Benim biraz umudum vardı.

Erhan Hapae 29 November 2013
MAYKOP’TA BİR GECE VAKTİ

 

O kuşluk vakti, kahve ikramı için yan masadan gelen davetle başlayıp, sonra yanımdakilerin Adige olmadığı ve burada ilk defa bulunuyor olmaları anlaşıldığında; kaçınılmaz olarak birer küçük votka kadehi yuvarlayıp, karşılıklı dualarla devam eden Adige sofrası, sonunda etraftan geçenlerin bazen zor, bazen gönüllü katılımları sonucu, yaklaşık otuz kişiye ulaşmış, on dört saatten beri sürüyordu.

 

Bütün bu zaman zarfında, masalar o gölgeden bu gölgeye taşınmış, sonunda gece serinliğinde lokantanın terasına karar verilmişti. Sabah Çerkes Peyniri ve omletle başlayan sofra faslı, fransuski, tatlı turşu ve şaşlıkla devam etmiş, masadan kalkıp uzunca bir süre sonra dönen birisinin getirdiği haşlanmış pavuryalarla cebelleşip, yine bir diğerinin arabayla evinden getirttiği Azeri havyarına ulaşmıştı.

 

Her yudumladığımda doldurulan küçük votka kadehi kaldıramayacağım kadar ağırlaşmaya başladığında, artık gizlice yere dökerek vaziyeti idare ediyordum. Masada dört dil konuşuluyor, benimle hiç alakası olmayan çoğu konuşma, benim sıkıntılı Çerkescemden geçip, diğerlerine öyle ulaşıyordu.

 

İncelikli iltifatlara dayalı, bitmek tükenmek bilmeyen bu sofra düzeni, hemen herkesin diğer herkese iltifat etmesini sağlayacak bir adap içinde yürüyor, sofra thamadesinin izniyle, canından bezmiş olanlar hemen bahçenin kenarındaki Belaya ırmağına kendilerini atıp, daha dirilmiş bir şekilde ama uzunca bir süre sonra sofradaki yerlerini alıyorlardı.

 

İlk üç saat için, dayanıklılık gösterip daha sonra ne zaman biteceği konusunda mızırdanmaya başlayan, biri Yunan iki misafir, zamanla düzene alışmış, karşılarında alkol yüküne rağmen epeyce edeple ayakta duran, ilk defa gördüğü ve muhtemelen bir daha hiç görmeyeceği Çerkes delikanlısına karşı; ‘yüzündeki parıltının, yüreğindeki ışığın bir yansıması olduğu’ndan dem vuruyor, tanrının; ona veçocuklarına bu güzel ülke ve asil yüreği gibi bir yaşam sunmasını dileyip, votkasını dikiyordu. Bunun altında kalmayacak olan diğeri; ‘soylar, ölüp toprağa karışır, o topraktan yapılmış kerpiç bir duvara, birbirini yitirmiş nesillerin çocuklarından biri sırtını dayarsa, duvaronu ısıtırmış’ türü benim anlamakta bile zorlandığım şeyleri, gözleri nemlenmiş bir şekilde söyleyip tercüme etmemi bekliyordu.

 

Kapmışlardı durumu. Gelen karşı cevaplar, daha kolay şeyler değildi. Prometheus ile demircinin oğlu Savsuruko’nun zihinsel akrabalığının, bir tesadüf olamayacağını, bizim geleneğimizi hiç bilmeyen birinin bu incelikte söz üretemeyeceğini, bu gelen asil misafirin artık buralı sayılacağını, evinin bir odasını ona armağan ettiğini bildirip, tercüme etmemi istiyordu.

 

Akşam serinliği çıktığında sofradan, bir süre sonra geri döneceklerini bildiren on kişiyi aşkın az içkili grup, aşağı yukarı gazanız mübarek olsun türü bir söylemle kutsanıp, uğurlandılar. Nereye gittikleri hakkında bir fikrimiz yoktu. Garson kızlar sofrayı yeniden kuruyor, servisler değiştirilip, yeniden votkalar açılıyordu. Thamade görevi yardımcısına bir süre devredip nehre gittiğinde, ben misafirlerim adına müsaade istedimse de yardımcı müsaade etmedi, sofranın daha yeni başlayacağını, bizleri bu arada protokollerle sıkmayacağını söyleyip, dertlerini dökmeye başladı. Zaten misafirlerinde sofrayı bırakıp gitme niyetleri kalmamıştı.

 

‘Başka bir kıza aşıktı, karısı bunu bilse onu piştovla vururdu, küçücük şehirde öğrenilmesinden ürküyordu, çok fena halde sarhoştu, sevgilisinin güzelliğini sözle anlatamazdı, görmemiz lazımdı.’

 

Sofrada kalanların biraz esprili itirazlarına aldırmadan içeri telefon etmeye gitti. Birazdan bir Jiguli otomobil gürültüler çıkararak sevgiliyi almaya gitti. O benim takıldığım biri değil, sevgilim diyordu. Meseleyi anlamaya çalışan sorumlu olduğum misafirlerle yaptığımız istişareden ona yardımcı olacak bir sonuç çıkaramamıştık. Yunan, ayrılsın o zaman diyordu, ben ise Katolik oldukları için bunun olamayacağını, sarhoş muhabbeti içinde duyurmaya çalışıyordum. O, ayrılmam, ikisine de yeterim iddiasını sürdürürken.

