Başlarına gelmiş olan o ‘Büyük Felaketle ilgili’ Fransa’yı-Almanya’yı- Baascı Suriye’yi ve otuz yıldır başını iç savaştan bir türlü kurtaramamış Lübnan’ı suçlayan bir Ermeni’ye rastladınız mı hiç?

Erhan Hapae 28 January 2013
AZ BİRAZ POLEMİK

Anadolu’dan sürülmüş Ermeni milleti de dünyanın dört bir yanına dağıldı, tıpkı Çerkesler gibi. Hadi Amerika’ya gidenleri şanslı sayalım, konumuz dışı kalsın.

 

Avrupa’ya gidenler; İki ayrı dünya harbinde birden, akıllara ziyan sefaleti ve ölümleri gördü Avrupa’da. Darfur çölüne sürülenler, nihayetinde Baas’ın eline düştü. Daha bu gün 60 bin sivilin canına kıyan Baas’ın eline yani. Bir kısım bahtı açık olanlar, Beyrut’u mekân eylediler-ki 1970’lerde yüz binin üstünde Ermeni’nin yaşadığı söylenir Beyrut’ta.

 

Başlarına gelmiş olan o ‘Büyük Felaketle ilgili’ Fransa’yı-Almanya’yı- Baascı Suriye’yi ve otuz yıldır başını iç savaştan bir türlü kurtaramamış Lübnan’ı suçlayan bir Ermeni’ye rastladınız mı hiç?

 

Ermeniler, bu ülkelerde çektikleri sıkıntılarla ilgili eleştiri ve itirazda bulunabilirler-kim ne diyebilir? Ama 1915’in hesabını onlardan sormaya kalksalardı ne kadar inandırıcı olabilirdi bu?

 

Sormadılar zaten.

 

Onlar, o ülkelerde uğradıkları eşitsizliklere itiraz etmiş olabilirler, bir insan hakları sorunu olarak veya demokrasi sorunu. Yoksa felaketimizin müsebbibi sizdiniz-suç ortağıydınız dese Fransa’ya, kim ciddiye alırdı bunu? Öyle yapmadılar. Bunun yerine ‘Baş Çelişki’yi doğru tespit ettiler; Suçlu Osmanlıdır ve onun mirasçısı – inkârcısı Türkiye Cumhuriyeti dediler.

 

Siyasetleri, bu tespit üzerinedir.

 

Can Nart, Çerkesler üzerinde oynanan büyük oyunda ve uğradıkları soykırımla ilgili Rusya’ya suç ortakları arıyor. Bu arayışta, bizzat bizim milletten yazan-çizen zihinsel ortağı çok ama o en yakınımızda olan biri. Onun için ona sorabiliriz bu soruları. Akıntıya karşı umutsuz bir kürek çekiş gibi geliyor bana bu.

 

Sürgünler şuna yanaşmış-buna kulluk etmiş, asimilasyona teşneymiş modır-mıdır. (Dolmabahçe sarayı, Ürdün payitahtı, Baas Kralı, batının kurduğu antikomünist örgütler gibi). Olabilir. Bunları ayrı konuşuruz elbet ama bütün bunlar, Rusya’nın büyük suçunu bir gram hafifletmez.

 

Bunu bir kabul edelim hiç gocunmadan. Diğer her şeyi adam gibi tartışırız, hiç kuşkusu olmasın kimsenin.

 

…………..

 

Yaşar Güven, son yazısında dindarları mücadelenin dışına itmiş bir kalemde. Çerkes milletinin ezici çoğunluğunu itmiş bir kenara desek yeridir. Gerçekte böyle düşündüğünü hiç sanmıyorum, bir kalem sürçmesidir muhtemel diye umuyorum. O zaman elinde birçok imkân var, düzeltebilir.

 

Guşıps çıktığından beri eksikliğini hissettiğim en önemli şey, dindar kalemleri aramızda göremeyişimizdir diye düşünüyorum. Yani ‘büyük-sessiz-Çerkes’ çoğunluğun sesi eksik burada. Bunu tamamlamamız gerekir ve bu, şekil-şemal gereği olmamalı.

 

Bilen bilir, tanrıya inandığımı bir suçüstü halinde ve tesadüfen yakaladım ama dinlere inanmıyorum. Tanrıyla arama bir elçi sokmak istemiyor olabilirim. Derinlemesine biliyorum da öyle yitirdim inancımı da diyemem. Ama durum böyle.

 

Yaşadığımız bu coğrafya bir yana, bizzat bütün Çerkes halkına baktığımızda, onların büyük bir çoğunlukla dindar, en azından Müslüman olduğunu görüyorum. Daha iyi bir yaşam-Çerkesler ve diğer herkes için-ancak onların değişimi ve demokrasi talebiyle mümkün. Dindar Çerkesler demokrasi talep etmez, destek vermemekte direnirse vay haline bizlerin.

 

Yaşar Güven’in önemli bir tespiti benimde katıldığım bir şey, Türk milliyetçisinden Çerkes nasıl olacak? Zor. Bir şeyde ben ekleyeyim; Türk ulusalcısından Çerkese ne fayda çıkacak? Bir kısım solcunun içine düştüğü tuzak ile ilgili bir yorum bu.

 

………….

 

Ergun Yıldız’ın Kaf-fed sitesinde yayınlanan son yazısını nasıl değerlendireceğiz peki? Samimi dersen ‘evet’ ama Rusya’nın biz Çerkeslere kötü davranmasının esas nedeni olarak Amerika’yı işaret etti. Birisi çıkıp Somali’dir dese çok daha ilgi çekecek bir yazı olurdu ama böyle yazdı işte. Her kimse bu ‘kına yakacak’ Amerikancı Çerkesler – o Putin’in uykularını kaçıran? Ve nasıl bir güçleri varsa bizim bilmediğimiz!

 

Yaşadığımız ülkenin okuma yazma bilen bilcümle uleması, bütün kötülüklerin arkasında Amerika’nın durduğundan emindir. Bu anlayışın sadece Türkiye coğrafyasına ait bir şey olduğunu sanırdım. Yanılmışım. Ülke sınırlarını aşıp Kaberdey-Balkar’a ulaşmış meğer.

 

Putin’in, Çerkeslere kötülük yapmak için ‘Amerikancılık yapıyor bunlar’ türü bahanelere ihtiyacı olduğunu pek sanmıyorum doğrusu. Bakınız Çeçenlerin imhası.

 

Sürgünün yeni ve ’beşinci müsebbibi’ Amerika olmasın sakın- taa 1864 yılından başlayıp???…….Ne diyelim şimdi?

 

Diğer söylediklerinde haklı bence,  güzel bir yazı olmuş.

 

Vunerov’a da bir iki lafım olacak bu arada ama başka bir zaman artık.

 

CARI.

Yorumlar (27)
  1. murat çelikkanat on said:

    sevgili Erhan ellerine sağlık çok güzel analizler.Türkiyede kendilerine sol diyen kesimlerin en büyük problemi Kemalizmin etkisinden kurtulamayıp , dinle barışamamak , bu konuda biraz gelişme gösterebilseler her şey daha farklı olabilir.sevgiler

  2. A Sayar on said:

    Surgunun sorumlusu elbette Rusya’dir. Baska sorumlular aramak zorlama.

    Tamam her kotulugun arkasinda Amerika’yi veya emperyalizmi aramayalim. Kolaycilik yapmadan ciddi tahliller yaparak aciklamaya calisalim olanlari. Ama sunu da biliyoruz. Amerika da sutten cikmis ak kasik degil.

    Ulusalci “solcu”lara gelince; Evet maalesef boyle kendini sol/sosyalist diye adlandiran aslinda milliyetci, ulusalci, Kemalist guruplar partiler var. Bunlarin sosyalizmle uzaktan yakindan alakalari olmadiklarini dusunuyorum.

  3. Shumaf Sencer on said:

    Yerinde tespitler, hepsine katiliyorum. Sivil politika yapan grup ve orgutlenmeler dogruyu ve gercegi soylemenin ve geregini yapmaktan baska yollari olmadigini görmelidir. Öne sürdükleri bahaneler bizzat Rusya tarafindan darmadagin ediliyor.Bunun görmekte hayli gecikti bazilari… Ustelik gecikmisliklerinin faturasini da isimlerini zikretmekten cekindikleri bir takim “Amerikanci”lara yaziyorlar. Ve hala Rusya’ya yazilan bir fatura yok, o yaramaz cocugu bizim Amerikancilar kiskirtmis meger. Pek Ala!
    Bir polemik de ben atayim ortaya: Bakalim bu sene “21 Mayis ile Soci ayri ayri ele alinsin” diyenler olacak mi? Ankara derneginin cikisindan sonra belki bu garabet söylem de mazi olur bu sene, ne dersiniz?

  4. necdet hatam on said:

    Garabet sizde mi bizde mi anlayalım bakalım:

    Çok uzun ama çok önemli. Lütfen Okumakla Kalmayıp Saklayın. Mutlaka Tarihe not düşülmeli.
    “Guşıps”ten bu kez inci değil, eveleme geveleme oylama da değil düpedüz çarpıtma, yalan dolan.
    Sayın Hapae Erhan, Can Nart, namı diğer Yusuf Taymaz’ın şu yazısını eleştiriyor:

    POLOMİĞE KATKI

    Soykırım ve sürgünü değerlendirdiğim “Ulusal Sorun ve Muhataplarımız” başlıklı yazımı Yaşar Güven (7) ve Hapae Erhan (8) eleştiriyor. Yaşar “1. derecede muhatap kimdir” diye sorarken Erhan’da “Baş Çelişki’yi” doğru tesbit etmemiz gerektiğini söylüyor.

    Yaşar muhataplarımızı derecelendirmekte siyasi bir yarar görüyor olabilir, oysa Çerkes halkının ulusal-demokratik mücadelesi perspektifinde böylesi bir derecelendirmenin anlamı yok. Çarlık Rusyası savaş süresince uyguladığı kıyım, iskan ve halkımızı köklerinden koparan sürgün politikaları ile soykırımın sorumlusudur. Osmanlı İmparatorluğu ise kendi tebası olarak kabul ettiği Çerkes halkını Rusyaya karşı yürüttüğü savaşta bir kalkan olarak kullanıp kırdırdığı, Rusya’nın sürgün politikalarına katılarak Çerkes halkını Osmanlı topraklarına dağıttığı, Osmanlının bütün savaşlarında kırdırdığı için soykırımın sorumlusudur. Çarlık Rusyasının halefi olan Rusya Federasyonu’da bu soykırımı tanımalı ve kapitalist dönüşüm sürecinde geliştirdiği anti-demokratik uygulamalara son vermelidir. Aynı şekilde Osmanlı Devletinin halefi Türkiye Cumhuriyeti’de asimilasyon ve inkar politikalarını terk ederek muhacerette yok olma aşamasına gelmiş halkımızın varlığını koruyacak demokratik hakları sağlamak zorundadır. Ve iki devlet, Rusya ve Türkiye anavatan ve muhaceret ilişkilerinin gelişmesi önündeki tüm engelleri kaldırarak, anayurda dönüş hakkı, çifte vatandaşlık hakkı, anadilde eğitim hakkı, siyasi temsil hakkı, kendi kaderini tayin hakkı vb. tüm demokratik hakların kabul edilmesini ve uygulanabilir olmasını sağlamalıdır. Eğer 21 Mayıs Yas Günümüz sürgün ve soykırım anısına yapılıyor ise konusu sürgün ve soykırımın halkımız üzerindeki olumsuz etkileridir, muhatapları ise bu olumsuz etkilere kaynaklık edenler ve etkinin sürmesine neden olanlardır. Rusya dışında muhatap tanımamak, Rusyayı tek muhatap kabul etmek ABD kaynaklı ve belkide Türkiye üzerinden geliştirilmesi düşünülen Kafkasya Baharı senaryolarına ortak olmak olabilir.

    Erhan baş çelişkinin önemi konusunda çok haklı. Fakat baş çelişki konusundaki tesbitinde mutabık değiliz. Bizim baş çelişkimiz suçluyu tespit etmek değil. O tespit çoktan yapıldı. Bizim baş çelişkimiz topluluk olmaktan çıkarak, modern ilişkileri üretebilecek toplum olabilmenin koşullarını sağlamaktır. Bu da anavatan ve muhaceretde demokratik mücadele ve kazanımlar ile asimilasyona karşı durmak ve anayurda dönüş hakkını kapsayan kendi kaderini tayin hakkını elde etmekle gerçekleşebilir.İşte bu nedenle anavatanda azınlık olan, muhacerette birçok bölgede dağınık yaşayan Adige ve Abaza halklarının şiddeti davet eden politikalara ihtiyacı yok.

    Elbette kapitalist üretim ilişkilerinin başat olduğu Rusya ve Türkiyede egemen sınıflar çelişkileri yönetemediklerinde otoriter bir vesayet rejimini tercih etmektedir. Kazanılmış ulusal-demokratik haklar geri alınmaya çalışılırken (Rusya), kazanılacak hakların da içi boşaltılmak istenebilmektedir (Türkiye). Bu nedenlerle Rusyada ve Türkiyede hükümetleri eleştireceğiz, ülkeleri değil.
    Hem de şu cümleleri başlığa çekerek.
    “Başlarına gelmiş olan o ‘Büyük Felaketle ilgili’ Fransa’yı-Almanya’yı- Baascı Suriye’yi ve otuz yıldır başını iç savaştan bir türlü kurtaramamış Lübnan’ı suçlayan bir Ermeni’ye rastladınız mı hiç?

