Çifte Yokluk: Göç Ederken Kurulan Hayallerden Göçmen Olmanın Acılarına*
18:20 5 February 2013

Azgelişmiş dünyaya ait ülke­lerden (ağırlıklı olarak kırsal ve köylü bir nüfusa sahip ülkeler), gelişmiş dünya ülkelerine (kentsel ve endüstriyel uygarlığın hâkim olduğu ülkeler) doğru gerçekleşen günümüz göç hareketleri, eski iç göçlerle, yani bu ikinci tip ülkele­rin her birinin bir dönem tanık ol­duğu kırdan kente göçle benzerlik taşımaktadır. İnsan toplulukları­nın biri işçileri diğeri aileleri kap­sayan bu iki tip hareketi aynı mantığın ürünüdür ve her ne ka­dar zaman ve mekân açısından birbirlerinden çok ayrı olmaları­nın ötesinde, kıyaslanamayacak alan ve uzaklıklarla ilgili olsalar da, kaynaklarını aynı toplumsal ve ekonomik nedenlerden alırlar. Farklı bağlamlarda, benzer tabiat­lı neden-sonuç ilişkilerinin gerek­lerine uyan günümüz uluslararası göçleri -ki çoğunlukla üçüncü dünya ülkelerinden kaynaklanır­lar-, kendilerine özgü bir şekilde dünün iç göçlerini yeniden üretir ve bu tarihi devam ettirirler. Şu farkla ki, sanayileşmiş ülkelerdeki kırdan kente göçler, ulusal sınırlar içinde, yani ulusal topraklar üze­rinde, aynı nüfus kitlesi dahilinde, aynı “devletin” iktidar alanında, kısaca ulusal olanı belirleyen un­surlar temelinde gerçekleşmiştir. Oysa ele aldığımız iki durum ara­sındaki benzerlik ve süreklilik an­cak devlet fikrine belli bir mesafe­de durarak bakıldığında görülebi­lir. Ne var ki, devlet fikri bu alan­da herhangi başka bir alanda ol­duğundan çok daha fazla oranda kendi varlığını dayatır ve böylelik­le ulusal olan ile ulusal olmayan arasındaki keyfi -fakat bir o kadar da yerinde- olan ayrıma, kaçınıl­maz devlet kıstasını da dayatmış olur.

“Uzun süren geçici” olgusunun temel çelişkisi zamansal düzenden mekânsal düzene geçer: aslında olmadığımız bir yerdeki varlığımızı nasıl sürdürebiliriz? Bununla bağlantılı olarak, sadece kısmen var olmayı nasıl becerebiliriz? Bedenen olduğumuz yerde manevi açıdan olmamaya nasıl alışabiliriz?

-Abdelmalek Sayad

Bu durumda yapılması gere­ken, bir süreliğine sınırların veya sınırların siyasi etkilerinin varlığı­nı gözardı etmek veya en azından gözardı ediyormuş gibi yapmaktır. Ancak, acaba bunu yapmamız gerçekten mümkün mü? Toplum­sal ve siyasi dünyayı biçimlendir­memizi ve düşünebilmemizi sağla­yan düşünce kategorilerimize önemli ölçüde bağlı olan uluslar­arası göç olgusu ve onun, içeriden dışa göç (emigration) ve dışarıdan içe göç (immigration)** olarak ifade edilen iki bileşeni, yani her ikisi de devletçe tanımlanan toprak parçalarının bi­rinden diğerine göç, devletin düşünce kategorilerinin dışında düşünülebilir mi?

“İşçi göçleri” olarak bilinen ve en eskileri 19. yüz­yıla dayanan, en yenileri ise halen süregiden göçle­rin ortaya çıkışını yeniden kurgulama girişimimiz an­cak söz konusu göçler ailenin tümünü değil sadece işçileri içerdiğinde (özellikle de bu göçler gidiş-geliş (veya turn-over) diye tanımlanan alternatif biçime sahip olduklarında) gerçeklik kazanır. Aynı düşünce dizgesini izlersek, siyasal bağlamlardan kaynaklanan kitlesel nüfus hareketleri haricinde, ekonomik nite­likli tüm göçler tek başına işçilerin göçü olarak baş­lamıştır. En başından beri kitlesel göç*** olarak nite­lenen veya bugün öyle görülen göçler, yani ailesel göçlerin (özellikle 1840 ile 1920 arasında Avru­pa’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne olan göçler buna örnektir) dahi temeli işçi göçüdür. Buna karşı­lık, en baştan itibaren yalnızca erkekleri kapsayan geçici göçler olarak bilinenler de (yirminci yüzyılın başından son yıllara kadar süren Fransa’daki Ceza­yirli işçilerin göçü) eninde sonunda ailesel göçe dö­nüşüp kitlesel göç halini alır. Bu dönüşümler nasıl gerçekleşmektedir?

