da problemli olduğunu düşünürüm zaman zaman; Kemalist damar çok daha güçlüdür çünkü. Halkın demokrat bir demokrasi talebi olma ihtimali, sadece Türkiye’ de değil, her yerde zayıf ama bu ne seçmeni küçümsememize ne de demokratlık adına, sadece seçildiği için iktidarın her yaptığını doğru ya da yanlış kabul etmemize yol açmalı. Benim o yazıdaki argümanım esas olarak, iktidardaki ya da iktidara talip olan siyasi partilerin icraatlarının, kendi zihniyetlerinin doğrultusunda ama kamuoyunun talepleri kadar olmasa bile, onların sınırlarını zorlayabildikleri kadar gerçekleşebilmesi ihtimaliydi; aksi takdirde, böyle bir sistemde iktidara gelmeleri zorlaşır. Öte yandan, evet, kışkırtanlar hep olacaktır da, niye bu kadar kolay kışkırıyor ahali sorusunun net bir cevabı yok herhalde ama, bunun önünü almanın yolu, temel insan hak ve özgürlüklerinin anayasal güvence altında olması ve çoğunluk kararına bırakılmaması.Gelelim demokrasi tartışmasına.

 

Modern çağın ulus devletlerinde demokrasinin olmazsa olmazı serbest piyasa ve bireydir. Her birey tektir, biriciktir, hakları vardır; rasyoneldir – beklentileri de öyle; zaten serbest piyasa ekonomisi de onun için doğru düzgün çalışır. Demokrasi, bireysel tercihlerini yansıtır; onun için seçimler kişisel ve gizli oyla yapılır; herkes kendisi için en doğru olanı seçtiğinde ,zaten “o” toplum için de iyi olacaktır çünkü toplum zaten homojen denebilecek bir kültür yapısına sahiptir. Bireyler özgürdür ama özgürlüklerini diğer bireylerin özgürlüklerini zedelemeyecek şekilde kullanırlar. Ortak payda ülke ve ulustur. Bu bir kontratlar / kurallar sistemidir ve toplumsal olarak yapılmış ve anayasa, yasa, tüzük gibi şekillerde yazıya dökülmüş bu kurallara her birey, bireylerden oluşan her örgüt uyar. Modernitenin yönetim biçimi olan demokrasinin evet, beğensek de beğenmesek de, gerekli koşulu sandık yani seçimdir. Varolan kontratlar / kurallar zincirinin bir katmanı olan seçim sistemi ise, var olan demokrasinin ne kadar liberal, ne kadar otoriter olduğunun hem bir göstergesi, hem de bir sonucudur. Bizimki gibi, %10 barajı olan, devlet yardımı ile sadece büyük partileri koruyan , temsilden çok istikrara önem veren seçim sistemlerinden çıkacak demokrasinin otoriter boyutunun oldukça yüksek olduğu kuşku götürmez ama bu yine de seçilenin meşruiyetine – daha önemli bir meşruiyet göstergesi bulunamadığı sürece – halel getirmez. Bu tür çoğu tartışmada temcit pilavı misali öne sürülen “Hitler / Mussolini de seçimle geldi” cümlesi ise bir gerçek ama tartışmaya katkı yapacak bir argüman değil. Demokrasi zaten, kendi karşıtlarını da içinde barındıran tek rejimdir.

 

Hızla değişen, globalleşen, ekonomik olarak çoktan ulus devlet sınırlarını aşan, siyasi olarak da aşma yolunda ilerleyen postmodern dünyada ise, bireyler artık kendilerini kimlikleriyle de tanımlıyorlar. Etnik, dini, siyasi, cinsel, mesleki ve benzeri cemaatleşmeler giderek önem kazanıyor. Birey haklarını tanıyan, ona göre biçimlenen liberal demokrasi ise cemaat taleplerine cevap veremiyor. Bir insanın eşcinsel olması ve özel yaşamını böyle sürdürmesi liberal demokraside gayet olağan bir durum. Ama homoseksüeller cemaatleşip, heteroseksüellerin en sıradan yaşam biçimlerine – mesela evliliğe – talip olduklarında, durum değişiyor; iş zorlaşıyor. En gelişmiş demokrasilerde yeni yeni çözülmeye çalışılıyor bu ve benzeri cemaatsel talepler ve bunun için halk oylamasına baş vurulmuyor, vurulmamalı da zaten. Türkiye’ de sık sık dile getirilen, “Kürtler de Türklerin her hakkına sahip, Cumhurbaşkanı bile olabiliyorlar” argümanı da bunun tipik bir örneği.