    AZ BİRAZ POLEMİK
    Anadolu’dan sürülmüş Ermeni milleti de dünyanın dört bir yanına dağıldı, tıpkı Çerkesler gibi. Hadi Amerika’ya gidenleri şanslı sayalım, konumuz dışı kalsın.

    Avrupa’ya gidenler; İki ayrı dünya harbinde birden, akıllara ziyan sefaleti ve ölümleri gördü Avrupa’da. Darfur çölüne sürülenler, nihayetinde Baas’ın eline düştü. Daha bu gün 60 bin sivilin canına kıyan Baas’ın eline yani. Bir kısım bahtı açık olanlar, Beyrut’u mekân eylediler-ki 1970’lerde yüz binin üstünde Ermeni’nin yaşadığı söylenir Beyrut’ta.

    Başlarına gelmiş olan o ‘Büyük Felaketle ilgili’ Fransa’yı-Almanya’yı- Baascı Suriye’yi ve otuz yıldır başını iç savaştan bir türlü kurtaramamış Lübnan’ı suçlayan bir Ermeni’ye rastladınız mı hiç?

    Ermeniler, bu ülkelerde çektikleri sıkıntılarla ilgili eleştiri ve itirazda bulunabilirler-kim ne diyebilir? Ama 1915’in hesabını onlardan sormaya kalksalardı ne kadar inandırıcı olabilirdi bu?

    Sormadılar zaten.

    Onlar, o ülkelerde uğradıkları eşitsizliklere itiraz etmiş olabilirler, bir insan hakları sorunu olarak veya demokrasi sorunu. Yoksa felaketimizin müsebbibi sizdiniz-suç ortağıydınız dese Fransa’ya, kim ciddiye alırdı bunu? Öyle yapmadılar. Bunun yerine ‘Baş Çelişki’yi doğru tespit ettiler; Suçlu Osmanlıdır ve onun mirasçısı – inkârcısı Türkiye Cumhuriyeti dediler.

    Siyasetleri, bu tespit üzerinedir.”

    Şu cümleye dikkat lütfen.

    “Bunun yerine ‘Baş Çelişki’yi doğru tespit ettiler; Suçlu Osmanlıdır ve onun mirasçısı – inkârcısı Türkiye Cumhuriyeti dediler.”

    Sayın Hapae yazının şapkasında Çerkesleri saymadı ise de şapka ile yukarıdaki cümleyi alt alta yazdığımızda; Sayın Hapae, Ermenilerin Osmanlılar dışında kimseyi suçlamadıkları, suç ortağı saymadıkları görüşünde olduğunu söyleyebiliriz. Bir de Osmanlılar dışında kimseleri suçlayan bir Ermeni varsa eğer, Can Nart’ın Osmanlıya ilişkin bu tespitine katılırım anlamı da çıkmaz mı?

    Sayın Hapae Çerkeslerin balık hafızalı sayıyor olmalı ki daha dün gibi Bir Ermeni’nin soykırımdan Çerkesleri sorumlu tuttuğunu, kendisinin de aynı görüşü savunduğunu ve bana “ah bir yüzleşsek” başlıklı üç yazı yazdırdığını unutmuş görünüyor.
    İşte Önce Ermeni’nin yazısı
    Çerkeslerin Ermenilere yapılan soykırıma katılımına dair sorular/ Sarkis Hatspanian

    1 Vote

    Sarkis Hatspanian

    “Kendi milletinin tarihini bilmek mutlu olmak için yeterlidir.”
    Çerkes Atasözü