Cezayir’den Fransa’ya göç, bu ve başka bir çok konuda oldukça ilginç bir örnek teşkil eder. Öncelik­le ortaya çıkış koşulları açısından bunu söylemek mümkün. Hoyrat ve topyekün bir sömürgeleştirme­nin ürünü olan bu göçün şiddeti ve önemi, her alan­da (iktisadi başta olmak üzere siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda) yaşanan dönüşümlerinkine eşit­tir. Cezayir’in sömürgeleştirilmesinin “örnek oluştur­ması”, şüphesiz, sömürge olgusunun iki farklı anlamı­nı yeniden ortaya çıkaran iki yönünü bünyesinde bir­leştirmiş olmasından kaynaklanır: yoğun ve topyekün bir sömürgeleştirme, insan topluluklarının sömürge­leştirilmesi, yalnızca toprağın, malların, zenginliğin, yerüstünün ve yeraltının değil, aynı zamanda insanla­rın ve zihinlerin -ya da söylenegeldiği gibi- “bedenin ve ruhların” sömürgeleştirilmesi ve üstelik görece er­ken bir sömürgeleştirme. Bu şartlar altında, böylesi bir olgunun yol açtığı majör etkilerin (kendilerini or­taya çıkaran sebep yok olduğu halde çoğu durumda varlıklarını sürdüren etkiler) arasında istisnai veya “örnek” bir dışa göç / içe göçün de bulunması kaçınıl­mazdı: bir yandan, yoğunluğu, sayısal önemi, zaman­da (İkinci Dünya Savaşı sırasında kısa bir ara dışında hemen hiç kesintiye uğramadı) ve mekanda (göç alan toplum mekanı ve göç veren toplum mekanı: bi­rincisi sonunda İkincisinin kısıtlı bir yansıması halini alır) gösterdiği süreklilik, toplam süresi vs.; diğer yandan, kendine özgü düzenlenme biçimleri, burada (gelinen ülke söz konusu olduğunda) var olup, orada (terk edilen ülke söz konusu olduğunda) olmayış, ve özellikle de, sömürgeliğe bağlı bir göç olması nede­niyle erkenliği (bir zamanlar “sömürge işçiler” denir­di, ki bütün Birinci Dünya Savaşı süresince bunların toplam sayısı 240.000 idi: askerliğini yapmakta olan, gönüllü yazılmış veya işçi olarak gelmiş tam 240.000 Cezayir’ li erkek, başka bir deyişle 20-40 yaşları ara­sındaki erkek nüfusunun üçte birinden fazlası1). Bu göç, şüphesiz, Fransa’nın hatta Avrupa’nın tanık ol­duğu, kaynağını Avrupa’nın içinden almayan ilk göçtür. Cezayirli işçilerin Cezayir’den Fransa’ya doğru yaptıkları göç hareketinde, sömürgeliğin önemli bir payı olmasının esas unsurlarından biri, bu sistemin toprak yapısının temellerini parçalaya­rak geleneksel ekonomiyi yok etmesi ise, bir diğeri de kabile ve kabile örgütlenmesine vurduğu darbe­ler yoluyla toplumsal düzenin dayandığı iskeleti darmadağın etmesidir.

