Diyane
23:00 3 March 2014

Diyane, Çerkes Kadınları Yardımlaşma Derneği tarafından 1918 yılının Eylül ayında yayınlanan dergi. Dernek Başkanı olan Hayriye Melek Hunç aynı zamanda Diyane dergisininde başyazarı. 2004 yılında As Yayın tarafından Fikri Tuna’nın çevirisiyle basılan Diyane dergisinden bazı bölümleri sizler için hazırladık.

Hayriye Melek Hunç tarafından “Diyane’nin İşi – Amacı” başlığıyla yayınlanan başyazı dışında, Met İzzet, Seza Puh, Blenav Batuk ve Cankat Lostanbiy makalelerinin bulunduğu bu bölüm dönemin ruhunu yansıtması bakımından dikkate değer…

DİYANE’NİN İŞİ – AMACI

 

Bütün insanlık, özellikle bütün küçük ve zayıf milletler gibi Çerkeslik de bugün ağır ve acı bir sınav dönemi geçiriyor. Biz bunu tüm ağırlığı ve acılığı ile hissediyoruz. Fakat inanıyoruz ki, insanlığı ölçen bu büyük deneyim ne kadar sürerse sürsün, ne kadar çeşitli dönemler geçirirse geçirsin hiç şüphe yok ki zafer sonuçta insanlığın olacaktır.

İsteriz ki, halkımız buna güvensin ve hatta bizim gibi inansın, bunun aksine inanmak; onun için felaketlerin belki de en büyüğü olur.

Yüz sene Rus Çarlığı önünde eğilmeyen Çerkeslik, kendisindeki cengâverlik özelliklerinin ne kadar temiz ve yüksek bir dereceye vardığını dünyaya göstermiştir.

Şimdi ise Çerkes varlığı artık başka bir alanda savunma bekliyor. Fikirlerini yaymak amacıyla çıkardığı dergiye “Diyane” adını veren Çerkes kadınları, bu halkın savaşta gösterdiği cengâverlik duygu ve heyecanının diğer özelliklerine zarar verecek oranda gelişmiş olmasından korkuyorlar. Cesaretlerin en büyüğünün savaşırken gösterilen olmadığı gibi en büyük zaferlerin de savaşta kazanılanlar olmadığını düşünüyorlar. Uygar dünyada savaş artık başka meydanlarda ve başka silahlarla yapılıyor.

Biz halkımızı artık bu meydanlarda, kolunu değil, aklını kullanırken görmek istiyoruz. Bu yüzden “Diyane”yi, bizde pek çok bulunduğuna emin olduğumuz aydınlar için belirli bir amacı gösteren bir meşale gibi tutuyoruz. Bu meşalenin altında gençlerimizi tarih, dil, edebiyat, sanat, müzik ve sosyal yaşamda ulusal varlığımızı araştırma, yayımlama ve bu varlığı en yüksek derecede geliştirme ve olgunlaştırmaya çağırıyoruz. Bu çağrıyı yaparken de çok acı çekmiş, ama sonunda yavrusunu mutlu etmenin sırrını keşfetmiş bir anne sesinin şefkati ve heyecanı ile sesleniyoruz. Eminim ki,gerçek ulusal ruh taşıyan her Çerkes bu sesteki şefkat ve isabeti anlayacak ve onun gösterdiği amaç etrafında kuvvetli bir kitle halinde toplanmak için koşacaktır.

 

Hayriye Melek Hunç

 

 

DİYANE, DİĞER BİR DEYİŞLE “MİLLET ANASI”

 

“Çerkeş Kadın Dünyası”nın bir yardımlaşma derneği kurarak ulusal kalkınma hamlesine katılmaya karar vermiş olması pek sevindirici bir olay. İstanbul’daki saygıdeğer kız kardeşlerimizin oluşturduğu derneğin Merkez Kurulu Üyelerinin henüz bir yıla ulaşan çalışmalarıyla bir “Örnek Kız Okulu” açmayı başarmalarının yanı sıra bir yandan ulusal müziğimizi tespit ve tanzim etmek, diğer yandan “Kimsesizler Yurdu” kurmak için gösterdikleri çaba karşısında duyduğumuz zevk ve takdiri kelimelerle ifade etmek zordur.

Bugün ise bu değerli derneğin “Diyane” adıyla bir dergi çıkardığını görmek bizi daha da mutlu etmiştir. Mukaddes ve asil Kafkas kadınlarının oluşturduğu bir derneğin çıkardığı derginin bundan daha uygun bir adı olamazdı. Bu değerli derneğin tüzüğünde Yönetim Kurulu’nun üstünde “Diyane” adında yüksek bir “Denetim Kurulu”nun oluşturulması ulusal geleneklere de uyulması bakımından dikkat çekicidir. Kuzey Kafkasya Derneği’nin tüzüğünde de buna benzer bir “Thamade” bilim kurulu bulunmaktadır.

Çerkes halkında aile, köy ve kabile reislerine eskiden beri “Thamade” denir. Eski Bizans İmparatorluğu’nda MS 7. yüzyıla kadar ülke Thamadeler idaresine bölünmüştü. Bizans yönetiminin böyle bir Çerkes kelimesini resmi bir tabir olarak kullanmış olması, bir yönden Çerkes sosyal ve toplumsal yapısının model alınacak derecede mükemmel olduğunun, diğer yönden de imparatorlukta Kafkas kökenli insanların çok sayıda bulunduğunun delili sayılır.