 

Gittikçe karmaşık hale gelmeye başlayan bu gecenin, nasıl biteceğine dair kaygılarımı yanımdakilere çaktırmamaya çalışırken, Şhaguaşe pikniğinden dönen iki araba dolusu, çoğunluğu kız, bir Rus grup yanaştı bahçeye. Thamadenin nehirde serinleyip masaya dönmesine denk gelmişti o an, o ve masadan birkaç kişi, biraz gürültülü ama neşeli bir şekilde gurubu masaya davet etmiş, onlarda bizleri kırmayıp, onurlandırmışlardı, Yunan’a öyle anlatmıştım, gerçek neydi Tanrı bilir. Garson kızlar yaşlı madonnanın direktifleriyle, sil baştan servisleri değiştiriyor, yeni yemekler taşıyor şanpanskiler patlıyordu. Alkolle buğulanmış gözlerimiz bu yeni kızların güzelliklerini keşfedememişti ki henüz, bahçeye gürültülü Jiguli yanaştı, derin bir sessizlik ve merakla bütün bir sofra o tarafa yöneldik.

 

Sevgili gelmişti.

 

Thamade’den izin alan yardımcısı, sevgiliye doğru yöneldi ve elinden tutup eteklerini savurarak bir tur dönmesini sağladı. Alkışlar ve gürültülü tezahüratlar arasında şaşkına dönen O, yanakları kızararak utangaç bir tereddüt içinde, gelip yanımıza oturdu. Ben karşıma oturmasını yeğlerdim.

 

Ve thamade, konuşma konusunu sevgili üzerinden tekrar başlattı. ‘Tanrı Adigey’de eksik kalmış tekbir güzelliği, çoook geç keşfettiği için, olağanüstü özenle yarattığı bu uzak doğulunun, Maykop’tadoğmasına müsaade etmişti. Sadece bu bile Tanrının; insanlıktan henüz umudu kesmediğinin bir işaretiymiş, sevgilinin bizleri onurlandırmasının şerefine kaldırmalıydık kadehimizi. Buyurun bakalım, laf yetiştir sen bunlara.

 

Sevgili; Kore savaşında Rusya’ya sığınmış bir anne ile Kafkasyalı Rus babadan doğmuş bir melezdi. Bir beyaz Rus kadar güzel, bir geyşa kadar çekiciydi, yanı başımda oturan Chemguy eşkıyayı seviyordu, ne yazık. Benim biraz umudum vardı.

 

Sıradan herkes iltifatlar yağdırıp, kadehlerini diktiler. Karşı tarafta oturan güzel Ruslar bile, hangi Koreli olduğunu unutup o güzel Vietnamlı için Tanrı’ ya şükrettiler . O, gururlu bir utangaçlık içinde hepimize, kendisini oraya davet ederek onurlandırdığımız için müteşekkirdi, şampanyasını dikti.

 

Sevgili sofraya bulaşana kadar, kadehlerin çoğunu yere döken ben, sessiz bir hüzünle tekrar içmeye başladım. Yunan artık kendisini, tercüme etmeyerek ihmal ettiğimi ima ediyordu, derdim bana yeterdi.

 

Adigey’de bu saatten sonra herkes kendi dilinde dua eder, diğer herkeste bunu anlar dedim.’ başının çaresine bak. Gerçekten de artık İngilizce, Türkçe konuşmalara, Rusça, Adigece cevaplar verilip hep beraber gülüşür hale gelinmişti. Daha ne olacaktı yani, tercümeye ne gerek.

 

Kararlıydım,ben derdime yanacaktım biraz.

 

Derken,birkaç saat önce kutsanıp ‘gaza’ya gönderilen genç gurup, yanlarında altın dişli bir armonikacıyla birlikte, alkışlar ve gürültülü tezahüratlar eşliğinde bahçeye dalmış, biz oralı olmayanların anlamadığı bir sözlü tezahürat sonrası, şereflerine kadehler kaldırılmış ve Elbruz hocanın bizlere öğrettiklerinden daha da hızlı bir Adige düğünü başlatmışlardı bile. Silahsız bir düellodan dönüyorlardı, bir tanesinin kaşının patlak, bir diğerinin burnunun kırık olmasının nedeni buydu, rakipleri hastanelik etmişlerdi. Ne durumda o diye sordu birisi,‘Tanrı’ya dua ediyor, canını bağışladığı için.’ Her halde rakipten bahsediliyordu.

 

Kontrolü elimden kaçırmıştım, sofrada iken hiç olmasa yanımda oturan sevgili, düğün kurulunca kim bilir hangi köşeye çekilecekti. Rus kızlar, bizim haşin delikanlıların sert figürlerini, aynı estetikle cevaplıyor, altın dişli müzisyenin, müthiş ritminin hakkını veriyorlardı. Sonra beni itelediler meydana, kaçıp kurtulacaktım fakat…. heyhat, karşımda dansa hazır, sevgili duruyordu.

 

Kaçamadım, oynayamazdım, başım dönüyor, ölüyordum…

 

Düştüm, kayboldum.

 

Bir masanın üstüne yatırılmış olarak uyandırıldığımda, başıma üşüşmüşler arasında ve en yakınımda O vardı. Avucu alnımdaydı, avucumda olsa emin olacaktım. (Nakıs vücudumu bu geyşaya teslim ediniz.) Bu ne saadetti böyle, beni Chemguy eşkıyaya tercih edeceğini hissetmiştim, hatta, daha neler.

 

Öyle değilmiş meğer sevgili, sadece doktor imiş. Tarifsiz kederler içindeyim.

 

Bütün umudum Chemguy eşkıyanın piştovlu karısında.

 

CARI.

Comments are closed.