    Elen düşünür Epiktetos “Bir insanın bildiğini zannettiği bir şeyi öğrenmesi imkânsızdır” sözünü ne zaman söylemiş bilmesem de, ifade edilenin zaman aşımı olmayan fikirlerden olduğunu yaşam bize göstermektedir. İstanbul’daki dostlarım sağolsunlar, ben mahpusanedeyken sevgili Hrant DİNK’in bizlere yadigârı AGOS‘u birkaç ayda bir olmak üzere bana ulaştırmayı ihmal etmiyorlardı. Mahpuslukta basın-yayın postasının geldiği en çok beklenen o günler, bilgilenme açlığımın giderilmesine ayrılan, geceyle-gündüzümün karışıp da en az bir haftalığına uykusuz geçirdiğim zamanlara dönüşüyordu doğal olarak ! Buna “Hatspanian kaç gündür piyasada yok millet, mutlaka AGOS’ları gelmiştir” diye düşünmeye alıştırdığım mahpusane mahkûmlarıyla beraber, 2×3 metrekarelik tecrit hücremin duvarında en şerefli yere sahip olan ve o duvardan, tüm o mağduriyet döneminin acı ve eziyetlerini benimle birlikte çekiyormuşçasına sessizce beni izleyen -bilen bilir- hep benimle olan Hrant’ın Marmara’ya açılıp da balık tuttuğu o güzelim resmi de şahitti.
    Deniz kenarında doğma-büyüme olan bana, “artık denizleri olmayan” Ermenistan’ın bir mahpusane hücresine dahi girmeyi becererek denizin sularını getirmeyi beceren Hrant’a “ölümünden sonra bile” o kara günlerimde mavi sulara yelken açmamı sağlamış olmasından dolayı müteşekkirdim tabii ! Onun çok güzel 4 fotoğrafını bana daha mahpusluğumun ilk aylarından itibaren sıkça ziyaretime gelen Ermenistan Gugark Bölgesi Dini Lideri hısımım Sebuh episkopos Çulcuyan getirmiş ve bu ince davranışını da “okul arkadaşın sana zor günlerinde moral ve güç verir diye düşündüm” şeklinde açıklamıştı. Sebuh Srpazan sayesinde “o günden sonra Hrant’la bütün sorgulara da, mahkemelere de, bu mahpusaneden o mahpusaneye, bu hücreden öbürüne de hep beraber gidip-gelerek mahpusluğun üstesinden de geldik işte” diyebildim. Sonuç olarak, 5 yıldan beri sadece bedenen aramızda olmayan Hrant’ın katledildiği 19.ocak.2007 günkü AGOS gazetesinde yayımlanan “Ruh halimin güvercin tedirginliği” başlıklı son yazısındaki “… gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?” anlatımına neredeyse % 100 uyan şahsımın son 23 yıllık Doğu Ermenistan biyografisiyle, vücudumun tüm hücreleriyle, 24 saat boyunca, hiç aralıksız ve derinden hissederek yaşadığım ruh halini yakından bilenler de “yol-daşlığımızın”şahididir ayrıca… Kendi tasavvuru olduğu halde, bana ait olmayan kelimelerle ‘beni benden daha iyi anlatan’ onun bu benzetmesi her aklıma geldiğinde yüzümde acı bir tebessüm belirir, elimde olmadan düşünceler denizine dalıp açılabildiğimce açılır, hiç yakalayamayacağımı bildiğim halde uzakların ufuklarına doğru kulaç atmamı sürdürürüm yine de… ve düşümdeki sonsuzluğun erişilmezliğine hayran olurum.
    Böylesi acı bir gerçeğin psikolojik tüm ağırlığını omuzlamış, kelimelerle anlatılması imkânsız denecek kadar zor “uğruna ölümlere gidip-geldiğim” vatanımın mahpusanelerinde politik tutsak olarak zincirlenmiş bir diaspora Ermenisi oluşumun ne anlam ifade ettiğini herhalde “bir ben bilirim, bir de hücremin kalın demir parmaklı penceresinden silüetine bakakalarak yıllarımı geçirdiğim ağzı var dili yok” 2 bin 800 yıllık Erebuni Kalesi !
    Hayat, hani dünyaya ilk geldiğimiz andan itibaren, ileride taşımak zorunda kalacağımız acılara “peşinen” ağlamakla başlıyor ya, sonra sadece “gülüyoruz ağlanacak halimize” şekliyle de devam ediyor, inanın ! Bu tabire bire bir uyan duygularla “zamanında Diyojen elinde gece feneri güpegündüz sokaklara düşerek adam aramakla ne kadar doğru etmişmiş yahu” diye derin bir acı hissederek mahpusanenin havalandırmasında günlerce deli-divane volta atmış olduğum onlarca sebeplerden birini bugün yeniden anımsayıp «Adaletin bu mu dünya?» diye tekrar kızıp-kudurmamın nedeni, Facebook sayfama AGOSWeb’ten ulaştırılan, 25.mart.2011 tarihli AGOS sayfalarında yayımlanmış ve benim cezaevinde olduğum zaman okumuş olduğum “Türkiye’deki Çerkeslerin önde gelen isimlerinden, Çerkes tarihi üstüne araştırmalarıyla tanınan araştırmacı-yazar Fuat Uğur ve Yaşar Güven adlı kişilerle yapılan bir söyleşi”yi (http://www.agos.com.tr/1915i-cerkesler-yapti-demek-yuzlesme-degil-inkrdir-1559.html)yeniden okuma bahtsızlığımdı.
    Sözkonusu söyleşinin koskoca puntolarla atılan “1915′i Çerkesler yaptı demek, yüzleşme değil inkârdır” başlığından tutun da, “o zaman iktidarda olan İttihad ve Terakki katliamları ordusu üstünden gerçekleştirdi”ye, oradan “Evet, Osmanlı ordusu içinde Çerkes subaylar vardı, Kürtler de vardı”söyleminden “ama Ermenileri koruyup, saklayan Çerkes aileler de vardı”ya varan masumiyet (!) edebiyatı bana “tehlikeyi sezinlediğinde başını kabuğuna çeken kaplumbağa”yı anımsattı. Hele hele, buna bir de “bugün Fuat Uğur ya da Yaşar Güven’in birer Çerkes olarak ‘Ermenilerden Özür Diliyoruz’ kampanyasında imzası var ise zaten bu yüzleşmeye hazır, bu cesarete sahip Çerkesler de var demektir”i eklemeyi unutmasak da, içim “Yorumsuz” karikatürlere benzettiğim yukarıdaki söylemlerin suniliğini bir türlü sindiremedi gitti !…
    L.Tolstoy’un “Af dileyen kendi kendini itham eder” diye çok anlamlı bir sözü varsa da, ben bu ithamın değer kazanma, yani insani-ahlâki ihtiyacının karşılanabilmesinde selameti Farabi’nin “Önce doğruyu bilmek gerekir; doğru bilinirse yanlış da bilinir, ama önce yanlış bilinirse doğruya geç ulaşılır”sözlerinin içeriğinde aramakta buluyorum yine de ! Bu bağlamda, hangi halktan olursa olsun, “T.C.” doğumlu olup da kendini aydın tanımlayan insanlardan birçoklarında ne yazık ki varolan en belirgin handikapın işte Farabi’nin bu “doğruyu bilmek” olarak formüle ettiği düşüncesinin o çevrelerce içselleştiril(e)meyişiyle ne denli doğrudan bağlı olduğunu görüyor ve o önemli engeli aşabilmenin tek yolu-yönteminin de yine Farabi’ye ait “Dosdoğru konuşun ! Kelimeleriniz güneşin ışığı gibi doğruca kalplerimize girsin” ahlâki öğüdünün bu insanlar tarafından ertelenmez bir görev olarak algılanıp, layıkıyla yerine getirilmesine bağlı olduğunu iddia ediyorum.
    Sözkonusu çevrelerin insanlarından çok çoklarının Ermeni lafının edildiği hiç bir yerde doğru, dosdoğru, şöyle namuslu bir duruşuna maalesef şahit olamıyoruz. Ve kolay rastlanmayan bu tavrın temelinde bence, bu topraklara ‘at koşturarak gelen’ halkların şimdi bulundukları yerlerin gerçek yerlisi olmamaları, toplumsal hafızalarında hep canlı kalan göçmen olma sendromunu hâlâ taşımaları, yani her şeye rağmen buralara bir türlü “yerleşememeleri”, kendi kendileriyle “barışık olmayı becerememe” gerçeği yatmaktadır. Bunun en belirgin ve önemli bulduğum göstergelerinin başında, her soydan ve boydan insanın aydın geçinenlerinin bile Ermenilerin anavatanı Batı Ermenistan adı yerine, hiç belirgin olmayan Anadolu yahut ondan da kötüsü, çok muğlak bir sis perdesi ardına saklanarak, hemen herkesin diline neredeyse yapışkan sakız olmuş “bu coğrafya” tanımlamasını yeğlemesi dahi, onların daha en baştan “dosdoğru” olmaktan nasıl kaçındığını ve kaypaklığa saptığını gözlemleme bahtsızlığını yaşayan benim gibi yüzbinlercesinin yüreğindeki yarayı hem yeniden kanatıyor, hem de bu türden bir davranışta bulunanların 1915 mağduru mezarları bile olmayan milyonlarca Ermeni’ye saygısızlık ettiğini anlamaktan bile aciz olduğunu bence “dosdoğru” göstermektedir.
    AGOS gazetesinin F.Uğur-Y.Güven çiftiyle yapmış olduğu söyleşiden edindiğim intiba, pek üzülerek söylüyorum ama, onların kendi tarihlerini bilmediklerini ve fakat bilmedikleri hakkında öylesine pervasızca fikir yürütmekten de hiç çekinmediklerini görmek oldu. Onlar, bunu yaparken ille de yüzyıllar önce Montaigne’nin ifade etmiş olduğu “Ne tuhaf: İnsanlar en az bildikleri şeyler hakkında en fazla fikir yürütürler” sözlerinin ne kadar doğru olduğunu ispatlamak için biribirleriyle yarışıyorlarmış gibime geldi sanki… Bu söyleşi hakkında fazlasıyla öğretici olduğunu umut ettiğim sadece tek bir örnek üzerinde durarak, izninizle asıl söylemek istediğime varayım ve aşağıda parantez içinde sunacağım anlatımlardaki saçmalamaların açık ve net bir şekilde görülüp-anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışayım isterseniz.
    ***
    Ama bunu yapmadan önce, mutlaka Çerkes ve Ermeni halkları arasında Kuzey Kafkasya dağlarında M.S. 11-12.inci yüzyıllarda başlayan, 15.inci yüzyıldan itibaren gelişen ve günümüze kadar da varolup süregelen iyi komşuluk ilişkilerini kaydetmek gereklidir. Bugün de Çerkes topraklarında yaşayan yüzbinlerce Ermeni, bu iki halk arasında hiç bir sorun yaşanmaksızın barış içerisinde birarada varolup yaşayabilmenin iyi bir örneğini sergilemektedir. Rusların “Bradyaga-Razboynik-Gravapitsi-Gortsi”/”Göçebe-Talancı-Kan içici-Dağlı” olarak tanımladığı Çerkeslerin “Zemledzelets-Skatavod-Trudalyubiviykh” yani “Toprağı işleyen rençber-Hayvan besleyen-Çalışkan”a dönüşmeleriyse yine pek yaygın Rusça bir halk deyimiyle “Etı byila blagadarya Armiyanam”/”Ermeniler sayesinde olmuştur” gerçeğinin tarihçesini bilmediğini sandığım bu ikilinin bir Ermeni gazetesiyle kıraathane sohbetlerine katılırcasına gayr-ı ciddi söyleşilerde bulunmasının işlenen bir gaf olmasından çok abesle iştigal halini hatırlatıyor olması düşündürücüdür. Konunun nesnel olarak irdelenmesi için onu bence, 1864 sonrası Tsarlık Rusyasınca işgal edilen anavatanları Çerkesya’dan zorla sürgün edilme mağduriyetini yaşamış olan Çerkeslerin, Kuzey Kafkasya’da yüzyıllarca yan-yana, iç-içe, dostane ilişkiler içerisinde bulunarak yaşadığı Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan soydaşlarına karşı gerçekleştirilen kanlı katliamlara görülmemiş bir barbarlık sergileyerek ve çok aktif katılmalarını anla(ya)bilmenin imkânsız olduğunu kaydetmek ve eleştirilerimizin haklılığını işlenen bu vahşete katılımın açıklanamazlığında mutabık kalmayı becererek temellendirmek zorundayız.
    Bana göre bu muamma, Çerkes sürgünlüğünün 1864-1923 arasındaki 59 yıllık dönemini kapsayan zaman kesitinin çok detaylı olarak incelenip-araştırılması, karanlıkta kalmış bilinmeyenlerin en ince ayrıntılarına büyüteç altında bakılması, doğruların bulunması, bilinmesi ve varolan gerçekler hakkında herkesin bilgilenmesi yönünde yapılacak çalışmalar sayesinde ancak, o da sadece kısmen “anlaşılabilir” sanıyorum ! ICEBERG benzeri bu durumun, görülmeyen, karanlık kısmının aydınlanması dışında yapılacak hiç ama hiçbir şey, doğrudan yana tavır alıp, adaleti, hak ve haklıyı savunmak yerine, can çekişip-sürünmekte olan yanlışın suni teneffüsle yaşamını biraz daha uzatmaya çabalamak demektir ve bilinçli olarak sergilenen bu tür duruşlar bence, işlenmiş suçların tekrarlanmasına yeşil ışık yakmaktan başka bir işe de yaramazlar. Bu gerçeklikse bizlere bir kez daha F.Engels’in “Bir insanın kendisine sorması gereken öncül soru şudur; Gerçeğin ne kadarına tahammül edebilirim” sözünün haklılığını göstermesi bakımından çok önemlidir. Sahiden de, Marx, Engels, Lenin, Mao gibiler tarafından yaratılmış sosyalist literatürle tanışık ve barışık yaşamış, insanlığın kurtuluşu ve geleceği hakkında temiz ideallere gönül vermiş olan sayısız insan, Ermenilere karşı işlenmiş bu insanlık suçuyla ilgili çok açık ve net bir tavır, onurlu bir duruş sergilemesi gerekirken, neden klasik “3 maymun”u oynamaya eşdeğer “bin dereden su getirme” misali kıvırmalarla “kedi pisliğini örter” türü tavır takınmalara yeltenerek kendi kendilerini kandırmayı denerler anlamak hiç mümkün değil, inanın ! Engels’in deyişiyle tüm bu insanların “kendisine sorması gereken o öncül soru; gerçeğin ne kadarına tahammül edebilirim” gerçeğinden sözkonusu Çerkes araştırma-incelemecileriyle yapılan AGOS söyleşisi örneğinde olduğu gibi onların fersah fersah kaçmayı ya da başını kuma gömen devekuşuna özenmeyi denemeleri ne kadar abes ise, gazetecinin ‘suça iştirakla ilgili’ sorusunu bir isnad olarak kabullenip, tehlikeli virajları zararsız-ziyansız geçebilme niyetiyle sundukları bazı ‘argümanlar’ da bir o kadar komiktir.
    Gelin parantez içinde belirtilen bu argümanlardan birkaçına birlikte göz atalım isterseniz;
    […”Evet, Osmanlı ordusu içinde Çerkes subaylar vardı, Kürtler de vardı. Şimdi bu durumu bugün gündeme getirenler aslında şunu demek istiyor: ‘Ermenileri Kürtler ve Çerkesler katletti. Beyaz Türkler masum.’ Bu dürüst bir yaklaşım değil. Ben bir Çerkes olarak nasıl derim ki “Hayır, 1915’te Çerkesler yoktu”, elbette diyemem. Keşke bir Çerkes subay çıkıp da ‘Hayır, ben bu katliama katılmıyorum’ deseydi, bugün onunla gurur duyardım. Ama şunu da biliyorum; o dönemde pek çok aile de Ermenileri ölümden kurtarmış, bunları okuyoruz. O zaman ben de şunu söyleyeyim; Çerkeslerin içinde de yapılan katliamlardan kurtarılan Ermeniler vardır. Kayseri ve çevresinde 1915’te ölümden kurtarılmış, Çerkes köylerinde yaşamlarını sürdüren Çerkesleşmiş Ermeniler var. Bu bize neyi gösteriyor; Katliamlarda subay olarak görev almış Çerkesler olduğu gibi, bu katliamlara karşı çıkan Çerkesler de olmuş demek ki… Çerkes subaylar Ermenileri katlederken, Çerkes aileler de komşularını, dostlarını kurtarmaya çalıştılar.”]
    Söylenenlerden ben şunu anlıyorum. İki çeşit Çerkes var; biri subay olan, diğeri olmayan… Subay olan Ermeni halkını katlediyor, subay olmayan ise koruyor. Subay olan Çerkes’ten utanılıyor, subay olmayanlarla övünülüyor, gurur duyuluyor. Hani durum, biri kötü, biri iyi, neredeyse bire bir eşitmiş gibi gösteriliyor, böyle bir anlatımın şahidi oluyoruz. Çerkes cephesinde görülen resim bu !…
    Şimdi gelelim Ermeni cephesine; Katledilen, mezar yeri bile olmayan Ermeni ölüyor-yokediliyor, katledilmeyip de ‘kurtarılan’ Ermeni ise Çerkesleşiyor… Sonuçta, yani Ermeni, Ermeni olarak kalıp-yaşayamadığından yine yokoluyor, ama dini bütün bir müslüman Çerkes olarak hiç olmazsa ruhuna fatiha okunarak, mezar yeri belli oluyor ya, ne olmuş yani, bir problem mi var ? Gelin, varılan sonucu kaydedelim o halde; Çerkes cephesinde durum bir-bir, Ermeni cephesinde ise sıfıra sıfır, elde var sıfır ! İçinizde olur da “Fiziken katledilen Ermeniyle, fiziken katledilmeyen ama sonuçta yokedilen Ermeni arasında ne fark var peki ?” diye düşünenler olursa eğer, bunu soruya dönüştürüp, kendini Çerkes olarak tanımlayan Fuat Uğur’la Yaşar Güven’e yöneltiversinler lütfen !… Ancak, kendilerine yöneltilen bu soruyu yanıtlamadan önce birileri onlara Birleşmiş Milletler tarafından tanınan SOYKIRIM sözleşmesinde ne yazıldığını şöyle zahmet edip baştan-başa mutlaka okumalarını salık vermeyi de sakın unutmasınlar. Hatta, İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ ve ZAMAN AŞIMI OLMAYAN TEK SUÇ: SOYKIRIM tanımlamasının sadece 2.5 no’lu maddesini okumalarının bile sorulan sorunun yanıtını vermeye, yani pek gurur duydukları bu ‘kurtarma’nın «kendi gönülleri dışında etnik bir insan grubundan bir başka etnik insan grubuna dahil edilmeye mecbur edilme şartlarında inanç ve kimlik kaybına sebep olma» hallerinin de soykırım suçunu işleyip-gerçekleştirmenin affedilmez bileşenlerinden olduğunu öğrenmeleri için yeterli olacaktır. İzninizle ifade edilene bir ekleme de ben yapayım; eğer bu soruya cevap vermesi gerekecek bu Çerkes arkadaşlar, olur ya es kazara o“Kayseri ve çevresinde 1915′te ölümden kurtarılmış, Çerkes köylerinde yaşamlarını sürdüren Çerkesleşmiş Ermeniler”den olurlarsa, bence çok daha iyi de olur. Böylece aynı şahıslar nezdinde, 1915′te ölmüş Ermeni’nin daha sonra nasıl yaşayan Çerkes olduğunun, olabilindiğinin de canlı şahidi olmuş olur ve BM Soykırım sözleşmesi temelinde, 1915’e kadar Ermeni, o tarihten sonra Çerkes olan bir yerine iki acıya şahitlik yapması gerekecek tek bir insanla İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNEhep beraber yollanırız artık !
    Ancak söyleşide söylenenlerin satır aralarında olup, belki de sadece biz Ermenilerce görülen ve araştırma-incelemeci Çerkes arkadaşlar tarafından her nedense‘söylenmeyenler’ beni bir insan olarak çok daha fazla rahatsız ettiğinden, sizinle aslında onları paylaşmak istiyorum.
    Yukarıda parmakla gösterilircesine resimlenen iki çeşit Çerkes’ten biri, daha dün değil evvelki gün, yani 1864’te kendi anavatanı Çerkesya’dan Osmanlı İmparatorluğu’na sürgün edildiği halde, başka halkların anavatanındaki köy ve topraklara, oraların yerlilerine yaşatılan sürgünler, acı ve gözyaşı pahasına emrivaki iskân ettirilen ve bu devletin ordusu için taze kan olma özelliğine sahip olduğundan, asker bile olmadan hemencecik subay olan, diğeriyse öyle olmayan, ama o orduya ardı arkası kesilmeyen kadro yetiştirendir.
    Bunlardan subay olan, 5 bin yıldan beri kesintisiz hep kendi atatoprağında yaşayan, üstelik Osmanlı tarafından da “millet-i sadıka” olarak kabul edilip-tanımlanan mazlum Ermeni halkının bebek, çocuk, kadın-erkek, genç, ihtiyar, masum sivillerini barbarca katlediyor, subay olmayan ise onlardan bazılarını koruyor, hatta bazen Çerkesleştiriyor. Subay olan Çerkesler, aynı orduda kendileri gibi subay ve asker olan Ermenileri, yani kendi meslektaşlarını sırf Ermeni oldukları için enselerine tek kurşun sıkarak katlediyor, böylece subaylığın da, askerliğin de namusuyla şerefini yerle bir ediyorken, bunu yapabildikleri, yani Osmanlı Yüksek Kapısının Ermenilere reva gördüğü acı sona yığınsal ve aktif bir katılımı sağladıkları için de eli kanlı iktidarın kendilerine ganimet niyetine bahşettiği “neo-millet-i sadıka” rolünü gönüllü olarak üstlenmeye razı olduklarını da gösteriyorlardı. Bu tesbit, Osmanlı iktidarlarının geleneksel olarak taşıdığı sınırsız bir vahşet ve görülmedik barbarlık karakteriyle çelişir özellikleri gözlemlenmeyen Çerkeslerin, hem padişahlık, hem de meşrutiyet dönemlerinde devletin varlığını böylesine kirli bir işlevi görmesiyle borçlu olduğu askeriyesinin en üst kademelerindeki yağlı pozisyonların ele geçirilmesini hedeflemelerinden dolayı, o güne kadar işlenmiş bütün suçlardan da daha korkuncu, daha insafsızcasıyla, daha ağırının işlendiği soykırım suçunun gönüllü ortağı olmaları karşılığında layık bulundukları ödüllendirmelere oldukça uygun, insana mahsus manevi değerlerden yoksun bir kimliği temsil etmelerini kanıtlıyor olması nedeniyle düşündürücüdür.
    Dünyanın hangi ülkesinde devletin ordusunun kendi vatandaşlarına, askeri bir güç teşkil etmeyen, karşı safta bulunmayan sivil insanlara azılı bir düşmanmış gözüyle bakıp görülmemiş bir saldırıda bulunmasının başka bir örneği daha vardır bilmiyorum da, Ermenilere yapılan vahşetin çok az zaman sonra faşist Almanya tarafından Yahudilere de reva görüldüğü, yani tarihsel bir ilk gerçekleştirilerek, bir soykırımdan bir başka soykırımın fotokopisinin yapıldığı tüm insanlık tarafından bilinmektedir çoktan ! Ermenilerin katledilmesi için Ermeni olmanın dışında herhangi bir ölçüt olmadığından da, Ermeni asker, subay, memur, milletvekili, bakan, öğretmen, üniversiter, akademiker, müzisyen, din adamı, yazar, çizer, sanat ve zanaat adamı, zengin ya da fakir, amira, ağa veya işçi, köylü, emekçisi arasında hiç ama hiç bir fark bulunmayışı da işin kolaylaştırıcı tarafı olsa gerek ki, salt etnik aidiyet bu vahşeti gerçekleştirmek için yeterli sayılıyordu. Yani, Ermenilerin Çerkesler gibi iki çeşidi yoktu… tek tip elbise giydirilen ölüm mahkûmları misali onlar tek ve sadece TEK çeşittiler; ERMENİYDİLER !
    Bu böyle olduğu için de Ermeni’yi katledenle, “kurtarıp” Çerkesleştirenler arasında nasıl bir fark olabilir, anlamak gerçekten mümkün değil ! Öyleki, AGOSsöyleşisi kahramanlarının Çerkeslerin bir çeşidi yüzünden utanma, diğer çeşidi sayesinde gurur duymaya hiç ihtiyaçları olmadığı gibi hakları da yoktur. Dahası, 1864′te Osmanlı’ya sürgün edilen Çerkeslerin, kovuldukları anavatanlarındayken dost ve komşu oldukları, uygarlık düzeylerinden istifade ettikleri tek halk Ermenilerdi ve bu ilişkinin yüzyıllarca süregelmiş bir geçmişi vardı. Üstelik, o zamanlara ait olan “bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır” halk sözünün haklılığı temelinde, bu iki halk arasında en azından 750-800 yıllık bir ”hatırı sayılırlık” da vardı. Osmanlı’da Çerkeslerin Ermeniler dışında yakınen tanıdığı, iyi bildiği, dost gördüğü başka da hiç ama hiç bir halk yoktu. Ermenilerin ne kadar barışçıl ve kim olursa olsun hiç kimseye zarar vermeyen, çalışkan, yaratıcı, ekmeğini taştan çıkaran, yetenekli ve uygar insanlar olduğunu her kim-kim, ama Çerkesler kendi adlarından da çok iyi biliyorlardı.
    Acaip ve anlaşılmaz olan da zaten buydu işte ! 1864 sonrası geldikleri Osmanlı’da Ermenilerle yeniden karşılaşan bu insanlarla, onların evlatları sarmaş-dolaş olup da onlarla dost olacaklarına, 1894, 1896, 1905, 1909, 1912, 1915, 1918, 1920, 1922 ve 1923‘lerde elleri nasıl gitti de o masum insanları boğazlayıp-kestiler, kesebildiler, hamile kadınların karnında henüz doğmamış bebeği dahi süngüleyip-öldürdüler, çocuk yaşta kızların ırzına geçtiler, yürümekten bile aciz ihtiyarları diri-diri yaktılar-yakabildiler, anlayabilmek mümkün değildir. Ve bu anlaşılmazın açıklanması için ter döküp, çaba göstermek de herkesten önce sürgün mağduru olduğundan Osmanlı’ya göçen Çerkeslerin günümüz aydınlarına düşmektedir.
    Bu, hem “Geçmişleriyle hesaplaşamamış halklar başkalarıyla barışamazlar” doğrusu, hem de “Cellat ile kurbanı, halk ve caniler arasında uzlaşma olmaz” diyen Arnavut asıllı İtalyan komünist A.Gramsci’nin sözlerinde ifadesini bulan gerçekliklere istinaden, onbinlerce Çerkes insanının alınlarına sürülen kara lekenin izlerini silmeyi denemenin de tek önkoşuludur.
    Her halkın tarihinde varolagelmiş gelenek-görenekleriyle, taşıdığı değerlerin ulusal kimliğine yansımasının, örf ve adetler hazinesinin göstergesi olan değerli sözleri vardır. Sosyo-kültürel çok zengin değerlerin bize ulaşmasında halk sözleri bazen manevi öğütlerin asıl taşıyıcıları olduklarından, onlar sayesinde sözkonusu halkın düşünme ve yaşam biçimiyle, değer yargılarını yakından tanıma olanağına da kavuşuruz. Çerkes atasözlerinden birinde “Zora düşen düşmanın da olsa yardım et” der, ancak 800 yıl birarada dostça yaşadığı Ermeni halkının en zora düştüğü zamanlarda, bırakın yardım etmeyi, ona düşmanca davranmış olması tezatının herşeyden önce taşıyıcısı oldukları kendi manevi değerlerine ihanet olduğunun bilincinde olan Çerkes aydınlarına, yine onlara ait “Eski yolu ve eski dostu terk etme” sözünü hatırlatarak yazımı noktalıyor, Ermenilere yapılan soykırıma katılımlarına dair sorularımın yanıtlarını edinene kadar bekleyeceğimi bildiriyorum.”
    Bu da Sayın Hape’nin yazısı:
    Erhan Hapae
    [email protected]
    24 Nisan / 29 Nisan Kayseri Mitingi (Ermeniler / Çerkesler)
    26/04/2012
    İki bahtsız halk. Uğraşıp duruyorlar, uğradıkları tarihsel zulmü bütün insanlığa anlatmak için. Ermeniler, Anadolu’nun esas sahipleri olmalarına rağmen, TEHCİR sonrası kılıç artıklarının sıkıştırıldıkları dünyanın en yoksul coğrafyasında bir hayat kurmaya çalışıyorlar yeniden. Diaspora, umulmadık diplomatik başarılara imza atıyor. Birçok önemli ülkenin parlamentosu 1915 tehcirini soykırım olarak kabul etmiş durumda. Türkiye yöneticilerini çıldırtmak dışında ne işe yaradığını henüz bilmiyorsak da bir muhalefet şekli olarak saygıdeğer. 80’li yıllarda Türk diplomatlara karşı yapılan silahlı katliamlardan vaz geçmiş durumdalar çünkü.
    Çerkesler ise daha yeni başladılar bu işe.
    Dün akşam 19.15 te Taksim de, 24 Nisan olaylarının 97. Yılını andı Ermeniler ve Ermeni dostları. Bu anma 3 yıldan beri yapılıyormuş, ben ilk defa katıldım. Herhalde bir üç bin kişi vardı ‘Sular İdaresi’ duvarının önünde. 1977 1 Mayıs’ındaki o ünlü DUVAR. Sessizce oturup Ermeni ağıtları dinledi gelenler/dinledik. 24 Nisan 1915 gecesi gözaltına alınıp Çankırı’ya götürülen ve kendilerinden bir daha hiçbir şekilde haber alınamayan 250 Ermeni aydınından onbeş-yirmisinin posterleri vardı ellerinde. Çok kısa bir açıklama ile saat 20.00 de sona erdirildi bu anma.
    Bu süre içinde Tekbir getiren sağcı bir grup ile Kızıl bayraklarında KHK (Komünist Halkın Kurtuluşu) yazan bir gurup, bir saat boyunca protesto etti, anma programına katılanları. Hayret etmiyorum artık.
    İmdat Kip, ‘Putin Geri Geldi’ başlıklı yazısında; Ubıh dilinin katili Rusya’dır ama cenazesi Türkiye’de kaldırıldı dedi, Türkiye de bunu unutmasın. 29 Nisan Kayseri Mitingi Türkiye’nin bu anlamdaki sorumluluğunu hatırlatmak içindir birazda. Çerkeslerin bahtsızlığı, bir zalimden kaçınca özgürlüğe kavuşacağız sanmaları belki. Kavuşmadılar. O zamanın ruhu özgürlüklerle ilgili değildi elbet, esas olan can kurtarmaktı anlıyoruz ama bir şans olup bir özgürlüğe uçabilirlerdi. Olmadı.
    Geldikleri ülke kendi halklarına da pek öyle özgürlükler tanıyan bir yer değildi. O kadar değildi ki, Çerkesler Osmanlıya geldikten tam 50 yıl sonra Ermenileri soykırıma uğrattılar, 73 yıl sonra Rumları sürdüler. Türkiyeli Çerkeslerin 1915 yılında ne düşündüklerini merak ederim. Kendi başlarına elli yıl önce gelmiş olan‘BüyükFelaket’, yeni komşularının başına geliyorken yani.
    Osmanlı’da, Çerkesler açısından yine de çok korkunç değildi durum, yahut biz öyle biliyoruz. Osmanlı dönemi boyunca, Çerkes kalmayı bir şekilde başarabildiler. Cumhuriyet’in son altmış yıllık dönemi ise dil ve kültürün katili oldu. İmdat Kip’in hatırlattığı sorumluluk tam da bu. ÇHİ nin mitingleri bu sorumluluğu hatırlatıyor bir bakıma ve bu bakımdan önemli. Esas hesaplaşma Rusya ile olacak elbet ama TC nin de çok kusuru oldu. Düzeltin şimdi demek isteniyor. Ülkenin işgalden kurtulup ayakta kalmasına çok yardımımız oldu ama bizlerin Çerkes kalması bu zihniyet devam ederse mümkün olamayacak. Bir ihmal filan değil bu, bir yasaklar silsilesi.
    Türkiye ayıp etti. Türk halkı değil ayıp eden, yönetenler.
    Bugün Çerkesler çeşitli görüş ayrılıklarıyla bu mitingi destekleyip desteklememeyi tartışıyorlar. Tartışmaya devam edebilirler, etsinler daha sonra ama ‘Çerkes kalabilmemiz için gerekli şartları talep ediyoruz’ demek bütün Çerkesleri ilgilendirir herhalde. Mademki hepimizin devleti, görevi bizi memnun etmek değil mi? Yoksa başkalarının devleti mi? Bu talebi bütün Çerkeslerin amasız/fakatsız dile getirmesi gerekir.
    Kayseri,Çerkeslerin yoğun yaşadığı ve diğer bölgelere göre dilini ve kültürünü görece daha iyi korumuş olanların yaşadığı bir şehir. Çerkesler için çok değerli bir şehir bu anlamda. Bu mitingin önemi burada.
    Bu şehre yakışır bir ses çıkaralım hep beraber.
    CARI.”
    Peki bu çarpıtma değil mi sizce de, yalan dolan değil mi?