Gerçekten, Abhazyalılar Bizans sarayını adeta işgal etmiş gibiydiler ve ilk Bizans hükümdarları arasında Merçen (Marşan) ve Low gibi bugün bile Abhazların en eski prens ailelerinin sülale adlarını taşıyanlar bulunuyordu.

Çerkes dilinde Kuban şivesiyle “Tiyane”, Kabardey şivesiyle “Diyane” şeklinde telaffuz edilen ve “Anamız” sözlük anlamına gelen, halk dilinde ise “Millet Anası” anlamını da kapsayan bir ismin dergiye verilmiş olması, değerli kız kardeşlerimizin, kadınlığın insan topluluklarındaki asil ve doğal görevi olan analık rolünü günümüz uygarlığı ile bağdaştırarak, aynı zamanda bilgi ve bilim alanında da görev yapma istek ve gayreti içinde olduklarını göstermiştir. Bu istek ve gayreti kurucularıyla birlikte takdirle desteklemek biz erkekler için bir borç ve şereftir.

Değerli kız kardeşlerimiz, kullandıkları bu “Diyane” sözcüğü ile Eski Yunan tanrıçalarından “Diyaneti de unutmadıklarını, her ikisinin de hem anlam hem de konu bakımından tam bir uyum içinde olduğunu göstermişlerdir ki, bunu görmemek mümkün değildir.

Bu münasebetle eski tanrıça “Diyane” hakkında bazı kısa açıklamalarda bulunmak faydasız olmayacaktır.

Bilindiği gibi, Eski Yunanlıların altısı erkek, altısı kadın olmak üzere sahip oldukları 12 tanrıdan birisi tanrıça “Artemis” idi. Eski Latincede aynen “Diyane” diye tanımlanmış ve kabul edilmiştir. Aslında “Diyane” sözcüğü, Yunanca olmayıp Latincedir. Gerçekte, Latin ülkesine de Kafkaslılar tarafından götürülmüştür.

Eski Gal ülkesinde bulunan ve Kelt kitabeleri diye bilinen, dilbilimcilerince şu an bile anlaşılmasında güçlükler çekilen kitabelerin Adige, Sirakise gibi sözcükler içermesi, ayrıca öz Çerkes diliyle yazılmış sözcüklerin de bulunması bu alanda en güçlü delildir. La tinlerin Jüpiter’i bile arı bir Çerkes sözcüğüdür.

“Diyane” sözcüğü daha sonra Yunancaya da “Ana” anlamında geçmiştir.

Eski Yunan efsanelerine ve inançlarına göre “Diyane” adlı tanrıça büyük tanrı Zeus’un (Latincede Jüpiter ‘) kızıdır. Anası Hera’dır (Latincesi Lato, Lanuna) ve erkek kardeşi Febus (Latincesi Apollon) ile ikiz olarak dünyaya gelmiştir. Güneş ve Ay, “Diyane”nin sembolüdür.

Eski Yunan ve Latin inancında “Diyane” özellikle iffet ve dürüstlük tanrıçası olarak kabul edilmiştir. Kendisi güya daima bakire kalmıştır. Gerçekte ise bir çeşit “Korunmuş Bakireliğin Sembolü” idi. Bu şerefli ve namuslu özelliğindendir ki erkek ve kız çocuklar evleninceye kadar bu tanrıçanın şerefli iffetinin korumasına emanet edilirlerdi. Onun adına tahsis edilen otlaklarda, ağaçlık bölgelerde hiçbir çoban sürüsünü otlatamaz, hiçbir çiftçi toprağı işleyemezdi. Hatta ona en çok ibadet edilen yer olan eski Efes kentinde hâlâ ona ait eserler bulunmaktadır. Burası İzmir ilinin Ayatsluk adıyla bilinen köyünün yakınlarındadır. Bu tapınakta ancak hadım edilmiş erkekler görev yapabilirlerdi.

Bu kutsal otlaklar ve ormanlar Diyane’nin refakatinde “Nimfe” ve hurilere mahsus gezinti yeri kabul edilirdi. Kayda değer Eski Yunan tarihinden adı ve anısı bizlere kadar ulaşabilen bu “Nimfe” sözcüğü Çerkes dilinde de mevcut olup “Nemife” şekliyle kullanılmakta ve sözlük anlamı ana tarafından akraba, ana tarafına mensuptur.

Buna karşın “Timfe” sözcüğü de Çerkescede baba tarafından akraba, baba tarafına mensup, erkek tarafından akraba anlamına gelmekte olup, “Nı” ana, “Tı” baba demektir. Diyane doğuracak kadınların koruyucusu olduğu gibi ava da meraklı idi, bu yüzden gerek kendisi gerekse refakatçileri olan “Nimfe’ leri hep ava özgü oklarla donatılmış olarak düşünülürdü. Kendisi müstesna derecede güzeldi. “Nimfe’ler de kendisi gibi güzeldi. Adına yapılan en kıymetli heykellerde “Diyane” zeki ve güzel bir biçimde, zarif ve doğurgan bir hareket ve yürüyüşle ve de mütenasib bir bedenle gösterilirdi. Bu tanrıçanın eski Yunan, Latin, Trakya ve Anadolu yurtlarından başka Kuzey Kafkasya’da bile kutsandığı “Eski Kuzey Kafkas Hükümeti”, diğer bir adıyla “Bosfor-Kimmeryen Hükümeti”nin başkenti olan “Pentikabe”de adına yapılan heykellerin ve kitabelerin bulunmuş olmasıyla kanıtlanmıştır.