Cezayir’den Fransa’ya yönelen göçün -ki bugün artık birçok göç dalgasından biri konumundadır- or­taya çıkış aşamalarını gözden geçirmek, Cezayir’deki göçmen adaylarının karşılarında başka bir seçenek yokmuşçasına neden yalnızca Fransa’ya yönlendiğini anlamamızı sağlayacaktır. Toprak sisteminde, mülki­yetin dağılım yapısında, üretim ve değer yaratma bi­çimlerinde, hatta piyasada ve tarımsal ürünlerin tica­rileşme döngülerinde vs. meydana gelen her türlü dönüşüm, nasıl ki eski göçlerin kökeninde yatıyorsa, bugün hemen her yerde görülen iş bulma amaçlı göç­lerden de sorumlu tutulabilir. Bu kriz durumları, bu­radaki ve oradaki kırsal nüfusu (ve bu nüfusun en yoksul kesimlerini) kendi toprağına, kendi arazisine, ayrıca da köylü ethos’ unu oluşturan bütün bir yaşa­ma sanatına, varoluş biçimine, düşünce ve eylem tarzlarına, dünyayı algılama şekline bağlayan göbek bağını koparıp atmıştır. Bununla da kalmamış, uzun zaman boyunca, benliklerinin en derininde “cemaat- çi” insanlar olmuş, yani (ideal durumda) ancak bir grubun üyesi olarak var olmuş insanları bireyselleşme­ye itmişlerdir. Bu kopuş işleminin gerçekleşmesi ve yayılması yavaş yavaş olmalıdır ki, geleneksel köylü bu süreç için uygun olduğunun bilincine varsın, ger­çek göçmen olma beklentisindeki potansiyel göç­mene dönüşsün, ya da bir başka deyişle, uygun hale getirildiğini, yani göç macerası ve buna bağlı ola­rak, proleterleşme macerası (ki bu kendisini bekle­yen en iyi ihtimaldir, zira maalesef proleterleşeme- me durumu da nadir değildir) için “özgür” olduğu­nu keşfetsin.

Ele aldığımız bütün bu nedenler, göç olayının an­cak toplu olarak varedilen ve herkesçe paylaşılan bir dizi yanılsamaya dayanması koşuluyla kendini tasar­layıp ortaya çıkarabileceğini ve varlığını sürdürebile­ceğini gösterir. Dışarıdan gelmiş -yani yabancı- bir göçmenin varlığı, hukuki anlamda geçicidir ve kendi­sinin dışında bir nedene ve amaca -ki bu /iştir- bağlı bir varlıktır. Bu bağlamda, göçmen mevcudiyetini sü­rekli meşrulaştırma ihtiyacı duyar (Pierre Bour- dieu’nün “devlet mantığı” dediği olgu yoluyla). Ulus içinde yaşayan ama ulusal olmayan bir varlık, siyasal olandan dışlanmış demektir. Dıştan gelen göçün yal­nız ekonomik boyuta indirgenmesi de olayın bir di­ğer çelişkisidir. “Uzun süren geçici” olgusunun temel çelişkisi zamansal düzenden mekansal düzene geçer: aslında olmadığımız bir yerdeki varlığımızı nasıl sür­dürebiliriz? Bununla bağlantılı olarak, sadece kıs­men varolmayı nasıl becerebiliriz? Bedenen olduğu­muz yerde manevi açıdan olmamaya nasıl alışabili­riz? Bir yanda kökenimizin ait olduğu toplumun ce- maatsel düzeni, diğer yanda, göç sürecinde keşfetti­ğimiz, maruz kaldığımız ve öğrendiğimiz “bireysel” düzen arasındaki çelişkidir yaşanan. Sosyal evrenini oluşturan tüm bu kaçınılmaz çelişkilerle acı bir bi­çimde karşı karşıya gelen göçmen, ne bunları orada ve o anda çözüme kavuşturacak, ne de göç durumu­na son vererek bunlardan kaçacak güce sahip olduğu için, kendi toplumsal ve ruhsal dengesini tehlikeye atmak pahasına bunlar yokmuş gibi davranmak du­rumundadır.

Hiç durmadan artan rol yapma ve duygu gizleme halinin dağılmaya başlaması için epey zaman geçme­si gerekmektedir. Hayal kırıklığı, maskelerin düşmesi, göç olgusunun tüm nesnel gerçekliğiyle ortaya çık­ması… yanılsamalarla dolu bir sürecin sonuna yakla­şıyoruz! Fakat büyünün bozulması, çelişkileri dile ge­tirmekten, sahip olduğumuz keder hissini arttırmak­tan başka bir şeye yaramaz. Bahsettiğimiz dağılma­nın hem nedeni hem de sonucu olan ve Cezayir’den işçi göçünün toplum için taşıdığı anlamda değişikliğe işaret eden ailesel göçün ortaya çıkışı önceki durum­dan kopuşun kanıksanmasına yol açtı. İşçilerin yalnız başlarına göç etmesine işaret eden önceki durum ise tüm bu yanılsamalardan beslenmiş olduğu kadar on­ları da besleme ihtiyacı duymaktaydı.