    ‘1915’i Çerkesler yaptı demek, yüzleşme değil inkârdır’ » AGOS

    http://www.agos

    • Kanoko Kanşav on said:

      Sayın Necdet Hatam’ın ne yapmak istediğini anlayana aşk olsun. Yazdıklarının haksızlığı bir tarafa o kadar anlaşılması güç bir hırsla “kırıp döküyor ki” etrafını. Yaşı ve tecrübesiyle izahı mümkün olmayan bu tutum ve üslubuyla kendi saygınlığını zedelediğinin-kendisini daha da yalnızlaştırdığının farkında olmasını isterdim tabi ama çok umudum yok…
      Gelelim yorumuna.
      Erhan Hapae’nin daha önceki yazıları da dahil hiçbir yazısında Ermeni soykırımından Çerkesleri sorumlu tuttuğu şeklinde anlaşılabilecek bir cümle yok. Haspatyan da Ermeni soykırımını Çerkesler yaptı demiyor. Söylenen şu; Ermeni soykırımı sırasında Osmanlı otoritelerine tabi bürokrat-asker yada Ermenilerle aynı bölgelerde yaşayan Çerkeslerin bir bölümünün mağdur Ermeni halkına dönük kusurları olabilir-varsa bunlarla yüzleşelim. Katılıyorum. Çerkeslerin önemli kusurları var “Büyük Felaket” sırasında. Bu Çerkesleri toplum olarak/halk olarak Ermeni soykırımının sorumlusu yapmaz.Bunu iddia eden de yok.Tıpkı Çarlık orduları hizmetindeki “Kazakların” Çerkes soykırımındaki kusurları-ayıpları nedeniyle Çerkes soykırmını Kazaklar yapmıştır diyemeyeceğimiz gibi.Diyen de yok. Bunun böyle olması Kazakların kendi geçmişlerindeki kusurlarıyla yüzleşmesine engel değil, Çerkeslerin de. Sayın Hatam bunu anlayamayacak biri değil. Sorun anlama kapasitesinde de değil zaten,”kötücül ruhunda”.
      Sayın Hatam ben anlamam ille de Erhan Hapae ile kavga edecem diyorsa, makul bir kavga gerekçesi bulup , ulaşabileceğini sandığım telefon numarasını kullanarak yapsa da kavgasını , memleketi “garip hırslarıyla” meşgul etmese.
      Burada ufuk açıcı bir alıntı ekledim aşağıya. Bakın Hoca’nın bir yazısıyla ilgili Anzor Keref ve Yaşar Güven’in hocaya yazdıkları yazı ve hocanın cevabı aşağıda. Anlamak isteyenler için açıklayıcı.
      Selamlar