Anadolu’da İzmir’in Ayatsluk köyü civarında “Diana”adına yapılmış olan ünlü tapmak eşsiz sanat eserlerinden biri olup, dünyanın yedi harikasından biri de sayılmaktadır.

İnsanlığın tanrılar seviyesine yükselterek kutsadığı bu “Diyane” kimdi?

Bu, başlı başına bir araştırma ve kitap konusu olacak denli geniş kapsamlı bir husustur. Burada şu kadarcığını söylemekle yetinelim ki, yakın zamana kadar ancak özel bir düşünce tarzı olarak kabul edilmiş olan eski efsanelerin her biri tam tersine tarihsel birer gerçeği içermektedir. Eski Yunan edebiyatının yüzyıllardan beri zincire vurduğu gerçekler artık kurtulmak üzeredir.

1 Latince olduğu bilinir, ancak kökü, belki de anlamı belli olmayan Jüpiter sözcüğüne benzer Çerkesçede Janbiter, (Vobetir), Zou sözcükleri vardır. Bu sözcük, hâkim, elinde tutan anlamındadır. Zeus’un en önemli özelliklerinden biri de dünyaya hâkim olmasıdır).

Gerçekte Eski Yunan inancının kökeninin doğuda hatta Keldani ve Hitit’te olduğu ciddi bir araştırma ile görülebileceği gibi tanrıçaların her biri hakkındaki özellikler ve söylencelerden meydana getirilecek şahsiyetlerin Eski Doğu’nun zamanımızda ancak birer peygamber olarak kabul edilen kutsal ve saygın şahsiyetlerden başkası olmadığı anlaşılmaktadır.

Bu görüş noktasından hareketle yapılacak araştırma ve karşılaştırmalar, Yunanlıların büyük tanrısı Zeus’un (Latincede Jüpiter) hareket ve özelliklerinin Hz. ibrahim’e ve aynı zamanda on iki tanrıdan biri olan Ju’nun da (Zeus’un kardeşidir) Tevrat’ın hatta İlyada’nın daima “Zunun” yani “Şüpheci” olarak gösterdiği Sara’ya (Hz. İbrahim’in karısı) benzediği anlaşılmaktadır. Apollon ise meşhur Çiçero’nun vaktiyle pek haklı olarak iddia ettiği gibi dört kutsal şahsiyetin sembolü ve Tevrat’ın dört köyde defnettirdiği ve hatta bir kısmını “Rabzade” diye vasıflandırdığı özelliklerinden dolayı Eski Yunan inancındaki tanrıların Jüpiter’in oğlu diye tanımlanan karakterdir. Meşhur dört İbrani peygamberi olabileceği tezahür eder.

“Diyane’ye gelince… Jüpiter’in diğer eşi Hera, Latince Latuna’dan doğmuş ve kardeşi Apollon ile ikiz olarak dünyaya gelmiştir. Buradaki Hera aynen Hz. İbrahim’in ilk eşi, kısır Sara’dan sonra aldığı Hacer’i hatırlatmaktadır. O da Ju’nun hasedine uğrayıp göçmek zorunda kalan Hera gibi anılmakta ve adını göçmekten yani “hicref’ten almaktadır. Allah’tan 12 büyük milletin atası olmakla müjdelenen Hz. İsmail’i doğurmuştur.

Eski zamanda tanrılar adına adak olarak insanların kurban edilmesi çok dikkat çekicidir, yerine koyun, keçi gibi hayvanların kesilmesi ve böylece insanlığın kurtuluşu mutlu bir olay olarak kabul edildiğinden Müslümanlar bugün bile bunu bir bayram olarak kutlarlar. Kurban Bayramı gerçekten çok bilinen ve kutlanan bir bayramdır. Hz. İsmail’in zamanına ve şahsına yapılan övgü, efsaneleşmiş olarak günümüze kadar gelmiştir.

Hititlerin “Ma” tanrıçası da Hitit bilginlerince ana tanrıça “Merdede” diye anılır. Adına yapılan resimlerde koyun ve keçi figürleri ile görüntülenmektedir. Genel kanıya göre bu saadete ilk kez erişen müşfik ve mutlu bir annenin bütün amacı ve umudu, art arda çoğalan nesillerin anaları tarafından kutsallaştırılmıştır. Bir tanrıça ve belki de kökenini aradığımız “Diyane” yani “İnsanlığın Anası” kavramı bu inancın anısınadır.

Koyun ve keçinin kutsanması, Kurban Bayramı gibi mutlu bir olaya tesadüf etmiş olabilir. Eski Yunan inançlarına göre Jüpiter’i sütüyle besleyen ve “Amelitha” denen kutsal bir keçi vardır. İlginçtir ki “Amelitha”nm Çerkes dilindeki sözlük anlamı “Allah’ın koyunu” demektir. İnsanlar bir zamanlar koyun gibi melemek suretiyle koyunu kutsayan özel bir ayin yaparlarmış. Eski Trakyalıların “Meeun”ları ve hatta Evliya Çelebi’nin zamanında “Koyun Baba Tekkesi”nin müritleri bu ayinin uygulayıcıları ve müdavimleri imişler. Eski Hitit tanrıçası Ma (Mee) sözcüğünün ses bakımından bir koyun ve keçi sesine benzemesi ne kadar dikkat çekicidir ve Çerkes (Eski Hitit) dilinde “Mıai” sözcüğü dokunma, “Meai” sözcüğü de koruyucu anlamındadır.