Cezayir göçünü “örnek” hale getiren bir diğer un­sur, oldukça geç dönemde, ailesel göçe dönüşüm bi­çimidir. Bir tarafta işgücüne dayalı dışa göçler ve içe göçler, diğer tarafta esas olarak nüfuslandırma amacı taşıyan dışa göçler ve içe göçler olarak, göç konula­rında alışılmış ikili ayrım dile getirildi. Bu İkincisinde “çalışma işlevi”, “nüfuslandırma işlevi” nin ancak ikin­ci ve ikincil bir unsurudur. Bu şekilde ayrıştırılmış olan göç biçimleri özerk varlıklar haline getirilip, sanki tepeden tırnağa karşıtlarmış ve birini diğerin­den ayrı olarak seçmemiz mümkünmüş gibi bir du­rum ortaya çıkıyor. Bu ayrım a priori yapıldığında, bu göç çeşitlerinden herbiri, onun hakkında ne görmek istiyorsak ona bürünmeye, onun ne olmasını ve nasıl devam etmesini arzu ediyorsak öyle olmaya ve öyle kalmaya mahkûmdur: sonsuza dek biri işgücü göçü, diğeri de nüfuslandırma göçü olur böylece. Bu şekil­de ayrıştırılan iki göç tipinin bir süreklilik veya bağ yoluyla birleşebileceği, İkincisinin ilkinin uzantısı ve türevi olabileceğini öngörmek dahi söz konusu ola­maz. Oysa, çok uzun zaman boyunca, işgücü göçü­nün örneği olarak düşünülen Cezayir göçü, beklen­medik biçimde bir “kitlesel göç” halini aldı. Bununla birlikte, tarafların hiçbiri, ne göçle gelinen toplum, ne dışına göç edilen toplum, ne de bizatihi göçmenler (göç eden-göçle gelen), kendine özgü nedenlerden dolayı, kimse bu gerçeği açıkça kabul etmeye ve bun­dan birtakım sonuçlar çıkarmaya yanaşmıyor.

Dışa göç kendini sorguluyor. Eğer bulaşıcı ise, bunun nedeni, sonuçların yeniden sebep halini aldık­ları, kendilerini ortaya çıkaran ilk nedeni güçlendirip süregitmesini sağladıkları toplumsal süreçlerden biri olmasıdır. Pek çok faktörün karışıklık yaratacak şe­kilde bir araya gelme ediminden ve buna bağlı topye- kün altüst oluştan doğan dışa göç hareketi, bu altüst oluşu derinleştirmekle kalmaz, grupla ve onun me- kansal-zamansal ritmiyle, faaliyetleriyle, kısacası gru­bun temel yapıtaşı olan topluluğa özgü değerler ve yargılar sistemiyle yaşanan kopuşa katkıda bulunur. Bütün ülke toprağına ve tüm toplumsal katmanlara yayılması, ayrıca uzun süre devam etmesi nedeniyle bu kopuş, geri dönüşü olmayan etkilere yol açar. Bu aşamada dışa göç artık en baştaki mükemmelen dü­zenlenmiş ve yönlendirilmiş halinden uzaktır. Ve ne zaman ki grup artık erkeklerinin dışa göçünü denet­leme ve düzenleme konusunda güçlük çeker, işte o andan itibaren ailelerin dışa göçü başlar. Bunun için grubun üyelerini birbirine ve herbirini gruba bağla­yan bağlar zayıflatarak grubun çözülmesi işinin epey ilerlemiş olması gerekir. Ailesel göç olan ikinci tip göçün başlaması için birinci tip göçü (tek başına er­keklerin göçü) başlatan nedenlerin ağırlaşmış olması gerekir ki, bu genellikle dışa göçün kendisinin yarat­tığı bir etkidir. Bu son aşamada, bütün bir göç süreci grubun ahlaki denetiminin, yaratabileceği sansürün dışına çıkar: sosyal baskı, utanç duygusu vs. gibi cay­dırıcı etkiler göç üzerinde artık hiçbir işe yaramaz.