      Değerli Baskın Hocamız,
      Radikal’deki yazı dizisini okuduk. Özelde 2. bölümle (18.08.08) ilgili paylaşmak istediklerimiz var.
      “1850’lerin ortasında Müslüman Çerkesler Şeyh Şamil’in yenilgisi üzerine Hristiyan Rusya’dan sürüldüler. Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar, perperişan. Onlar için karınlarını doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere sahip olan ve korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar da Doğu Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan) Ermenileriydi.”
      Dizide özellikle zaman vurgusu da yaparak belli tarihlere dikkat çektiğiniz için yazma gereği hissettik.
      Çarlık Rusyası’nın Kafkasya’ da Çerkeslerle olan savaşı 1864’e kadar sürmüştür. Doğu cephesinde, Çeçenler’in ve Dağıstanlılar’ın yer aldığı, Şeyh Şamil (ondan önce de Hamzat ve Mansur) önderliğindeki savaş, Şamil’in 1859 yılında teslimi ile sona ermiş, ancak bu bölge için bir sürgün söz konusu olmamıştır. Adıge , Abhaz ve Vubıhlar’ın yoğunluğu oluşturduğu Batı cephesindeki savaş ise 1864’e kadar sürmüş ve sonrasında Osmanlı, Çarlık Rusyası ve İngiltere ittifakı ile yerli halkın %90’lık bölümü sürgün edilmiştir. Çarlık Karadeniz kıyısında Çerkesler’i istemedi. Evet, Osmanlı’ya sürgün gelenler müslümandı ama Abhazlar içinde Hıristiyan olanlar da vardı, onlar Abhazya’da kaldı.
      Yani 1850’lerin ortasında Anadolu’da henüz kitlesel bir Çerkes nüfusu söz konusu değildir. Ancak baskı ve süren savaş nedeniyle ittifak arayışı ve cephane desteği için İstanbul’a gelen Çerkesler’den söz edilebilir.
      Sürgün sonrası yerleşim alanları Sinop’tan Hatay’a bir hat üzerinde, Marmara Denizi Anadolu tarafı, Düzce, Sakarya ve İzmit çevresi ile Rumeli’dir. Rumeli’ye yerleşenler de, 1877-78 savaşı sonrası Rusya’nın talebi ile tekrar sürgün edildiler, çok az bir nüfus Kosova çevresinde kaldı, bir kısmı eski Yugoslavya’daki savaş sırasında anavatanına (Kafkasya, Adıgey Cumhuriyeti) dönüş yaptı.
      Doğrudur, perperişandılar. Yaklaşık bir milyon beşyüz bin insan sürgün edildi, yolculuk sırasında ve yerleşilen topraklardaki ilk günlerde beş yüz bin civarı insan öldü. İlk çıkılan limanlardan Trabzon’da 53 bin insan öldü ve Çerkesler istemedikleri pozisyonlarla karşı karşıya kaldılar. Ağaç kökleri ile yaşamaya tutunmaya çalıştılar, çocuklarını ölmemeleri için satmak zorunda kaldılar, yağma yaptılar… Tümü 1860 sonrası gerçekleşmiştir. Yağma, yakın çevrelerinde birşeye sahip olan her kesim için geçerliydi, yaşamak kaygısıyla tabi ki. Özelde Ermeniler’in hedef gözetilmesini gerektiren bir durum söz konusu değildi gibi geliyor bize.
      Aslında bizim ciddi kaygımız, Hamidiye alayları konusundan başlayarak ihalenin Çerkes ve Kürtler’e yıkılması durumudur ki bu konuda tez geliştiren araştırmacıların varlığından söz ediliyor. Osmanlı’nın yarattığı olumsuzlukla yüzleşmek yerine, ‘ihaleyi yıkabilir miyim, böyle bir yumuşak geçiş yapabilir miyim’ anlayışında olmak.. Yüzleşmeyi geciktirmek için gerekçe arayışı mı acep?
      Saygılar,
      Yaşar Güven ve Anzor Keref
      Jineps Gazetesi Yayın Kurulu Üyeleri
      26.08.08

      Sn. Baskın Oran’dan gelen yanıt:

      Sevgili Yaşar ve Anzor dostlarım,
      Anlaşılan, “1850”lerin sonu” yerine 1859 sonrası demem gerekirdi. Aklımda net tarih kalmamış, dönem kalmış, Oslo”da bakamadım. Radikal”de yayınlanan, o söyleşi metninin Radikal tarafından yapılan sadık çevirisidir. Ama bundan sonra daha dikkatli olacağım.

      Yalnız, Çerkesler’in Ermeniler’i özel hedef aldıklarını söylemedim. Ermeniler en kolay hedefti, çünkü zaten 1843 sonrası Kürtler’in saldırılarına uğruyorlardı. Üstelik, Çerkesler’i kovan Hıristiyanlarla aynı dindendiler. Din o zamanlar ‘kimlik”in temel direğiydi (hoş, şu anda da çok çok farklı değil ya).

      “İhale” konusunda endişeniz bence yersiz. Çünkü bir halkın kıyılması babında iki farklı durum vardır: 1) Halkların çeşitli nedenlerle birbirine kıyması. Bu çok tatsızdır, ama çok vahim değildir. Her zaman her yerde olmuştur; 2) Devlet”in taraflardan birine yardım etmesi ve daha kötüsü onları kışkırtması. Bu, çok vahimdir. 1915”te ve ona giden yolda olan budur. Onun için, Osmanlı”dan ve Jön Türkler”den başkasına ihale falan olmaz. Türkler, bu işi Kürtler’e ve Çerkesler’e yıkamazlar çünkü bu son ikisi “yaşamak için öldürmek” pozisyonuna çok yakındılar. Aynen, National Geographic Wild”daki belgeseller gibi. Jön Türkler ise “imparatorluğu kurtarma”ya çalışıyorlardı.

      Eğer kabul ederseniz, siz çok sevdiğim Çerkes kardeşlerime acizane tavsiyem şudur: O günkü Çerkesler’i aklamaya çalışmak yerine (ki, bu çok zor iş; olayı Kürtler üzerine “ihale” ederek kurtulma anlamına da çekilebilir), o günkü Çerkesler’in çaresizliğini vurgulamak ve bu başı dik insanların bu hale düşmesine ağıt yakmaktır. 1878 Berlin Antlaşması”nın 61. maddesindeki Çerkes kelimesini ortadan kaldırmaya imkan olmadığı sürece, tabii.

      Ben olsam, bu konuyu bir Çerkes olarak kendim dile getirirdim. Başkalarının bu konuyu istismar etmeye kalkmasını önlemenin en kolay yolu da budur kanaatindeyim. Şimdi, hiç kimse kalkıp da, bir Beyaz Türk olan B.Oran Jön Türkler’in yaptıklarını örtmeye çalışıyor, diyebilir mi?

      Sanıyorum, sanıyorum değil eminim, böyle bir tavır Çerkesler’in prestijinin birdenbire artmasına ve ayrıca dünya Ermenileriyle de kucaklaşmasına yol açacaktır.

      Son paragrafınızda sözünü ettiğiniz kimi araştırmacıların tarihi çarpıtmalarını ancak böyle önleyebilirsiniz gibime geliyor.

      Yüzleşmeyi geciktirmek artık mümkün değil sevgili dostlarım. Türkiye”nin resmî görüşü bunu geciktirdikçe batıyor. Tarihte olan olmuştur. Ben Osmanlı”nın alfabesini bile reddetmişim; günahlarını niye üstleneyim? Bu yüklenme yüzünden nefes alamaz hale geldik. “Savaş içinde çok üzücü şeyler olmuştur. Bunları TC yapmamıştır. Ama bugüne kadar lüzumsuz yere kimi günahları örttük; suçumuz budur. Artık örtmüyoruz. Ermeni kardeşlerimizin yasına biz de katılıyoruz” diyebilsek bir! Hem arınacağız ve rahatlayacağız, hem TC Ermenilerini kalbimize basacağız, hem de Ermeni diasporasındaki aşırıların yüzde doksan cephanesi havaya uçacak.

      Bilmem mutabık mıyız sevgili dostlarım.

      İkiniz aracılığıyla çok sevdiğim Çerkes kardeşlerime selamlarımı sevgilerimi saygılarımı iletiyorum.
      BASKIN ORAN

  5. necdet hatam on said:

    Sayın Khanokhue çok yorucu bir işe başladınız. Benim eleştirdiklerimin ya da “kötücül ruhumla çamur attığım masumların her birini” savunmayı yükümleniyorsanız eğer içiniz gerçekten çok zor.

    Ama ben sürdürmenizi dilerim. Kütülüklerimi sürdürme fırsatı verdiğiniz için de teşekkür ederim.

    Yalnızlığımdan dolayı sadece size değil kimselere de yakınmadığıma göre benim için üzülecek kadar “iyicil ruhlu” olmanıza gerek yok.

    Ama baskın oranın cevabi yazısı ble küstahlık örneği. Altını çizerek söylüyorum “küstahlık” örneği. Bunu yeterli görenler de zavallı. Ancak ben Çerkes Teavün Cemiyetinin önde isimlerinden Rahmetli Seyın Tıme’nin yıllar önce söylediğini ilke edndiğim için zavallığı benimsemiyor ve olaylara karıştırılan Çerkesler için de ağıt yakmıyorum.
    Thamıççağhuer zepessıme/ khıpfaşşeştım wıpesıme/ adığağher mekkuedı/ khıdaferer psekkuedı. Zavallılığı benimsersen eğer/ Sizin için yapılsın diye beklerseniz eğer/ adığağhe yok olur/ getirisi de günah olur.

    Sizin de savunduğunuz arkadaşlar gibi içinde olmanız gereken, yada içinde olduğunuz süsü verdiğiniz olayımıza “dışarıdan biri” gibi irdeliyorsunuz.

    Eğer içerden olsaydınız ve de halkımızla ilgili bir gelecek kurgunuz olsaydı Çerkeslerin Ermenilere 1915 uyguladıkları zulmü, nasıl özür dilememiz gerektiğini değil Ermenilerin gönümüzde uluslararası destekle anavatanımızı nasıl işgal ettiklerini dert edinirdiniz.

    Bir de Baskın Oran Hocanızdan özür dilemeizi gerektirecek bir “kötücül ruhun” bir yazısı:

    BASKIN ORAN GERÇEKLERİ ÇARPITIYOR MU NE…
    09.11.2008
    Dr. MEŞFEŞŞU Necdet Hatam

    Şimdilerde sanal ortamımızın gözde konusu Çerkeslerin-Ermenileri kıyıp kıymadığı… Taşı kuyuya atan Sayın Oran Radikal’deki yazı dizisinde;

    “1850’lerin ortasında Müslüman Çerkesler Şeyh Şamil’in yenilgisi üzerine Hıristiyan Rusya’dan sürüldüler. Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar, perperişan. Onlar için karınlarını doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere sahip olan ve korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar da Doğu Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan) Ermenileriydi.” dedi. Jineps gazetesi konu ile ilgilenip, sayın Oran’a, üzmemeye özen gösteren bir açıklama gönderdi. Sayın Oran da aynı saygı çerçevesinde bu kez daha doğru şeyler içeren ve “Sevgili Yaşar ve Anzor dostlarım,” diye başlayan bir yazı ile Jinepsi yanıtladı.

    Sayın Ahmet Köksal, Marje’de sayın Oran’ın tarihçiliğini önemsemediğini dile getirdi. Sayın Handan Demiröz ona katılmadığı yanıtını verdi. Sayın Soner Koçsav, sayın Oran’ın tarih bilgisine gerçekten güvenilmeyeceğini kanıtlar yanıtlarını hem Marje hem de CC’da yayımladı. Sayın Kuban da CC’da olaya ilgisiz kalmadı…

    Ben de önemli olmamasına karşın bu denli önemsenen bir konuya uzak kalamazdım.

    Sayın Oran’ı çok önemseyenler kusura kalmasın ama yukarıdaki alıntı, yazarımızın konumuzu hiç ciddiye almadığının, konumuzu hiç bilmediğinin, eğer biliyorsa gerçekleri çarpıtma çabası içinde olduğunun bir kanıtı. Sayın Oran’ın özensizlik örneği bu kısacık paragrafta bu kadar çok yanlışı bir araya getirebilmiş olmasına şaşmamak elde değil.