Böylece, “Diyane” nin koruyuculuğu da bu açıklama ile daha iyi aydınlanmış olur.

“Diyane”nin köken itibarıyla bir “Hitit, Çerkeş” sözcüğü ve anısı olduğu kuvvetli bir görüş olarak kabul ve iddia edilebilir. Eski Yunan tanrıları arasında altı kadının bulunması, kadınların eskiden beri toplumda çok önemli görevler üstlenmiş olması onu saygıya değer kılmıştır. Aynı zamanda bu onun hak ve görevlerini çok iyi kavramış olduğunu da kanıtlamaktadır. Bugünkü “Feminizm”in tarihçesine baktığımızda kökeninin çok eski olduğunu görürüz. Ayrıca, Avrupa tarihçilerinin de tasdik ettiği gibi eski tanrıçalar içinde Çerkes dilinde yorumlanabilir bir “Diyane”nin bulunması zeki ve soylu Çerkes toplumu için bir şeref payıdır. Kaldı ki, tarihte çok önemli yer tutan ünlü Amazonlar da Kafkas kökenliydiler ve muhtemelen bu savaşçı kadınlar eski zaman feminizminin gerçek savunucusuydular.

Kafkas, özellikle de Çerkes tarihi kadınlara özgü pek çok gururlu olayla doludur. Çerkes milleti Doğu halkları içinde kadınlarına en fazla saygı gösteren ve onlara önemli sosyal roller veren bir halktır. Bir Çerkes atlısının yolda rastladığı bir kadının yanından geçerken atından inmesi, bu saygıyı hak eden kadınlara karşı ulusal geleneklerin yüklediği bir zorunluluktur. Kadınlarımız, Kafkasya’daki bağımsızlık savaşlarında gösterdikleri büyük kahramanlık ve fedakârlıkların yanı sıra bu savaşların sonunda yaşanan sürgünde de halkımızın uğradığı felaketlere karşı gösterdikleri fedakârlıklarla ulusal tarihimize büyük bir şükranla kaydedileceklerdir.

Çerkes kadını daima şefkat ve fedakârlığın sembolü olmuştur. Zahiri görünüşlerinde bir Amazon gibi bağımsız olan Çerkes kadınları, yardımlaşma derneğinin tüzüğünde “denetleme kurulu” için kullandıkları “Diyane” sözcüğünü bu dergi için de seçmiş olmakla kadınlarımızın izleyeceği yolun daima “şefkat” ve “koruma” esasına dayalı olduğunu kanıtlamışlardır.

Gerçekten Çerkes milletinin bir “Diyane”ye ihtiyacı vardı. Bugün doğuşunu sevinçle izlediğimiz ve daima namus, şeref, üstün ahlak, ilim ve irfan gibi meziyetlerle donanmış kadınlarımızın, yetim çocukları şefkatle korumalarından dolayı da sonsuza dek birer “millet anası” olarak yaşamalarını diliyor, başarılarını kutluyor ve tebrik ediyoruz.

 

12 Şubat 1336 

Met İzzet

 

SOSYAL YAŞAMDA KADININ ROLÜ

 

Sosyal yaşamda kadına önemli rol veremeyen toplumlar, uygarlık yolunda henüz adım atamamış olanlardır. Bir halkın uygarlık ölçüsü kadınlarının sosyal yaşamdaki rolü ile doğru orantılıdır. Tarihsel gerçekler de bunu kanıtlar. Geçmişin aynası olan tarih sayfalarının kadınlarla ilgili kısmı bize gösteriyor ki, kadının toplumdaki sosyal rolü değişikliğe uğramış, büyük devrimlere de öncülük etmiştir.

İnsanlığın doğal yasalarının tam olarak gelişmediği zamanlarda kadın, doğal haklarından mahrum kalmıştır. Yaşamdaki doğal görevleri sonucu geçici zaaflar edinmiş, bir acizlik vadisine sürüklenmiştir.

Güçten başka bir yasa tanınmadığı zamanlarda kadının bir hakkı olamazdı. Şüphe yok ki, gücün ilk tutsağı kadın olmuştur. Kadın evinin bir uşağı, çocuklarının bir lalası idi. Öyle bir hizmetçi, öyle bir mürebbiye idi ki her türlü hakarete maruz kalabilir, aile reisinin bir kızgınlığı ile yaşam hakkına bile son verilebilirdi. Kadın serbestçe düşünemez, düşünse bile düşüncelerini eyleme geçiremezdi. Bu yüzden kadın toplumsal yaşama ne tek başına ne de toplu halde katılabilirdi.

İçeride (domestik) özel ve aşağılayıcı hizmetlerle uğraşan, bazen genel hizmetlere de katılan kadın, doğal yeteneklerini kullanma, onları geliştirme hak ve özgürlüğüne sahip değildi. Manevi haklarının gelişmesinden tamamen mahrum bırakılan ve maddi haklarında da bir özgürlüğe sahip olmayan ve insan topluluklarının yarısını teşkil eden kadının bu mağduriyeti uygarlık tarihini yarı yarıya geciktirdi. İnsanlık bu gerçeği çok geç ve zor anladı.Dinler, düşünceler, kanunlar kadınların karşılaştığı bu zulmü adalet ve insaf ölçüleriyle düzelttiler. Sonunda kadın düşünce özgürlüğü ve bağımsız yaşama hakkını kullanma yetkisine sahip olduğu gibi, bilim ve bilgi alanında da doğal yeteneğinin verdiği güçle yürüyebilecek bir hak kazandı.

