Aileden kopuş, hem köylülükten hem de Çerkesler'den kopuş anlamına gelecekti, tabi. Belki tam istediği bu değildi ama çoğumuz gibi o da bir çare bulamadı, bu duruma.

Erhan Hapae 18 February 2013
UZAKLARA KARIŞMAK

Atatürk Bulvarı’nda karşılaştık bir defasında. Yuvarlak tel gözlükleri, kruvaze lacivert takım elbisesi ve kolalı gömleği, ceket kollarından taşmış altın kol düğmeleri ve şık kırmızı kravatı ile o zamanki Ankara ölçülerinin üstünde seçkin bir hali vardı. Uzun boylu ve yakışıklı sayılırdı. Keseyhable ve aile içinde ismini duya geldiğim kişi buydu demek diye düşündüm. On yaşındaydım ve büyük kente ulaştığım ilk yıldı. Daha sonra Keseyhable’de ve büyüyüp genç bir lise öğrencisi iken birkaç kez daha karşılaştık kendisiyle.

 

Ankara’daki son yıllarımda ağabeyimin Kızılay’daki ofisine sık gelir gider olmuştu. Köyde burnu büyük ve kibirli olduğuna dair dedikodularını dinlediğim birisiydi. Zamanla kahve ikram ettiğim ve her ikramımla esprili takılmalarına maruz kaldığım bu adam bana kibirliden çok çözemediğim başka bir sıkıntının esiri gibi gelirdi. Bizleri gördüğünde Çerkesçe konuşma isteği artar, köyde ölen kalanlarla ilgili olmadık detayları sorardı ki çoğu da benim bilemeyeceğim şeylerdi aslında.

 

Kendisi ile bu resmi ilişkime rağmen ailesi ile köyde durumum farklıydı. Annesine ‘’hala’’ diyordum ve çok yakın olmasa da babamla kuzen olduklarını sanıyordum. Meğer kaçırılıp teslim edildiği ve aileler arasında anlaşma sağlanıp düğün zamanına kadar nısees olarak kaldığı ev bizimkilerin eviymiş ve kuzen olma meselesi böylesine bir durummuş. Akraba değilmişiz aslında. Ama Babamla ilişkileri kuzen olmaktan öteydi, bizlere davranışı da bir hala’dan zerre farklı değildi.

 

Çorum’da lise olmadığı için orta mektepten sonra Samsun’a yatılı gönderilmiş, oradan Ankara Hukuk Fakültesi’ne gitmiş, bitirip hâkim olmuştu. İlk görevi Datça hâkimliği idi ve oraya ulaşmakta çok sıkıntı çektiğini, bir mandalina kamyonuyla dağları nasıl aştığını esprili bir şekilde anlatmıştı bir defasında. Adalet Bakanlığı’nda başmüfettişti benim tanıdığım yıllar ve Yargıtay üyesi bir yüksek hâkimin damadı idi. Daha sonra kendisi de Yargıtay üyesi oldu ve oradan emekli olduğunu biliyoruz. Peki, neden bizlerden bu kadar uzakta dedim, Seferbiy’e.

 

‘’Ailesi köyün ileri gelen birkaç ailesinden biriydi ama öyle anlaşılıyordu ki bir Cumhuriyet seçkininin kızı olan eşi ile kendi ailesi arasında sıkışıp kalmıştı ve ilk zamanlarda içine düştüğü bu tereddütlerin içinden sıyrılıp yeni hayatını seçmişti, elde olmayan nedenlerle. Bu çoğu bürokratın başına geldi aslında, benzer çelişkilerle düşüncelerimiz gitti geldi. İçinden çıktığımız köylüler için üzülüyorduk belki ama artık onlara benzemek de istemiyorduk. İlişkimizi nasıl ayakta tutacağımıza dair çelişkilerle bulanıktı kafalarımız. Annen ve baban hatırladığım kadarıyla,  bir şekilde onun kayınpederinin evine davet edilmişti. Seçkin karısının önünde, kendisini pek utandırmayacağını düşündüğü bir iki akrabasını onlarla tanıştırmaktan çekinmemiş görünüyordu ama bu ilişki çok sınırlı sayıda ve çok az kişiye nasip  oldu. Yine de davet ile ilgili seçimi doğru olsa gerekki kayınpeder ve kayınvalidenin nasılda soylu ve kibar insanlar olduğunu anlata anlata bitiremedi annen. Karşı taraf annen hakkında aynı şeyleri anlattı mı hiç emin değilim ama köye gelişlerinde eşini ve çocuklarını getirme cesaretini gösteremedi, bir daha. Tek başına gelip melon şapkası ve kruvaze ceketiyle köy camisinin önündeki tomruğa sırtını dayamış ihtiyarlarla Çerkesce konuşmaya özen gösterir, kendisinin de gözlerinden yaşlar gelene kadar gülüp eğlendiği semerkeov yapardı. Bu dilini rahatça konuşabildiği tek ortamı sanki çok özlemiş haliyle bizden biri olduğunu her defasında tekrar hatırlar, üç dört senede bir iki gün ayırdığı bu özlem giderme seanslarına, arkasından veryansın edip duran köylüler hiç ses çıkarmaz, onun eğlenip rahatlamasına zemin hazırlarlardı bir nebze. Köylülerin anlayış gösterip üzerine hiç konuşmadıkları, zerre soru sormadıkları karısı ve çocukları hakkında kendiside tek bir kelime etmezdi.