    “1850’lerin ortası” deyimini sürçü klavye kabul edelim.

    Peki Şeyh Şamil’in yenildiği tarih ile sürgün tarihini karıştırmasına ne demeli.

    Sürgünü din ayrılığına bağlaması daha da vahim değil mi? Eğer sürgünde belirleyici olan Müslümanlık olsaydı eski Osmanlı illerindeki Çeçen, Dağıstanlı sayısı Adige ve Abazalardan çok daha fazla olmaz mıydı?

    “Osmanlı İmparatorluğu’na sığındılar” deyimi, sürgünde Osmanlı’nın etkisini örtme çabası olarak algılanamaz mı?

    “Onlar için karınlarını doyurmanın en kolay yolu, bir şeylere sahip olan ve korunmayan insanları yağmalamaktı. Bunlar da Doğu Anadolu’nun (aynı zamanda Hıristiyan olan) Ermenileriydi” diyen sayın Oran, Osmanlı’nın Çerkesleri, belirli bir politika doğrultusunda topraklarına yerleştirdiğini bilmiyor olabilir mi?

    “Çok sevdiği Çerkes kardeşlerine” ilişkin bu bilgi sığlığı “Değerli Baskın Hocamız”a yakıştı mı?

    Profesör unvanı kişinin bilgisizliğini, özensizliğini, önemsemezliğini örtmeye yeter mi?

    Yağmalama sorununa gelince…

    Saklamaya ne gerek.

    Çerkeslerin yerleştirildikleri her yöredeki halklarla sorunları olmuştur. Belirli amaçlarla belirli yörelere yerleştirilmiş, yerleştiren otoritenin desteklediği Çerkeslerin komşularına sıkıntı verdiği de olmuştur.

    Ancak “Değerli Baskın Hocamız” arkadaşlarımıza verdiği yanıtta “İhale” konusunda endişeniz bence yersiz. Çünkü bir halkın kıyılması babında iki farklı durum vardır: 1) Halkların çeşitli nedenlerle birbirine kıyması. Bu çok tatsızdır ama çok vahim değildir. Her zaman her yerde olmuştur; 2) Devlet’in taraflardan birine yardım etmesi ve daha kötüsü onları kışkırtması. Bu, çok vahimdir. 1915’te ve ona giden yolda olan budur. Onun için, Osmanlı’dan ve Jön Türkler’den başkasına ihale falan olmaz. Türkler, bu işi Kürtlere ve Çerkeslere yıkamazlar çünkü bu son ikisi “yaşamak için öldürmek” pozisyonuna çok yakındılar. Aynen, National Geographic Wild’daki belgeseller gibi. Jön Türkler ise “imparatorluğu kurtarma”ya çalışıyorlardı. diyerek bu istenmeyen olayların suçlusunun Çerkesler olamayacağının altını çizer gibi yapmaktadır.

    Gibi diyorum, çünkü sayın Oran daha sonra yukarıdaki ile çelişen şu paragrafı eklemektedir: “Eğer kabul ederseniz, siz çok sevdiğim Çerkes kardeşlerime acizane tavsiyem şudur: O günkü Çerkesleri aklamaya çalışmak yerine (ki, bu çok zor iş; olayı Kürtler üzerine “ihale” ederek kurtulma anlamına da çekilebilir), o günkü Çerkeslerin çaresizliğini vurgulamak ve bu başı dik insanların bu hale düşmesine ağıt yakmaktır. 1878 Berlin Antlaşması’nın 61. maddesindeki Çerkes kelimesini ortadan kaldırmaya imkan olmadığı sürece, tabii.”

    Çok değer verdiğim kimi arkadaşlarımın da sayın Baskın Oran’ı ne kadar önemsediklerini, onun demokrat kişiliğine ne kadar güvendiklerini bilmiyorum değilim.

    Bense, büyük bir teşekkür borcum olmakla birlikte sayın Oran’ı hiç demokrat bulmam.

    Neden mi?

    Yıllar yılı Lozan Barış Antlaşması’nın Müslüman olmayanlar dışındaki azınlıklara ya da farklı dili olan halklara, kendi dillerini kullanma, dilleri ile yayın yapma hakkı tanımadığı hemen hepimizin bilincine kazınmadı mı? Kazındı. Bunun hala böyle sananlar yok mu? Var, hem de çok. Dahası, hala böyle sananlar arasında Baskın Oran severlerin az olmadığını da biliyorum.

    İşte durumun bizlerin bilincine çakıldığı gibi olmadığını, Lozan Barış Antlaşması’nı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının her birine, kendi dilini, her ortamda kullanma hakkı tanıdığını ben, sayın Oran’ın 1986’da Mülkiyeliler Birliği Vakfı’nca yayımlanan “Türk Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu” adlı kitaptan gecikmeli olarak, doksanlı yıllarda öğrendim. Anlaşmanın azınlık haklarına ilişkin bütün maddelerini ilk bu kitapta gördüm, okudum. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bu kadar uzun yıllar bu denli derin nasıl uyutulduğumuza şaşıp kaldım. Andığım anlaşma maddelerini ilk onun yapıtında okuduğum ve derin uykudan onun sayesinde uyandırdığım için kendilerine teşekkürü borç biliyorum.

    Ancak ilginçtir, sayın Oran’ın demokratlığına güvenmeyişimin nedeni de bu kitap. Antlaşmanın çok açık ve olumlu olan maddelerinin, yanlış şekli ile bilincimizde kalması için sayın Oran’ın elinden geleni esirgememiş olması ise çok üzücü.

    Dilerseniz önce bu bizi ilgilendiren maddeleri anımsayalım:

    “Madde 39

    Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık (medeni) haklarıyla siyasal haklardan yararlanacaklardır.

    Türkiye’de oturan herkes, din ayrımı gözetmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır.

    Din, inanç ya da mezhep ayrılığı, hiçbir Türk uyruğunun yurttaşlık haklarıyla (medeni haklarla) siyasal haklarından yararlanmasına, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde iş ve kollarında çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır.

    Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.

    Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.

    Madde 40

    Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyrukları ile aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden (garantilerden) yararlanacaklardır. Özellikle giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır”

    Görüldüğü gibi Müslüman olmayan azınlıklara fazladan bir hak tanınmıyor. Müslüman olmayan azınlıkların, her Türk uyruğu ile eşit haklara sahip olacağı vurgulanıyor. Altını çizersek Müslüman olmayan azınlıklara tanınan haklar, Müslüman azınlıklara zaten tanınmış haklar. Her Türk uyruğunun kendi dilini konuşabileceği, okul açabileceği, yayın yapabileceği de çok net… Lozan hakları tanımakla kalmıyor bir de bunları ayrı bir madde ile de güvenceye bağlıyor:

    “Madde 37

    Türkiye, 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik (tüzük) ve hiçbir resmi işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir.”

    Peki Lozan Antlaşması, Müslüman azınlıklara ya da her Türk uyruğuna tanımadığı hangi hakkı tanıyor Müslüman olmayan azınlıklara? Hakların korunması konusunda bu ayrıcalık. Lozan, Müslüman olmayan azınlıkların haklarının korunmasını, Milletler Meclisi’nin (bugün Birleşmiş Milletler Örgütü) garantörlüğüne bağlıyor: Madde 44’ten “Türkiye, bu kesimin bundan önceki maddelerindeki hükümlerin, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları ile ilgili olduğu ölçüde, uluslararası nitelikte yükümler meydana getirmelerini ve Milletler Cemiyeti’nin güvencesi (garantisi) altına konulmasını kabul eder.”

    “Değerli Baskın Hocamız”da Lozan Barış Antlaşması’nda durum bu kadar açık olmasına karşın kitabın giriş bölümünde, içeriği doğru olan (çünkü sayın Oran azınlık hakları değil azınlık koruma yükümlülüklerini yani Milletler Meclisi garantörlüğünü işaret ediyor) ancak hakların sadece Müslüman olmayan azınlıklara verildiği gibi anlaşılacak. “(…) Türkiye bu isteklere sonuna kadar direndi. Sonunda yalnız Müslüman-olmayan azınlıklara uygulanması koşuluyla, Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerine (bu arada Yunanistan’a da) uygulanan azınlık koruma yükümlülüklerini Kabul etti” cümlesini yazabilmiş ve bölümü şu paragraf ile bitirebilmiştir:

    “Böylece, genç Türk devleti, hem başka ülkelerin vermiş olduğu haklardan başka azınlık hakları vermemiş, hem müslüman azınlıkları azınlık kavramının dışında tutmuş (yani Müslüman azınlıklara bu hakların tanınmadığı yanlışını bilincimize bir kez daha çakıyor), hem de ‘kesim’in son maddesiyle. Batı Trakya Müslümanlarını (Yunan Sevri’nin varlığına rağmen) bir kez daha güvenceye kavuşturmuş oldu.”

    Tüm bunlara karşın dileyenler sayın Oran’ın demokratlığına yine güvenebilirler elbette. Ancak ben, okuduğumda bu bölümün altına şu soruyu eklemişim:

    “Yazarın demokratlığına gölge düşmüyor mu?”

    Bence düşüyor siz ne dersiniz?

  6. Shumaf Sencer on said:

    Sn. Hatam,
    Sizin paradigmaniz bizzat Rusya tarafindan yikildi, ama hirsinizi baskalarinizdan almak istiyorsunuz.

    Carpitmadan bahsedeceksek, Rusya’nin politikalarina karsit olmayi, siddet yanlisi olmakla es goren sizden ve az sayidaki fikri yoldaslarinizdan bahsetmek gerek. Ve bir de Rusya’daki devlet aklinin kendisinden… Sivil politika, demokratik mucadele… eksen bu, bunlardan bahsediliyor. Siddeti cozum degil sorunun bir parcasi goren grup ve insanlara yaptiginiz yakistirmalar hic dogru degil. Burada topluma faydasi olacak bir tartisma yasanmasi icin once bu tutumunuzdan vazgecmeniz, bunun yerine kendi politik onermelerinizi paylasmaniz uygun olur diye dusunuyorum.

  7. necdet hatam on said:

    Sayın Sencer üst perdeden bana tavsiyeleriniz bittiyse önce hangi paradigmamın yıkıldığını bir anlatsanız. Politik görüşlerimi de bugüne kadar hala okumadıysanız ve bilmiyorsanız çok üzülürüm. Ama kırk yıldır döne döne yazdıklarımı bilmiyor olmanızın kabahatini pek kendimde aramak istemiyorum doğrusu…

    Bakın benim gelecek kurgum çok net
    RF ile birlikte olabildiğim kadar özgür.
    Hiç olamıyorsam köle ama anavatanımda köle.
    Köle bile olsam benim bir gün kurtulma umudum hep var olacak.
    Diasporada kalmakt direnenlerin ise böyle bir umudu olmayacak. Çünkü onlar RF ya da TC’nin değil yok oluşun kölesidirler.
    Ben halkım için düşlediğim tüm güzelliklere anavatanımda kavuşabileceğime inanıyorum. Anavatanda toprağının bire on bire kırk verdiğini görüyor, yaşıyorum. Diasporadaki ülke topraklarının da bırakın bire kırk bire onu ekilen tohumun kendisini vermediğini görüyorum.
    Şimdi siz ve Dönüşe karşı olan ya da karşı olmayıp yetersiz bulan yada bizlerden daha vatansever ulussever olup diasporada daha mutlu olanlar sizler paradigmanıza göre nasıl bir gelecek kurguadığınızı anlatın bize..
    Ha az daha unutuyordum. Benim sözlüğümde bağımsızlık yok. Ben Rusya dağılır ise eğer adığelerin de yok olmasından korkuyorum. TC ve RF’nin bölgenin iki güçlü ülkesinin gelişmelerinin, daha demokrat olamalrını, daha müreffeh olmalarının dönüşe büyük katkısı olacağına da inanıyorum.
    Evet şimdi siz buyrun

    Biraz da Baskın Oran için yazdıklarıma da yanıt verebilirsiniz. Ya da Suriyedeki harabeye rağmen bir Rusya Baharı özleminin nasıl olup da halkımızı sevdiğimiz anlamına gelebileceğini de anlatırsanız çok sevineceğim ona da aklım ermemişti çünkü benim.