Kadın doğal yeteneklerini özgürce kullanabildiği her dönem toplumların ilerlemesine çok büyük, çok faydalı etkiler bıraktı. Toplumları yükseltti, zirveye ulaştırdı. Kadının alçaltıldığı zamanlarda toplumlar çöküşe sürüklendi. Kadının özgürlüğünün uygarlığa yansıması en çok çağımız tarihinde görüldü. Hiçbir uygar toplum yoktur ki kadının sosyal yeri yüksek olduğu için yaşamda, bilim ve sanatta geri kalsın, kadınları erkekleriyle yarışırcasına başarı kazanmamış olsun. Böyle canlı örneklere sahip bulunan kadına artık sosyal yaşamda yüksek bir yer, güzel bir rol verilmemesi ilkellik dünyasına dönüş tarihini oluşturur.

Çerkeslerde kadının, başlangıç tarihi belli olmayan geleneksel seçkin bir yer ve saygınlığı vardır. Çerkes sosyal yaşamı kadınının her türlü kişisel hak ve özgürlüğünü, medeni terbiye ve görgü kuralları çerçevesinde tespit etmiş ve uygar toplumlarda görülen uygar yaşam seviyesine yaraşır biçimde saygıdeğer katkılar sunmuştur. Çerkeslerde kadın her yerde saygı ve iltifatlara layık görülmüştür.

Toplantılarda kadının daima saygın bir yeri vardır. Yaşça büyük bir kadının huzurunda oturulamaz. Kadının önünde hiddet ve şiddet gösterilemez, ağız dalaşı bile yapılamaz. Yolda yürüyen bir kadının önü kesilemez. Bir kadının geçtiği yerde erkek oturamaz, ayağa kalkar. Bir yolda bir erkek kadına rastlarsa yol kadınındır. Hatta erkek atlıysa bile yolu kadına bırakmaya ve atından inip bir kenarda saygılı bir biçimde durmaya mecburdur.

Her Çerkes kadını yaşça kendisinden daha büyük olmamak şartıyla herhangi bir erkeğe özel hizmetleri için emredebilir. Ne kadar güç olursa olsun erkek bu hizmetten kaçamaz. Kaçması habzeye, yani Çerkes sosyal kurallarına aykırı olduğundan onun erkeklik onuruna zarar getirir.

Düşmanından kaçarak bir kadına sığınan erkeğin savunulmadan geri alınması kadını perişan eder. Kadının sosyal yeri çok yüksek olduğu içindir ki, böyle bir sığınma, erkek için pek şerefli olmasa bile ayıp sayılmaz.

Kısaca, kadına ilişkin buna benzer nice habze vardır ki, bunlar Çerkes kadınının büyük bir sosyal yetkiye sahip olduğunu, onurlu, şefkatli, gururlu ve aynı zamanda fedakâr ve saygıdeğer olarak yetiştirildiğini göstermektedir. Bu da Çerkes toplumsal yaşamında bir medeniyetin varlığını kesin olarak belirtmektedir.

 

Seza Puh

 

ULUSAL DİLİN BİLİM VE UYGARLIKTAKİ ÖNEMİ

 

Bir halkın en büyük sosyal bağı ve en güçlü uygarlık dürtüsü dilidir. Her toplum düşünce hayatını ve yüce duygularını ancak kendi diliyle anlatabilir. Bu bakımdan dil, bir toplumun duygu biçimi, düşünce tarzı, geleneği, ahlaki karakteri ve aynı zamanda sosyal yapısı demektir.

İnsanlık sahnesi içinde kendisine ulusal bir çerçeve çizebilmiş, ulusal bir sınır belirlemiş hiçbir topluluk yoktur ki ulusal yaşam ve uygarlık biçiminde anadilinin gelişme ve olgunlaşması açıkça görülmesin.

Arap halkı bilimsel ve uygarlık eserleri meydana getirmiş ise bunu anadiline borçludur. Türkler de öyledir. Fransızlar dünyada bilgi ve bilim alanında yüksek bir yer edinmişse bunu başka bir yabancı dile değil, anadillerine borçludurlar. İngiliz, Alman, İtalyan ve bütün böyle gelişmiş ulusların gelişme ve olgunlaşma tarihleri bize gösteriyor ki, halk ancak kendi ulusal anadiliyle yükselebilir.

İlk ortaya çıkış ve yayılışında Arapça bütün İslam toplulukları arasında pek fazla rağbet görmüştü. Hatta bir zamanlar İslam birliği politikası amacıyla İslam toplulukları arasında Arapçanın genel ve resmi bir dil olarak kabul edilmesine teşebbüs edilmişti. Arap dilinin oldukça açık ve zengin olmasına, yüce dinsel önemine rağmen bu teşebbüs başarılı olamadı ve olamazdı. 1300 seneden beri üzerinde durulduğu halde bu isteğin yüzde bir oranında bile olumlu sonuç verememesi bu inancın peşinde bundan sonra koşmanın da pek faydalı olamayacağını göstermektedir. Bir dinseverlik ile olmayacak bir hayal peşinde halen dolaşanların yorgunluk semereleri bir hüsran, bir hiçten başka bir şey değildir.

Bir zamanlar Doğu dilleri arasında Arapça nasıl bir önem kazandıysa, büyük Fransız Devrimi’nden sonra Fransızca da Batı dilleri arasında aynı önemi kazanmıştır.