Cezayirli ailelerin Fransa’ya göç etmekte olduğu­nun ilk sinyalleri İkinci Dünya Savaşı’ndan önce alın­maya başlamıştı. En azından en büyük altüst oluşu yaşayan bölgelerde böyle olmuştur; bu bölgeler bi­rinci göç tipine en fazla katkıda bulunmuş olsa veya olmasa da (erkeklerin göçü ilk başta toplumsal yapı­nın iyice oturmasını sağlamış, öyle ki bu denge bu tip göçün koşulu olmuştur) çoğunlukla her anlamda sı­nırda kalan bölgelerdir: hem fiziksel (dağın etekle­rinde yer alan, farklı rölyefler arasında bağlantı sağ­layan bölgeler), hem de kültürel (dağlıların gruplan­mış yaşam alanları ile ovadakilerin dağınık yaşam alanları arasında; Berberilerin yoğun olduğu bölge­lerle Arapça konuşanların oturduğu bölgeler arasın­da; kırsal arazilerle kentlerin çeperleri arasında) an­lamda bir sınırda olma durumudur bu. Bu tür bölge­lerdeki işgücü, Fransa’ya doğru uzak bir dış göç yeri­ne, sömürgeciliğin tarım işletmeleri hizmetine, yani iç göçe yönelir. Cezayir kaynaklı gerçek bir ailesel göç için 1950’leri beklemek gerekecektir. Cezayir’in bağımsızlık savaşı yılları, doğrudan (özellikle kırsal alanlarda hissedilen güvensizlik) ve dolaylı etkileri ile (kırsal, bilhassa da dağlı nüfusun ordunun kontro­lü altındaki bu amaçla kurulmuş merkezlerde “top­lanması”), kadınların ve daha çok ailelerin göçü için, Birinci Dünya Savaşı’nın erkeklerin göçünü başlatan koşullarına benzer koşullar doğurmuştur. Her iki du­rumda ve şüphesiz ilkinden çok İkincisinde, savaş ve onun getirdiği yaptırımlar zorlayıcı sebep olmuş, olay­lar için gereken ortamı hazırlamış, kimsenin itiraf edemediği şeylerin dile getirilmesi için bahane göre­vini görmüştür. Uzun zaman boyunca, ailesel göç, topluluk kurallarını ve grup ahlakını çiğnemek üzere olduklarının farkında olan göçmen ve eşi için (birey­sel olarak) arzu edilir bir olguyken bile, utanç verici ve saklanmaya çalışılan bir edim olarak hissedilip ya­şanmaktaydı, o kadar ki, köyün gece vakti terk edildi- ği durumlar nadir değildi. Fransa’ya ailelerin göçü­nün güpegündüz, hiçbir gizleme, hiçbir çekinme ol­madan yapılabilmesi için, ailelerin paramparça olu­şunun yaygınlaşması, çekirdek ailenin ortaya çıkma­sıyla uç noktasına ulaşması ve Cezayir şehirlerine olan kırsal göçün (ki bunun büyük bölümüne Fran­sa’ya göç neden olmuştur) bütün bir köyü kapsaması gerekliydi.