    • Kanoko Kanşav on said:

      Sayın Hatam;
      Anayurdu Ermeniler işgal ediyor da sizden başkasının haberi mi yok? Benim bildiğim Ruslar işgal etti Çerkesya’yı. Tabi size göre biz 450 yıl evvel Rusya imparatorluğu ile birleşmiş-nikahlanmış bir halk olduğumuzdan, Ruslar değil de 3-5 gariban Ermeni gözünüze batıyor. Normal.
      Bu ifadenizin “nefret söylemi” kapsamında değerlendirilmesi gereken yönünü geçiyorum. Size anlatmak zor bunu.
      Takıldığım kısım şu. Çerkeslerin gölgesine bile “kota” koyan RF’ye değil de bana iletmeniz enteresan “Çerkesyayı işgal eden Ermenileri”?
      Moskova’nın “gözünden kaçmışlar” demek ki:)
      Beni güldürdünüz, Allah da sizi güldürsün…

  8. Shumaf Sencer on said:

    Merhaba Sn Hatam,
    Meraklanmayin, sizin 40 yildir yazdiklarinizin bir kismini es zamanli, bir kismini da sizden sonraki jenerasyon olmam itibariyle, eski yayinlardan takip ettim, ediyorum. Tabi bu ilgim sizin kisiliginize degil, sizin gibi dusunenlerin 40 yildir ne yapmaya calistigini anlamak icindir. Itiraf ediniz ki sizin gibi dusunenler bu aralar pek ortalikta gorunmuyorlar, sayilari da sanki artmiyor gibi.
    Yikilan paradigmaniza gelince; bunu kisaca soyle ozetleyeyim, yanlissam duzeltin lutfen: “Cerkes diasporasi bulundugu ulkede demokratik mucadeleyi degil, anavatana donusun yollarini aramayi secmelidir. Bu arada da Rusya’nin devlet politikalari ile de celiski icinde olmamalidir.”
    Donuse inanan, isteyen kesim de dahil artik bu yukarida ozetlenen paradigmayi takip eden ciddi bir orgutlenme kalmadi. Eskilerin ardillari da yavas yavas bunu terkediyor. Yanlis anlamayin, bu benim gibi dusunenlerin degil, daha cok Rusya’nin sayesinde oldu. Onun icin kizmaniz gereken Rusya.
    Benim anlamadigim kismi ise su: donus gibi bir projeyi gerceklestirmek, neden diasporadaki kimlik mucadelesinin alteratifi olarak sunuluyor? Bu ikisi bir birini destekler, celismez, oyle degil mi? Kimligine sahip cikmayan bir topluluk bir yere gidecekse, neden Kafkasya’ya gitsin?
    Ikinci konu ise bu isin teknik yonu ile ilgili. Nufus transferi hangi ekonomik ve siyasal guce dayanarak gerceklestirilecek? Cerkeslerin boyle bir guce ulasmasi mi beklenecek yoksa, baska bir guc bunu bizim yerimize mi ustlenecek? Oyle ise bunun kosullari nelerdir? Sorulari artirabilirim ama simdilik bu kadar ile birakayim.

  9. necdethatam on said:

    Sayın Sencer.
    Dönüşün “D” sinden bile hiç haberiiz yok bu bir.
    Geçmişte kimlik mücadelesi yapıldıysa bir nebze bunu dönüşçüler yapmıştır bu iki
    Eğer dil kimlik ise anadilde okuyan yazan alfabe yayımlayan kurslar açan bu arada “deverim olur tüm haklarımızı alırız” diyen devrimcilerin(!)demokratların(!) alaylarına maruz kalan yine dönüşçülerdir.
    “Nasıl olsa internasyonal olmayacak mı?” “tek dile gidilmeyecek mi?” diyenler de güya devrimcilerdir.

    Bakın okumadığınız okuduysanız bile anlamadığınız pek anlayabilecek gibi de görünmediğiniz yazılarım da var.
    Sizin gibi yapanlara yani kendi paradigmasını politikasını gelecek kurgusunu anlatmayıp, sadece bizlerin paradigmasının iflas ettiğini, politikamızın yanlış olduğunu yazıp çizen, böylece kendi yaklaşımının daha doğru olduğuna inanılmasını bekleyen yöntemin çoktandır iflas ettiğini de yazdk biz.

    Buna “Olmayana ergi yöntemi” dendiğini de.

    Bakın ben çok net söylediğim halde siz gelecek kurgunuzun ne olduğunu söylemediniz. Doğru ya da yanlışlığı olabilir ya da olmazlığını tartışmaya daha sıra gelmedi.

    Anadili gibi bir problemniz var mı? Biliyor musunuz? Öğrenme gereğine unutulmaması gereğine inanıyor musunuz. Bunu nasıl sağlayacaksınız. Kültürel özerklik sözde verilmiş bir özerkliktir dolayısı ile bölgesel olması zorunluğu vardır diyordu ağabey ablalarınız. Siz ne diyorsunuz. Arasanızda bulmanız ihtimali zor kimlği hangi koşullarda yaşatacaksınız. Türkiyede özerk yönetim mi yoksa federasyonu mu düşlüyorsunuz. Hangi çerkes tarhsel topraklarında bunun gerçekleşebileceği gibi bir planınız var? Türkiyenin bir bölgesinin bir başka bölgesindeki çerkesin toplumsal hafızasında ne gibi bir yeri var?

    Özetle bırakın size göre zaten iflas etmiş politikamın iflas etmiş olduğunu anlatmayı. İlk yazınızda kendi politianızı anlatın demiştiniz a ben anlattım sıra sizlerde.

    Sayın Kanoko siz de dersinizi iyi çalışmamışsınız. İşgali de soy kırımı da biz burada dillendiriyoruz diasporada değil. Bunun anadilde yazılmış sayısız örenklerini yayımlanmış tv programlarını bulabilirsiniz. Ama sizin gözle sanırım yeryüzünün işgal edilmemiş coğrafyası yoktur. İstanbul Batı Anadaolu örneğin. İstanbulu yeniden ele geçirmek istemye “megalo idea” deniyor değil mi?
    Ben çok açık söylüyorum benim ideam o denli büyük değil. Anavatanıma dönmek halkımın kaderini paylaşmak. Özgür ise özgür köle ise köle olmak. Var olmaya çalışmak. Bunun ötesini görmüyor ve bunu yeterli buluyorum. Rusları işgal ettikleri Çerkes topraklarından kovmak gibi bir derdim de yok. Geçenlerde bağımsızlıktn söz eden bir arakadaşımız da vermiştim bu yanıtı. Bağımsızlık savaşı gibi bir savaş ihtmali doğarsa eğer ben kaçarım buradan. Milyonlarca insanımız gibi kendimi yok oluşa mahkum ederim.

    Siz de kendi planınızdan gelecek kurgunuzdan hiç söz etmiyorsunuz. Kendi politikanızı anlatın bana. Olur a benimser ben şimdiye kadar yanlış yaptım derim.

    Çarlık Rusyası anvatanımı işgal etmiştir. İşgalde de işgalden sonra anavtanın terk ettirilmesinde de Osmanlının hiç küçümsenemeyecek payı vardır. Savaşta yok olanlardan daha çok yok oluşa yaklaştırmıştır sğrgün.Anavatanda kalabilen bir avuç insan üretmiştir romanı şiiri şarkıyı. Dönülebilecek anavatanı korumuştur. Diasporaya armağan etmiştir. Bunları da diasporanın çok büyük çoğunluğunun kendilerini esir sandıkları bir dönemde üretmiştir. Gene siz gibilerin köle saydığı insanlar üretecektir kimlikle özdeş bütün ürünleri…

    Benim en büyük tezim şudur: Kendi gelecek kurgusunu, dilini kültürünü nerede hangi koşullarda yaşatıp geliştirebileceğinin programını söylemeyen kişi ve grupların Çerkes Ulusal mücadelesi diye bir derdi yoktur. Böylelerinin derdi eğer bilinçli iseler çerkesleri bir başka harekete yamamaktır bilinçli değillerse eğer bilinçli olanların ayırdında olmadan yamanma politikasına hizmet etmektir.
    Yineliyrum politikamızın ne denli yanlış olduğunu benim ne kadar tu kaka olduğumu ispat etmeniz hala söylemediğiniz politikanızın doğru olduğu anlamına gelmez…

  10. necdet hatam on said:

    Ben daha önce Sn Hapae’nin güzelim “gece yarsı teleksleri”ni çok sevdiğim içn yanıtları geceyarısı yazdım. Ancak size göre saa 08 24 ve hala yazdıklarımı burada göremediğime göre henüz demokratik sansürden geçmedi demektir.

    Değerli arkadaşlar sizin sorduklarınızın yanıtları benim bütün yazılarımda var hala nasıl gerçekleştirielceğini soruyorsunuz siz dönüşün. Her yeni uyananla birlikte yeniden uyanmayı çpktan bıraktık biz. Ancak sorulan soruların hiçbirini yanıtlamadan yeni sorular sormak biraz ayıp olmuyor mu. Belki tümünü birden yanıtlamak size zor geliyordur o halde daha somutlaştıralım. Ünlü baskın Oran hocamıza eleştirilerimze yanıt verin önce örneğin şu bölümdeki iddiamıza. Baskın hoca demokrat değildir. Demokrat kisvesi altında halkları yok sayan bir kişiliktir. Kanıtı da Lozan’ın yanlaış anlaşılmasına katkıda bulunnanlardan biri oluşudur. bunşarı kendi kalemşnden kanıtlanmıştır:
    “Değerli Baskın Hocamız”da Lozan Barış Antlaşması’nda durum bu kadar açık olmasına karşın kitabın giriş bölümünde, içeriği doğru olan (çünkü sayın Oran azınlık hakları değil azınlık koruma yükümlülüklerini yani Milletler Meclisi garantörlüğünü işaret ediyor) ancak hakların sadece Müslüman olmayan azınlıklara verildiği gibi anlaşılacak. “(…) Türkiye bu isteklere sonuna kadar direndi. Sonunda yalnız Müslüman-olmayan azınlıklara uygulanması koşuluyla, Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerine (bu arada Yunanistan’a da) uygulanan azınlık koruma yükümlülüklerini Kabul etti” cümlesini yazabilmiş ve bölümü şu paragraf ile bitirebilmiştir:

    “Böylece, genç Türk devleti, hem başka ülkelerin vermiş olduğu haklardan başka azınlık hakları vermemiş, hem müslüman azınlıkları azınlık kavramının dışında tutmuş (yani Müslüman azınlıklara bu hakların tanınmadığı yanlışını bilincimize bir kez daha çakıyor), hem de ‘kesim’in son maddesiyle. Batı Trakya Müslümanlarını (Yunan Sevri’nin varlığına rağmen) bir kez daha güvenceye kavuşturmuş oldu.”

    Tüm bunlara karşın dileyenler sayın Oran’ın demokratlığına yine güvenebilirler elbette. Ancak ben, okuduğumda bu bölümün altına şu soruyu eklemişim:

    “Yazarın demokratlığına gölge düşmüyor mu?”

    Bence düşüyor siz ne dersiniz?

    Siz ne diyorsunuz bu onuda. Büyükleriniz de yanıtlayabilir. Bizde atış serbesttir…

  11. Shumaf Sencer on said:

    Sn. Hatam,
    Öncelikle, sizin ve donuscu arkadaslariniz kirk yildir soylemediklerini istiyor olmam, yeni uyandigim manasina gelmiyor. Dönüs siyasi bir proje olarak ele alinsa idi D’sini biliyor olurdum. Kisisel inisiyatiflere ve hamasi milliyetcilige terkedilmis dönüse kisisel olarak saygi duyarim ama toplumsal bir proje ve hatta kurtulus yolu olarak degil.

    Ben de kendi fikirlerimi soylemeye calisacagim ama bastan soyleyeyim; ben Cerkeslerin tum sorunlarini cozecek sihirli bir formul veremeyecegim. Ben devrimci yada enternasyonalist de degilim. Spesifik sorunuza da yanit vereyim; Cerkeslerin dil gibi onemli bir sorunu vardir, evet ve hem anavatanda hem diaspora ulkelerinde dilin gelistirilmesi yeni nesile ogretilmesi icin mucadele etmek gerektigine inaniyorum. Ornegin sizin itiraz ettiginiz latin alfabesi calismalarinin coktan bitirilip diasporada ugyulamaya konmasi gerektigine inaniyorum.

    Bunun disinda benim goruslerimden sizinkileri ayiran en onemli fark sanirim diasporadaki orgutlulukten anladigimiz sey. Ben Diasporadaki kitlenin siyasi iradesini ortaya koyabilecegi, anavatandaki sivil/yari sivil/resmi orgutlerden, Rusya’dan, Turkiye’den ve diger tum ulkelerin resmi aygitlarindan bagimsiz bir orgutlenmesi olmasi gerektigini dusunuyorum. Bu iradeyi birileri ile catisma kurgusu uzerine degil, gerekli politikalari belirleyip uygulayabilme yetisi uzerine insa etmenin dogru olacagini dusunuyorum. Ayrica bu orgutlenmenin anavatandaki orgutlenmeler ile organik bagi olmamasi onlarla catisacagi anlamina gelmez. Yani lafin ozu, tepesinde Rus, Turk ve diger devlet aklini temsil edenlerin oldugu orgutlenmelerden kurtulmamiz gerektigini, bunun icin de acil adimlar atilmasi gerektigini dusunuyorum. Ancak bu halde, dönüs ve diger projeler uzerine gercekten calisacak kadrolari ve gerceklestirecek imkanlari elde edebiliriz.
    Selamlar.