Alman düşünürleri, Alman aydınları Fransızca öğrenmeyi ve kendi halkına Fransızca öğretmeyi büyük bir şeref olarak kabul ederlerdi ve ülkelerinde bu dilin yaygınlaştırılmasını gururla andıkları zamanlar oldu. Bu yüzden Prusya’yı baştan başa Fransızca istila etmişti.

Hatta Almanya’nın en büyük yurtseveri olan büyük Frederik bile Voltaire gibi bir Fransız edebiyatçısını Fransızcayı saltanat çevresine öğretmek amacıyla senelerce krallık sarayında ağırladı.

İngilizler için de bir zamanlar Fransızcayı öğrenmek ve bu dille konuşabilmek, bilgilerini onunla süslemek moda olmuştu.

Her ne olursa olsun o zamanki Fransızca, o ince ve bilimsel değerine rağmen Almanlarm, İngilizlerin, hatta hiçbir toplumun dilini temsil etme konusunda başarılı olmadı ve olamazdı. Çünkü bu diller o zaman Fransızcaya göre ne kadar az olgunlaşmış olsalar da yüzyıllarca birer insan topluluğunun ruhunu beslemiş, ayrı bir ruh hali, ayrı bir yurt yaratmış, bambaşka bir ulusal kişilik oluşturmuştur.

Fransızca ve Arapça kendilerinden daha az bilimsel seviyede kalan diğer dilleri doğup büyüdükten, rüştünü ispat ettikten sonra değil, belki henüz cenin halinde iken yok edebilirlerdi.

Artık, yüzyıllarca yaşamış ve böylece yaşam hakkını ispatlamış bulunan bu diller öldürülemezdi. Ayrıca onların yok edilmesi, tarih ve insanlık nezdinde bir çeşit cinayetle suçlanmak olurdu.

Tarihte kişilik kazanmış dillerin yüzyıllarca yaşam ve politik özgürlüğe sahip olamamasıyla ölmeyeceğine inanmak için yüzlerce, binlerce senedir perişan halde yaşayan İbranice ve daha önceleri bir lehçe halinde yaşayan Arapça gibi işlenmemiş dilleri görmek yeterlidir.

Dillerin uygarlık tarihine etkisi incelendiğinde; bilim ve teknik alanında ileri uygarlıkların, yaratıcıları olan ulusal dillerini bilim ve bilgi alanında fazlaca kullanan toplumlar olduğu görülür.

Hiçbir topluluk gösterilemez ki, kendisinden başka bir toplumun diliyle olgunluğa erişmiş bulunsun.

Kendi ulusal dillerini ikinci derecede bırakıp başka bir dille aydınlanmak ve yaşamak isteyen toplulukların her zaman yaşam seviyesi düşük, bilim dünyası geri kalmıştır. Sonuçta, bu toplumların karşılaştığı zayıflık ve sefalet uygar dünyanın da huzurunu ve ahengini bozmuştur.

Bunun içindir ki insanlık, düşünen ulusçuluk prensiplerini yeğlemiş, her ulusa ve her topluma yaşam hakkı sağlamak için bu amaç uğruna “Birleşmiş Milletler” topluluğu oluşturarak uygarlığa, insanlığa daha çok hizmet etmek istemiştir.

“Uygarlık ve insanlık düşünürleri bizleri gönüllü olarak bu denli düşünürlerken ne yazık ki bizim anlayıp hissedemediğimiz, kendi mutluluğumuz için olmasa da onların üstün amaçlarına engel olmak suretiyle – Benliğimizi anlamayarak, bu uğurda özveri ile çalışmayarak – bunca insancıl amacı da boşa çıkarmamız büyük bir insanlık suçu ve mutluluk yolunda bir günahtır.

Bir halktan yabancı dillerle birçok düşünür yetişebilir. Ancak bunlar o ulusun hiçbir zaman sosyal ruhunu yansıtamazlar. Dolayısıyla o ulusta bir sosyal değişim, bilimsel bir devrim meydana getiremezler. Biz Çerkesler bunun pek açık bir örneğini oluştururuz.

Bugün Çerkesler arasında Arap ve Türk dilinde yetişmiş pek çok aydın ve bilim adamı vardır. Kafkasya halkı yüzde otuz civarında Arapça ve Rusça konuşur. Türkiye’de de aynı miktarda, belki daha fazla gelişmiş aydın vardır. Bununla beraber ne Kafkasya’da Arapça bilenler ne de Türkiye’de Türkçe öğrenenler Çerkes halkına gereken modern zihniyeti verememişlerdir. Çerkes halkının layık olduğu modern düşünce tarzına sahip olamadığını gören, bir toplumun başka bir dille bilim ve uygarlık yaşamında önemli bir değişme oluşturamayacağını anlayan aydınlarımız, artık amaca ulaşmak için en kısa yol olan ulusal dil ile eğitim ve öğrenimden başka sağlam bir kurtuluş çaresi olmadığını kavramışlardır.

Beşiktaş’ta açtığı bir kız okulu ile bu gerçek ve ulusal inancı eyleme geçirdiği eserlerle taçlandıran Çerkes Kadınları Yardımlaşma Derneği’ni toplumların olgunlaşma tarihi adına içten, samimi duygularla tebrik ve takdir eder ve Türkiye Çerkeslerinin bilimsel yaşam ve uygarlık seviyesinde mükemmel ve eşsiz eserin bir yükseliş ibresi, şerefli bir insanlık ve ulusal abidesi olarak kabul ediyor ve devamlılığında gayret sarf edilmesini halkımdan diliyorum.