Kuşkusuz bütün göçmenlerin zihnini kurcalamış bir takıntı, bir cazibe unsuru, tüm projelerini işgal et­miş bir fikir olan ailesel göç, kesintisiz işçi göçünden yaklaşık yarım yüzyıllık bir gecikmeyle ortaya çıkmış­tır. Gidilen toplumun gösterebileceği onaylamama ve karşı koyma gibi tavırları (katı bir ekonomik yak­laşımla iş piyasası ön plana alınıp bakılırsa, işçi er­keklerin tek başlarına göç etmesi, aileleriyle birlikte göç etmelerinden daha “avantajladır) önemsemezlik etmeksizin şunu söyleyebiliriz ki bunlar, göçle ayrılı- nan toplumun gösterdiği hoşnutsuzluk ve yasaklama­lara kıyasla bir hayli ikinci planda, hatta anlamsız ka­lır. Herşey sanki, Cezayir’i terketme esnasında gayet iyi yapılmış olan sansür işinin (ki bu aynı zamanda bir önleme ve koruma işidir) Fransa’ya yerleşme söz- konusu olduğunda yapılması gerekli değilmiş gibi bir hale bürünür. Göç alan ülke açısından bakıldığında da, henüz kendini sunmamış, dillendirmemiş, şu ana kadar talep edilmemiş ve şu anda da edilmeyen, hat­ta toplumsal olarak tersi iddia edilen ailesel göçün is­tenmemesi olası olsa bile, bu bağlamda sansür eyle­mi de kendini, Fransa’da cesaret kırma, denetleme ve düzenlemeden muaf tutmuştur. Böylece, ailesel göç, birinci göç tipinin kapsamında, yani ilk göçme­nin tutumlarında yer almış olsa da, yalnızca işçi göç­menlerin başlattığı sürecin hayal edildiği ve beklen­diği şekilde nihayetine ermesi olabilir. Kadınların ve çocukların eklenmesi ile göçün sayısal bir artış yaşa­masından, göçmenlerin çoğalmasından ibaret değil­dir. Olayın tabiatında bir değişiklik yaratır, niceliğin ötesinde, niteliksel bir değişimdir sözkonusu olan: başkaları adına ve başkalarının zenginliği için çalışan göçmen işçi -her ne kadar, işçinin kendisinin kabul ettiği ve genel mantığın söylediği gibi, işçi başkaları­nın yanında ve başkalarının refahı için çalıştığında, aynı zamanda kendisi için, kendi refahı, ailesinin, içinde bulunduğu grubun ve köyünün refahı için de çalışıyor olsa da-, ailesel göçün bir parçası haline gel­diğinde artık salt işçi olmaktan çıkıp can veren kişiye dönüşür. Göçmen, gelecek kuşaklar için işçilik yapar, başta kendisininkiler için, ama nesnel olarak bakıldı­ğında, istese de istemese de, başkalarınınkiler için de.

Sonuç olarak, bütün bu saydıklarımız ve daha başka pek çok nedenden ötürü, ailesel göçü tek başı­na erkeklerin göçüyle aynı düzlemde göremeyiz; zira aile göçü yalnızca çalışma düzleminde ele alınamaz. O başka bir şeyle, kendine benzetme (‘assimilation) ile ilgilidir; bu toplumsal gerçekliği betimlemek için tü­retilmiş, az veya çok yumuşatılmış hangi tabiri kulla­nırsanız kullanın böyledir bu: uyumlu hale getirme (adaptation), bütünleşme (integration), içine alma (in- sertiori)… Tüm bu terimlerin, sosyal ve politik verimi­ni yitirmiş, veya tarih (özellikle, hiç de tarafsız olma­yan sömürgecilik ve göç tarihleri) tarafından biraz fazla haksızlığa uğratılmış olmalarına bağlı olarak kendilerine özgü birer sosyal tarihleri vardır. Kimse bu konuda hayale kapılmaz; ne ailelerin ülke dışına göç etmelerinden endişe duyanlar (zira böylesi bir durum toplumsal yapının bütünlüğünü tehlikeye at­ma, göç eden ailelerin çözülmeye uğrayarak gittikleri toplumla birleşmesi, bu toplumla az çok yavaş ve az çok bütüncül, ama ne olursa olsun kaçınılmaz bir öz­deşleşme yaşaması gibi riskler taşır); ne de “kendine benzer kılınamaz (asimilasyonu olanaksız)” veya zor­lukla “benzer kılınabilir (asimile edilebilir)” oldukları bilinen (ki bu gerçek bir bilgiden ziyade bir önyargı niteliğindedir) ve bu şekilde ifade edilen ailelerin ül­kelerine gelmesinden tiksinti duyanlar. Peki, “iş gö­çü” ile “ailesel göç” (yani nüfuslandırma) arasındaki klasik ayrım, (etik) tarafsızlık görünümü altında, tek­nik (yani apolitik) olma iddiası taşıyan kelimelerin ardına gizlenerek ve nesnel olduğu izlenimi uyandı­rarak, “bize” neredeyse tümüyle benzeyen göçmenler ile, “bizden” mutlak anlamda farklı, “bize” benzemez göçmenler arasında a posteriori bir ayrım yapmanın üstü örtülü bir yolu değil midir?