 

1930 larda doğmuştu ve bir Cumhuriyet çocuğu idi, nihayet. Cumhuriyet’in nimetleri onun yüksek bir yargıç olmasına olanak sağlamıştı. Bu olanaklar herkese sağlanamıyordu bir yandan, diğer yandan ise herkes de gerekli itina ve titizliği gösterip öyle olmayı başaramıyordu zaten. Cumhuriyet’e minnet duymasında bir sakınca olamazdı bir bakıma. Evliliği bir kurgunun neticesi miydi tam bilinemez ama eşi o seçkin gruptandı ve Çerkes değildi. Tabi seçkin derken bunu tırnak içinde kabul etmek gerekir. Cumhuriyet’in bütün yükünü omuzlamış hisseden Avrupalılar gibi giyinip tıpkı onlar gibi çaça yapmaya çalışıp olmadıysa yarım bir valsle idare eden bir ahaliden bahsediyoruz. Ne öyle uzun boylu bir felsefe konuşabilirsiniz onlarla ne klasik müzikten anladıkları var nede hukuk normları batıdakine benzer. Ama bir iki giderler o konserlere birazda protokol gereği. Zengin filan da değiller doğal olarak, işte öylesine bir seçkinlik. Diğer yandan onun bürokrasiye parlak bir çömez olarak başladığı yıllar ise  ‘’Çerkes olma’’nın kamusal alanda pek meşruiyet arz etmediği yıllardı.

 

Aileden kopuş, hem köylülükten hem de Çerkesler’den kopuş anlamına gelecekti, tabi. Belki tam istediği bu değildi ama çoğumuz gibi o da bir çare bulamadı, bu duruma.

 

Köylülükten kopuş zaten istediği bir şeydi evet ama Çerkesler’den kopuş için belki aynı duyguları beslemiyordu içinde. Belki kaygılandı, özledi, hayıflandı ama elinden gelecek pek bir şeyde yoktu kendince. Çocuklarını köyünden uzakta tutma isteği kimseyle tartışacağı bir şey değildi. Bundan emindi ama bu tavır, Çerkeslerden uzakta tutma anlamına da geliyordu aynı zamanda. Bunu ayırt etmek biraz zor bir şey. Ankara’da görüştüğü tek tük Çerkes içinde geçerliydi aynı kopuşlar, bu nedenle de pek zorlandı sayılmaz. Benzer insanlarla bir araya geldiğinde özlemle fısıldaştılar bazen, gençliklerinden kalma bir iki anılarını anlattılar birbirlerine, karıları başka dedikodulara daldıkları sırada, fıkralar kaberdeyler şapsığlar filan, sonra tembelliğimizden dem vurup neden adam olmayacağımızı anlattılar birbirlerine. İkna olmadılarsa da o kadar, bir suç ortağı bulmuş olmanın rahatlığına erdiler.’’

 

Köydeki evleri ayakta duruyor ama kimse kalmadı dedim ben, çocukları filan?

 

Şimdi suçlamamız kolay tabi ama birkaç nesil dedi böyle yitirdi bizi yahut ta biz onları.

 

Bütün bir nesil suçlu olabilir mi?

 

Devşirilmiş miydi yani? diye fısıldadım ben.

 

Seferby sigarasından derin bir nefes çekti, gözlerini gözlerimden kaçırdı, boğazın ışıklı akıntısına daldı.

 

Ve daha bir şey söylemedi.

 

CARI

Comments are closed.