 

Blenav Batuk

 

HABZE

 

Çerkes sözcüğünü anlatabilmek için Çerkeslerin bağlı olduğu sosyal kural ve kanunların incelenmesi gerek.

Zaten bir halk hakkında doğru bir fikir edinmek gerektiğinde o halkın sosyal yaşamının araştırılması gerekmez mi? Çerkes kişiliği, karakteri sosyal kanunları olan habzesiyle tayin edilmiş ve belirlenmiştir.

Dolayısıyla Çerkes, habzesiyle başlı başına bir güçtür. Bu güç sayesindedir ki, Doğu ve Batı’nın kavga merkezi olan Kafkasya’nın öz ve ilk nesli olan Çerkesler çeşitli ahlaki özellikler taşıyan binlerce saldırgan ulustan hiçbirisinin tipine ve kişiliğine benzemeyerek soylarının saflığını korumuş, binlerce yıldır uğradıkları saldırılara karşı sarsılmaz bir sosyal inanç ve yapı oluşturmuşlardır.

Toplumsal yaşam için birer varlık abidesi olarak konulan bu kanunlar, milattan 2500 sene önce oluşturulmuş ve bugün bile uygar ulusların ahlak ve yaşam adına faydalı bulduğu kural ve kaideleri bile aştığı, bilimsel açıdan kanıtlanmıştır.

Namus, coşku, müzik mayalarıyla yoğrulmuş olan Çerkes sosyal kanunları, anne olacak kızını bir namus sembolü ve o ninnileriyle büyüttüğü çocuğunu muazzam bir hamaset ile coşkulu bir savaşçı gibi yetiştirir. Bu ölümsüz güçlü ahlak kurallarına bir de parlak müzik eşlik eder.

Habzenin bu parlak fazilet sehpası kendisine her şeyin üstünde bir güç tanımış olan Çerkesin ilkel yaşamdan çok kısa bir sürede sıyrılmasını sağlamış ve yaradılışındaki uygarlık ve yükselme isteğini hızla gelişmiştir.

Kuşkusuz, eski kavimlerin tarihsel araştırmaları henüz bitmiş değildir. Bu yüzden olgunlaşmamış olan insanlık tarihi, gereğince araştırıldığında Çerkes habzesi gibi harika bir sosyal yaşamla karşılaşacaktır.

İlk teleskop görevi yapan tarihe derinlemesine bakıldığında, 4420 yıl gibi bir zaman sürecinde güçlü ve dengeli bir duruma getirdiği sosyal kanunların canlı örnekleri olan bugünkü Çerkeslerin ilkel topluluklardan kendilerini keskin bir zekâ ile süratle soyutlayarak disiplin ve uygarlık sahnesine eriştiklerini ve tarih derinlemesine incelendiği takdirde habzenin, insanlığın ihtiyacı dolayısıyla meydana getirmiş olduğu bugünkü uygarlığa önemli bir esas teşkil ettiği açıkça görülecektir.

Çerkes sosyal kanun ve kuralları hissedilen gerçek bir gereksinimin yarattığı etkiyle meydana getirilmiştir. Bu gereksinim diğer ilkel toplumlarda olduğu gibi yüzyılların bıraktığı izler göreneği ile yüzyıldan yüzyıla kabul edilmiş bir kanun, hissedilmiş gereksinim şeklinde değildir.

Kuşaklar her şeyden önce güvenle sığınacakları bir yurt edinme gereksinimini kavramakla kalmadı, aynı zamanda oluşturduğu yuvanın yaşamını düzenleyecek bir disiplini de kavradılar.

O gelenek ve giysiler, kimi zaman yaşanan yüzyıl içinde karşılaşılan etkiler hariç tutularak, her zaman canlı ve eşsiz bir örnek olarak kaldı.

Örneğin bir baba, ruhunun ürünü olan habzesiyle ilk önce oğlunu ağırbaşlı ve gururlu yetiştirir. Çünkü sosyal çevre öyle bir nesil ister. Gerçekte ciddi bir sevgiye sahip olan genç de acıma ve övgü beklemeden büyür. Babasından gördüğü ciddi sevginin etkisiyle kendinden emin, girişimci yaşam biçimi ile özgürlük kazanır. Kendine güven duygusuna alışmış olan bu genç, habzenin ciddi emirleri sonucu soylu ruhunu temiz incelikleriyle, cömertlik, yiğitlik, ulus sevgisi, düzenlilik gibi meziyetlerle donatır ve bunları doğuştan sahip olduğu özelliklerin yansıması olarak yapar.

Habzenin gözetleyicisi ve gerçek anlamda koruyucusu olan kızlar, Çerkes uygarlığının, Çerkes nezaket ve görgü kurallarının tipik bir örneğidir. Erkeğin taşıdığı yüksek ruhun düzenleyicisi, nezaket ve edebin, dini törenlerin en uyanık birer temsilcisidirler. Bu ahlaki güç ile büyüyen Çerkes kadını büyük bir azim ve irade gücü ile her şeyi yapabilme yeteneğini ve hakkını şahsında görür, varlığını duygu, cesaret ve dayanıklılığın tipik bir örneği olarak tanır. Habzenin bu kesin inancı ile yetişen kuşak, uygar yaşamı ve kalkınmayı bir gereksinim olarak görür.