Böylece, bir tarafında “kitlesel göç” haline gelme­ye layıktır hükmünü verdiğimiz -ve ihtiyaç duyulursa o hale gelmesine yardım edeceğimiz- göç, diğer tara­fında da, gerçeklik bambaşka olsa bile inatla “işçi gö­çü” olmaya mahkum ettiğimiz -ve ihtiyaç duyulursa öyle kalması için gayret göstereceğimiz- göç bulunan ikili bir ayrım ortaya çıkar. Burada içsel, nesnenin kendisine özgü bir çelişki vardır: çalışma veya nüfus- landırma, çalışma ve nüfuslandırma; bunlardan ilki­nin gerçekleşmesi ancak, onun aynı zamanda İkincisi de olduğu ve İkincisinin olmasını sağladığını gözardı etmesiyle mümkün olur, aynı şekilde İkincisi de ken­disinin bu şekilde ortaya çıktığını gözardı ederse ger­çekleşebilir. Eğer göç siyaseti (göçmen alan her gru­bun yapması gereken siyaset) “çalışma” ve “nüfuslan- dırma” arasında ayrım yapma durumundaysa, en iyi -hatta mümkün- tek siyasetin, siyasetsizlik olması ge­rekir; siyaset ile düzenlemeyi birbirine karıştırma­mak ve ilkini İkincisine indirgememek koşuluyla, bu konuda siyasetsizlik hâlâ bir siyasettir. “Devlet man- tığı”nın entelektüel bir gerekliliği olan öz ile ilgili bu belirsizlik günümüzde sorgulanmaktadır: zamanında öncü rolü oynamış ve uzun bir dönem boyunca tari­hinin bir parçasını oluşturan bu iki aşamayı birbirin­den ayrı yaşamış olan Cezayir göçünün tersine ideal olarak sadece “işgücü göçü” (coğrafi olarak gittikçe daha uzaktaki üçüncü dünya ülkelerinden gelen göç­ler) olarak kalması gereken göçler giderek aynı za­manda “ailesel göçler” olmaya kalkışmışlardır.

Notlar

1- Bkz. C. R. Ageron, Les Algériens Musulmans et la France (1871-1919), Paris, PUF, 1962, 2 cilt.


* Bu makale Abdelmalek Sayad’ın ölümünden sonra yakın arkadaşı Pierre Bourdieu tarafından derlenen makalelerin yer aldığı La Double Absence. Des İllusions De l’émigré aux Souffrances de l’Immigré (Paris: Seuil 1999) adlı kitabının en sonunde yer alan ve kitaptaki görüşleri toplu olarak ele alan “Recaputulation” (Özet) adlı bölümün (s. 417-426) çevirisidir. Kitabı özetleyen bir makale olması nedeniyle, kitabın başlığını isim olarak vermeyi uygun gördük. (ç.n)

** Burada, Türkçe’de uygun bir karşılığı bu­lunmayan bir kavramla karşı karşıyayız.

Fransızca’da göç kavramı ikiye ayrılmış durumdadır: bir ülkeye dışa­rıdan olan göçler immigration (içe göç), ülke içinden dışarıya doğru olan göçler émigration (dışa göç) olarak isimlendirilmiştir. Yazar, Cezayir’den Fransa’ya olan göçü, hem Cezayir’in dışarıya göç verme­si, hem de Fransa’nın dışarıdan göç alması açılarından ele alıyor. Türkiye toplumu için “göç” kavramı daha çok ülke içi hareketlilik ve­ya Almanya başta olmak üzere yurtdışına yapılan göçleri ifade ettiği, içe göç edenler için Türkçe’de en uygun karşılığın “muhacir” olabile­ceği, ancak bu terim de belli tarihsel ve sosyal bir anlama sahip oldu­ğu için terimleri, gerektiği yerlerde, içe göç / dışa göç olarak vermeyi uygun gördük (ç.n.).

*** Metnin orijinalinde “peuplement” olarak geçen ve bir nüfusun bir bö­lümünün değil, o grubu oluşturan tüm bireylerin göç etmesi anlamı­na gelen kavram için Türkçe’de en uygun karşılık “nüfuslandırma olabilir”; ancak bu terimin dış bir güç zoruyla (iskan gibi) bir nüfusun bir yere göç ettirilmesi anlamı taşıması nedeniyle, çeviri yaparken, daha uygun olduğunu düşündüğümüz yerlerde söz konusu terimi “kitlesel göç” terimiyle karşıladık (ç.n.).

Abdelmalek Sayad

Not: Bu çeviri makale ilk olarak Toplum Bilim dergisinin “Göç Sosyolojisi Özel Sayısı”nda yayınlanmıştır.

Comments are closed.