 

Modern çağın liberal(demokrasi) ve / veya otoriter (sosyalist vb) yönetim biçimleri bu yeni taleplere cevap vermekte yeterli değil. Demokrasilerde giderek önem kazanan “çoğulculuk” kavramı bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Üstelik, bireyler tek bir cemaatin üyesi de değiller; pek çok kimlik kesişiyor tek bir bireyde; ve birey artık bu kimlikleriyle (de) var olmak istiyor. Ataerkil zihniyet yeterli olmasa da, geçici çözümler üretebiliyor, çünkü cemaatlerle var olmaya alışkın. Üstelik cemaatlerin taleplerini de karşılayabiliyor otoriter zihniyetin tersine; bu nedenledir ki Ak Parti, ülkenin en önemli reformlarını gerçekleştirdi, halen de gerçekleştirmeye devam ediyor ama zihniyetinin elverdiği sınırlarda ve biçimlerde. Konuşarak, dinleyerek, anlayarak, anlatarak kısacası mutabakat arayarak değil, inandığı, uygun gördüğü ve bahşettiği kadar ve biçimde. Gezi’ ye ve benzeri protestolara Başbakan’ ın tepkisi yalnız yanlış değerlendirmek ve bu nedenle yönetememek değil, “ben sizin için neler yaptım,kıymet bilmeyen hayırsız evlatlar” tepkisi ayni zamanda. (Protesto eden gruplar içinde ise hiç de azımsanmayacak boyutta otoriter zihniyetli gruplar var; taleplerin oluşmasından,sunulma biçiminden ve dilinden bunu hemen gözlemlemek mümkün). 30 Eylül’ de açıklanacak Demokratikleşme Paketi de ayni zihniyeti yansıtıyor; buna rağmen ülkenin demokratikleşmesine ve iç barışına önemli katkılar yapması da son derece olası. Ancak, temelde uğraşılması gereken hususun demokrat bir demokrasiye ulaşma çabası olduğunu düşünüyorum. Konuşmayı, birbirini anlamayı, ikna etmek kadar ikna olmaya da hazır olmayı, tepeden inme çözümler üretmeden, toplum mühendisliği yapmadan, sizin için en doğrusunu biz biliriz demeden, hiç kimse için, hiçbir türlü güç kullanmanın meşru olmadığı, ilke, kural ve sözleşmelere uymanın erdem sayıldığı bir zihniyettir söz konusu olan. Tartışılması gereken de demokrasi nedirden çok, nasıl olmalıdır, içi nasıl dolmalıdır sorusudur.

 

Bu yazıyı, tartışmalara devam etmek üzere, Ali Bayramoğlu’ nun bugün Yeni Şafak’ ta çıkan yazısından bir alıntı ile bitireyim.

 

“ Demokratlık neyi savunduğunuzla ilgili olmaktan çok önce nasıl savunduğunuzla, topluma ve hayata nasıl dokunduğunuzla ilgili bir meseledir.

Dokunmak önce ‘ötekini’ görmek ve anlamaktır. Anlamak o zaman etkileşim demektir. Etkileşim ise eşitlikçi, özgürlükçü ilke ve kurallar etrafında şekillenen bir toplumsal mutabakata kapı açar. Demokrasiyi de bu mutabakat ve zihniyet besler.

Durum farklıysa, bizdeki gibiyse, yani demokrasi sadece bir kavram olarak ve sadece kullanım değeriyle ele alınıyorsa, yalnızca çıkar savunmak için edinilmiş geçici bir kimlik haline gelmişse tüm ‘demokrasi mırıldanmalarını’ bir kalemde geçmek gerekir.

Demokratlığın iki önkoşulu vardır.

İlki şimdiki anı yaşarken, şimdiki zamanın içinde önce kendini sorgulama ve mutlak kılmama çabasıdır. Farklı olanların varlığı ve talebiyle ilişkiyi bu çaba sağlar. Demokratın merceği bu nedenle topluma dönüktür; devlete, siyasi iktidara, siyasi partilere değil…

İkincisi, söz konusu kim olursa olsun, sorun ne olursa olsun, önce usullerin, kuralların, ilkelerin dikkate alınmasıdır.”

 

*************************

 

30 Eylül Pazartesi günü Demokratikleşme paketi açılacak. Beklentiler itiraf edilmese de yüksek. Gerek bu nedenle, gerekse yukarda değindiğim hazırlanma ve sunulma biçimi nedeniyle, eh tabii biraz da Ak Partiden geliyor diye mutlaka bir bölümü haklı, bir bölümü haksız pek çok eleştiri olacak. Ben umudumu koruyorum; ayrıca paket yetersiz de çıksa, bugüne kadar olduğu gibi,bundan sonra da daha iyi bir dünya için çabalamaya devam etmek dışında bir seçenek yok zaten.

Comments are closed.