Çadırda oturmaya tenezzül etmez, hissettiği ihtiyacı uygarlıkla ve sosyal yaşamla bağdaştırır. Çadır yerine saray kurar ve bu yuvadan eşsiz bir tat alır.

Bu yüzden düzenleyip süsler, görgü ve nezaketin en ince ve en ufak ayrıntılarını düşünür. Düzenini ona göre yapar. Yüce duygularına büyük bir hırs ve heyecanla ve doğuştan bağlı olduğunu bilfiil ispat eder.

İşte incelik ve edebin hazinesi olan habze Çerkes neslini bu şekilde yetiştirir. Çerkes sosyal yaşamını iffet, heyecan ve müzik gibi bu üç uygarlık sehpasına dayandırır.

Çerkes sosyal yaşamını sınıflandırmadan önce topluluk ve ulusların meziyet ve sosyal yapılarına değinmek isterim. Gerçek bir şey varsa o da insanlıkta mutlak eşitliğin doğuştan imkânsız oluşudur. Etnografik ve fizyolojik araştırmalar bu gerçeği tamamıyla ortaya koymuştur. İnsanlar arasında mutlak eşitliğin doğuştan imkânsızlığı sonucu basamaklar ve dereceler oluşmuştur. Bu da iki şekilde görülebilir.

Birisi; bir halkı, bir topluluğu yöneten ve yönetilen olarak ikiye ayırır, diğeri ise topluluk bireyleri arasında yavaş yavaş oluşan ve birbirini izleyen bir yönetim tarzı oluşturur.

Birincisi, aslında soyluluk ve derebeylik biçimindeki yönetimdir. Bu biçimdeki yönetimde mutluluk ve yücelik yalnız bir azınlığa bağlı kalmaktadır. Onlar mutlak yöneten, diğer büyük çoğunluk ise bu azınlığın tutsağı ve hizmetkârı olmuştur ki hiçbir zaman insanlığın mutluluğunda ve gelişmesinde yeterli olmayan ilkel bir yönetim biçimini yansıtmaktadır. Uzun zaman devam etmiş olan bu sosyal yapı yalnız cehalete dayanmıştır. Bilim ve aklın gelişmesi bu sosyal yapıyı da yok etmekle beraber bu yapıya bağlı olan topluluklar ancak pek büyük ve art arda yaşanan değişim ve devrimler sonucu geç gelişmişlerdir. İlk ve ortaçağlarda Batı’nın sosyal inancı halinde olan bu zorunlu sınıflandırma şu anda Araplarda, Kürtlerde, Acemlerde ve Asya uluslarının çoğunda varlığını sürdürmektedir.

Bu zorunlu sınıflandırma ise bütün cahil topluluklarda pek doğal olarak devam etmektedir. Buna rağmen her halk ve toplum bir değildir. Öyle topluluklar vardır ki amaçlarına hizmet etmek istediği çoğunluğu kendi soydaşları dışında arar. Kendi hizmetine alınan kendi soydaşlarından olursa onu yabancılara bir kumandan veya yönetici ve eğitici tayin etmek suretiyle bir basamak, bir sınıf meydana getirir. Bu durum Çerkeslerde yürürlükte kalmıştır.

Böylece, Çerkesler yakın zamanlara değin bilim ve bilginin yapacağı bir gelişmeyi yakalama gücünü göstererek, diğer cahil topluluklardan farklı bir sosyal yapıyı ve bir sınıflandırma biçimini kabul etmiş oldular. Bir toplumda var olan soyluluk derecesini tayin etmek için, o ulusun kendi varlığı için aradığı ve tayin ettiği özgürlük yollarını incelemek gerekir. Çerkes kendi soydaşından çirkin emellerine hizmet edecek uşaklar elde etmekten kaçınmış, hem soya hizmet eden hem de soydan bir smıf meydana getirmiştir. Bu sınıf, halkın içinde bir sosyal dereceye yükselmiş, yabancı uşaklar derecesinde hakkı kaybolmamıştır. Bu sosyal yapı hiçbir zaman haksızlığa kurban edilmemiştir.

Çerkes yavaş yavaş izlediği yönetim biçimini genetik özgürlükten mahrum ve bir dereceye kadar uşaklığa yenik olarak değil, yöneten güçlere eğiticilik ve kumandanlık yapmak suretiyle mevki değiştirerek, sosyal yapının esasını kurarak “Habze” oluşturmuştur.

Doğuştan yönetime istekli olan insanlık, yönetim biçimini ve sistemini çeşitli dönemlerde ve çeşitli renklerde göstermiştir. Çerkesler sosyal basamak ve yönetme hırslarını soyun gururunu ve onurunu dikkate alarak ve ona uyarak koruduğu sosyal düzenlemeyle bir ulusal denge meydana getirmeyi başarmışlardır. Böylece gurur ve onurunu gelecek kuşaklara öğreterek yüksek bir ulusal vicdan kurmuşlardır.

Bireysel yaşama özgü olan sosyal kurallar Çerkes bireyselliğini öyle bir hale getirmiştir ki bu olumlu bireyleri toplumsal genel yaşamı dikkate almaya mecbur etmiştir.

Pek düzenli kurulmuş olan bu toplumsal vicdan, Çerkesin irade ve disiplinine hâkim olmuş ve Çerkes, asalet unvanını bir zorlayıcı güce dayanarak değil, aldığı bireysel terbiyenin meydana getirdiği uygar bir topluluk büyüklüğü ile kazanmıştır.

 

Cankat Lostanbiy

Comments are closed.