  12. Kanoko Kanşav on said:

    Selamlar Sayın Hatam;
    Anlaşıldığı kadarıyla sizin “yüreğiniz kabarmış”. Eee bu kadar söylenecek sözünüz de var madem. Bunca sözü söylemek için de bu siteyi “seçtiniz”. Bakınız aşağıda “sizden gelenler” başlıklı bir bölüm var. Şöyle derli toplu kendi siyasal projenizi ve siteye eleştirilerinizi birlikte ele alacağınız bir yazıyla ele alsanız konuyu diyorum. Hatta birkaç yazı. Sitenin işine karışmak gibi olmasın da bölümün ismini değiştirip “Sayın Hatam’dan gelenler” de yapabilirler mesela. Vaktiniz bol anladığım kadarıyla. Yazın. Kim bilir belki köşe de verirler size yeterince “tıklanırsanız”. İlgilenen okur.

  13. necdethata on said:

    Sayın Sencer Bakın düşündüğüm gibi soruya yandan cevap verdiniz. Elbette örgütlenme şeklini istediğiniz gçbi düşünebilirsiniz ama ne için örgütleneceğiniz belirlemez mi örgüt modelini.

    Örneğin sedece yasal çerçeve de kalmayı ilke edinen bir örgütlenme biçimi ile gerktiğinde silahlı eylem yapacak bir örgütün yapılanması şusu busu aynı olabilir mi? Yani gene epeyce yazdınız ama bir şey söylememiş oldunuz.

    Halbuki basit soru da sormuştum. Baskın Hoca demokrat görünümlü bir faşisttir diyorum ben. anıtta getiriyorum kendi yazdığı kitaptan. Lozanın yanlş anlaşılmasına neden olan sorumlılardan biri olarak değerlendiriyorum. İsterseniz seçmeli yapalım bana hak veriyorsanız hak verdiğiniz söyleyin yeter. Yok yanlış olduğumu düşünüyorsanız Hocanızın kitabından yatığım altının demokrat bir hocaya ne kadar yakıştığını bana anlatın.

    Sayın Kanoko ise daha çocukça bir yol seçmiş. Alay ederse soruları doğru cevaplamış olduğunu sanıyor. İş ona gelirse o işi de çok iyi bildiğimden haberi yok sanırım.

    Evet kanoko zamanım çok çok şükür. 24 saat konumuzu düşünebilme yazabileme yanıt yetiştirme olanağım var. Bir çok şeyden vazgeçebilen herkes bu yada buna yakın olanağı bulabilir.

    Yazmaya gelince yazdığım yayımlanmış yazıları saymak bile sizi yorabilir. circassiancenter.com sitsine bakabilir siniz İnternetten ararsanız iki kitabımı bulabilirsiniz.

    Adığabze biliyorsanız anadilde yazdıklarımı okuyabilirsiniz. İstiyorsanız kimilerini adresinize de gönderebilirim.

    Ama bu yazdıklarınızın hiçbiri sorularımızın yanıtı değil. Nerede nasıl halkımız varlığını sürdürebilir.

    “Aslında bizim böyle bir amacımız yok. çabamız da yok. yanıldık ringe çıktık şöyle kaçacak bir yol bulsak da kaçsak” diyor olabilirsiniz.

    Somut sorulara somut yanıtlar vermeyecekseniz hadi ben size yol açayım somutu konuşmayacaksak yazışmayı sürdürmeyeceğimi söyleyim siz de rahat bir nefes alın. Muzaffer komutan edasında beni ringten kaçırdığınızı da anlatabilirsiniz hatta…

    Selametle…

  14. Kanoko Kanşav on said:

    Sayın Hatam tanrı size akıl versin…Memleket illallah etti sizden. İnanın bana. Ben alay etmiyorum sizle. Alay etmek bile birşey. İnanın karikatürsünüz artık. Sizi ipleyen yok. Bunları söylemek bana düştüğü için üzgünüm fakat hakikaten komiksiniz.İpleyen yok söylediğiniz herhangi birşeyi…

  15. Shumaf Sencer on said:

    Sn. Hatam, Aslinda benim kisaca verdigim cevabi yandan bir cevap olarak degerlendirmissiniz ama bence isin ozu bu aslinda. Toplumun cogunlugunun yada bir kesimin siyasi iradesini temsil edebilecek orgutlenmeler yaratilabilirse, toplum kendi varligini korumak ve gelecegini sekillendirmek icin sans yaratmis olur. Bunlarin somut amaclari o iradenin ortaya cikmasiyla belirlenmeli.

    Ancak cerceve olarak soylemek gerekirse, toplum adina sivil siyaset yapacak orgutlenmenin siddeti kokten red etmesi gerekir. Ayrica sizin ve sizin gibi dusunen insanlarimiz gibi “Rusya ile ilelebet” gibi bir paradigmam yok. Ayni sekilde; baska bir ulkenin “beka”sina da bu toplumun gelecegini endekslemenin bir faydasi yok. Bunlar toptan red edilmeli. Rusya da dahil olmak uzere bulundugumuz ulkeler ile hak mucadelesi verecek isek bunun en temel sarti toplumun iradesini temsil edebilecek orgutlenmeler kurmak degil mi? Peki sizin savundugunuz paradigmada neden bu “yandan” bir konu oluyor? Ornegin, Rusya’dan bagimsiz siyaset yapamayan bir orgut, Rusya ile herhangi bir konuyu muzakere edebilir mi?
    Bu arada ben kimseyi kacirtmak icin yazmiyorum, heralde oyle yapmak istesem baska bir uslup kullanirdim.
    selamlar,

  16. necdet hatam on said:

    Sayın Kanşav
    bu yanıtınız da soruların yanıtı olmadı. Benim akılsız olmam, herkeslerin benden illah etmiş olması, alay etmeğe bile değer bulmamanız, karikatür olmam, beni ipleyenin olmaması sizin çerkes halkının geleceğini sorun edindiğiniz, çözüm önerileriniz olduğu ve bunlar açıkladığınız anlamına gelmez. Tartıştığımız hangimizin daha saygın olduğu, toplumumuzun hangimizi daha çok sevdiği hangimizin sözünün eri, hangimzin riyakar olduğu, hangimizin akıl hastası olduğu vb değildi sanırım.

    Buna karşın siz ona ağırlık verdiniz, hakkımdaki düşünceleriniz de anlaşolmış oldu. Zahmet olmazsa lidi asıl meseleye gelin nedir halkımız için gelecek kurgunuz…

    Ayrıca ben “Ben karikatürsem siz de …” diye başlayacağımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz…

    Çok daha güzel tanımlar(!) yapıldı benim için ancak henüz kimse bir gelecek kurgusu tanımlamadı… Belki siz tanımlarsınız…

    • Kanoko Kanşav on said:

      Ben gelecek kurgunuzu bekliyorum ciddi bir yazıyla. Siz çok eminsiniz bir gelecek “kurgunuz” olduğundan anladığım kadarıyla. Görelim “kurgunuzu”. Adı üstünde en fazla “kurgu” çıkar sizden bence. Kurun bakalım. Böyle yazı altı yorum yakışık almaz yalnız. En azından bir makaleyi hakeder değil mi bu konu? Şöyle halka açık bir makale lütfen? Ben “gelecek bellidir” diyenlerden olmadığımdan benden “kurgu çıkmaz” affedin. “Tarihin tekerleği nasıl döner” kapamadım henüz? Zavallılığıma verin….

  17. necdet hatam on said:

    Verdim gitti Sayın Kanşav.
    Allah bizlere neyin ne olduğunu görebilecek sağlık versin. Makale konusunda dediğim gibi sayısız makale var Erhan Bey gayet iyi bilir. Burada yeniden temcit pilavı gibi olmasın. Ama samimi olarak ilgileniyorsanız adresinize gönderebilirm. o makalelrin okuma sonucu akla gelebilecek soruları da yanıtlayabilirim..

    Yüz-yüze görüşmek dileği ile..

    • Kanoko Kanşav on said:

      Sayın Hatam;
      Bunca “geyiği” yazılarınızı okumadan, hatta “şaheser” kitabınızı okumadan yaptığımı düşünüyorsanız ayıp ediyorsunuz.İnanın hepsini okudum. Hatta ortada internet yokken yazdıklarınızı da. Vardığım sonuç şu: “Bir damla bal için bir kamyon odun yemeniz gerekiyor.” yazılarınız okunurken. Henüz o bir damla balı da göremedim. Bağışlayın da boş lafazanlık yazdığınız herşey. Hayatta karşılığı yok. Siz dersiniz ya hep “gelecek kurgusu”. “Kurgu” hepsi. Hayatta karşılığı yok.

  18. necdet hatam on said:

    Sayın Kanşav
    her yazan herkese hitap edemiyor. Herşeye rağmen yazılarımı okumuş olmanıza sevindim. Siz okudunuz ben anlatamadım. Yalnız bu kurgu konusundaki yanıtınız. aldık kabul ettik. Yalnız epeyce de okurum var bilesiniz. Baş ucu kitab gibi okuyanlar. Neyse onları da egomu tatmin için söylediklerini farzedelim. Ama bunlar yine ortadaki soruların yanıtı olmuyor.

    Sizin bir kugunuzun olmadığını da söyledeniz o da kabul. Ancak ben yine de şu Baskın Oran , daha doğrusu saun Hacanızın Lozanı ele alış üslubuna ilişkin görüşlerinizi duymak isterim. Birilerinin beklentisi rusya baharı ve halkımıza ne getirip ne götüreceği konusunu, Şu Suriyeli Çerkeslerin kargo gibi görülması konusunda ne dğşğndüğünüzü.

    Bakın şimdi sorular çok sade konu ne benim kişiliğim ne gelecek kurgum ne de yazılarımın anlaşılır olup olmadığı. Yazıp yazıp bir şet anlatmama konusunda siz de fena sayılmazsınız demekki…

    Hadi hayırlısı.. Ben bir önceki yazdığınızla artık sonlandırdığınızı sanmıştım… Değilmiş..

  19. Kanoko Kanşav on said:

    Selamlar sayın Hatam;
    Birincisi “kargo” meselesinde muhatabınız Hraça Alper herhalde. Bir zahmet ona sorun. Ama Babakuş’a ayar verirken söylediklerinizi unutmamanızı dilerim.

    Baskın Oran meselesine gelince; inanın ben sizle demokrasi tartışması yapamam. Sizle demokrasi tartışması şuna benziyor: “Ermeniye küfret, kürde küfret,başka halklara küfret,ne yapyon la” diyenlere de, “ne münasebet, benim çocukluğumda kürt-ermeni komşularımız vardı” filan gibi zırvala. Ben zerre kadar ilgili olmadığınız-umurunuzda olmayan-üstelik kafa bulduğunuz demokrasi konusunu sizle tartışamam kusura bakmayın. Baskın Hoca niyetini bildiğimiz birisi,itirazlarım var benim, onla tartışırız, ama sizle asla…

  20. necdet hatam on said:

    Eh birbirimizi yeterince anladığımızı sanıyorum. Siz her türlü tartışmanızı kendi düzeyinizden olanlarla yapın.
    Bir yerlerde benim zırvaları gördüğünzde gülüp geçin.

    Birbirimize anlatacağımız bir pek birşey kaldığını sanmıyorum

    • Kanoko Kanşav on said:

      Sayın Hatam benim merak ettiğim bir konu var…Bu çok samimi bir merak emin olun.Malum sizin de aralarında olduğunuz bir grup kolluk tarafından “hizaya çekildi-getirildi” bir ara. Bir anlatsanıza sağa sola saldırmadan.Merak ediyorum ben bir okurunuz olarak. Bir dünya gereksiz işe laf yetiştiren Necdet Hatam gibi bir abide, “ne iş la” karartıyor bunu diyoruz ? Merak işte?

  21. Sayın Kanşawsanırım kendi düzeyinizdeki kişilerle tartışacaktınız artık Öyle bitirmiştik. Bana inanmayan ve beni tartışmaya layık görmeyen biri ile hayat hikayemi ya da politikamın ayrıntılarını payaşacak kadar acemi değilim. Bilme on said:

    Sayın Kanşawsanırım kendi düzeyinizdeki kişilerle tartışacaktınız artık Öyle bitirmiştik. Bana inanmayan ve beni tartışmaya layık görmeyen biri ile hayat hikayemi ya da politikamın ayrıntılarını payaşacak kadar acemi değilim. Bilmesinde yarar gördüğümüz kişiler biliyorlarlar, size erekli olduğunu düşünmüyorum.

    Ayrıca istediğiniz gibi yorumlama isediiniz çıkarımı yapma özgürlüğünüz de var ezeleden ebede biliyorsunuz.

    ama isterseniz hizaya getirilme çabasının yanliş olduğu anlaşıldı diyebilirsiniz mesela. Çünkü hizayagetirilme eyleminden çok çok önce yazdıkları söyledikleri ile sonrakiler arasında bir fark olmadığını göreceksiniz. Ya da hizaya getirilme çabasına karşın daha önce ne idi ise gene o helal olsun diyebilirsiniz.
    .
    Ya da kargo sorunu Hırcanın sorunu ise bu da benim sorunum size ne diyebilme özgürlüğüm olsun.

    Özetle siz yolunuza ben yoluma…
    Hangimizin haklı olduğuna bırakalım tarih karar versin.

    • Kanoko Kanşav on said:

      Mutabıkız. Tarihe bırakalım bence de. Muhaberat elemanı olduğu yaygın kabul olan Hüsnü Mahalli’den “ekmek” çıkmaz. Bitsin böyle bence de.