Güle güle Usta. Sen yapacağını yaptın, bundan öte ne var?

Erhan Hapae 20 April 2014
GABO ÖKSÜZ BIRAKTI

 

1981 yılıydı. Rumelihisarı’nda, Ali babanın kahvesi müdavimleri arasına birden bire düştü ‘Yüz Yıllık Yalnızlık’. Kapağında el ele tutuşup uçuşa geçen Mocando’lu ahalinin yer aldığı o kitap. Kitabı okuyuş şeklim neredeyse boşanma nedenimiz olacaktı henüz sekiz aylık evliyken. Karımı hiç duymaz haldeydim ne dese. Hiç böyle durumlara tahammül edecek biri değil. Ama sonra o da okudu da affetti beni.

 

Yaşar Kemal’de Nobel adayıydı o yıllar. Hisar Kahvede, Ela Aydınoğlu ile ikimiz, Nobeli Gabo’ya verdik hiç tereddüt etmeden. Hatta kurduğumuz cümle şu idi ‘ Böyle birisi var ise, Yaşar Kemal daha çok bekler-hatta ne hakla?’. Nasip bu ki, hemen ertesi yıl Nobel’i alınca Ela ile sarılıp birbirimizi kutladık aynı kahvede, üstüne bira içtik.

 

Fakir Baykurt, Demirtaş Ceyhun, Bekir bilmem neyi bile okumak talihsizliğinde bir nesildik. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal Tahir bir yana, Köy enstitülü derinliksiz ağa-muhtar edebiyatını külliyesiyle okumuş biriydim orta ikiden beri. Orta üçte Turhan ağabeyim Şolohov’ u getirip geldi de Kütahya’ dan, canımı kurtardım. Bir daha dönüp bakmadım.

 

Ahmet Altan ‘Dört Mevsim Sonbahar’ romanını, Orhan Pamuk ‘Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazmıştı bizim nesilden. İkisini de okudum, Ahmet Altan’ın hiçbir yazısını okumadım ondan sonra, taa ‘Taraf’ı çıkarana kadar. Kadınlar bayılırdı oysa.

 

Orhan Pamuk iki nedenle ilgimi çekti. Benim adım Kırmızı’yı yazdı sonra, biraz kısaltsa muazzamdı, yine de çok iyi. Birde bir röportajında; Yüz yılın romanı YÜZ YILLIK YALNIZLIK’tır dedi, bin yılın romanı ise herhalde KARAMAZOF KARDEŞLER. Aynı duygular içindeymişiz meğer, içim ısındı. Okumaya tekrar başladım.

 

Meğer onunda en sevdiği GABO imiş. Gabriel Garcia Marquez ve birde Dostoyovski.

 

Yalnız Orhan Pamuk’un o Türkiye’de çok beğenilen ‘Babamın Bavulu’ başlıklı, Nobel konuşmasını canlı izlemiş, zayıf bulmuştum. Mukayese edebileceğim tek konuşma, GABO’nun bir kitaptan okuduğum Nobel konuşması idi. Bir edebiyat konuşması böyle usta işi yapılabilirdi ancak.

 

Marquez bir şort ve iki tişörtle hukuk fakültesini terk edip Bogota’da gazetecilik yapmaya çalıştığı yıllar, bütün yazdıklarını içinde sakladığı deri doktor çantasını çaldırır. Bütün hazinesini yitirmiştir. Karın tokluğuna çalıştığı gazetenin editörü bu durumu başyazının altına bir not olarak düşer. Çanta sizde kalsın, yazıları posta kutumuza bırakabilirseniz minnet duyarız diye.

 

3 gün sonra hırsız notları posta kutusuna bırakır. Gabo yazılarına kavuşunca bir sürprizle karşılaşır. Hırsız müthiş bir ilk-okuyucudur, bütün metinlerin imla hatalarını kırmızı kalemle tek tek düzeltmiştir.

 

Bana kötülük etti tabi, çok uzun süre roman beğenemedim. Bütün kopyacılarını okudum. Latinlerin çoğunu, Amado’yu, İsabel Allende’yi hatta bizim Latife Tekin’i. (Sevgili Arsız Ölüm). Ne yapsam olmadı. İsabel’in ‘Ruhlar Evi’ güzeldi yalnız itiraf edeyim.

 

Büyülü gerçekçilik kavramı onun için icat edilmiştir. Güzeller güzeli Remedios’u, çıkan rüzgârda çamaşırlarla uçurup hikâyeden çıkaran, Başkan Babamızı yüzyıl taş zeminde uyutup, öldüğünde tahtı üzerinde sokaklarda dolaştırarak ölümünü gizleyen, 4 yıl sekiz ay 12 gün kesintisiziz yağmur yağdıran Marquez; ‘Yazdıklarım içinde gerçeğe aykırı tek bir satır bulamazsınız’ dedi bir gün. Bana inanmak düştü.

 

Güle güle Usta. Sen yapacağını yaptın, bundan öte ne var?

 

CARI.

Comments are closed.