Prof. Dr. Ayhan Kaya ile Söyleşi
Modernleşme, Kimlik ve Çerkesler
13:52 4 February 2013

Prof. Dr. Ayhan Kaya, Istanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişikler Bölümü Öğretim Üyesi ve Avrupa Birliği Enstitüsü Müdürü

Türkiye’de 1950’li yıllarda  başlayan göç serüveni inişli çıkışlı dönemleri olsa da devam ediyor. Çerkesler ise bu süreçten tüm Türkiye halkları gibi derinden etkilendi. Köyden gelip kentin ekonomik çarklarında ayakta kalmanın zorlukları bir tarafa, kimliklerinin kaybolması endişesi de hiç bırakmadı peşlerini.  Gelinen noktada artık ciddi bir kentli nüfusa sahip Çerkesler. Göç sebepleri, göçün kimlik ile ilişkisi ve yeni inşa edilen Kentli Çerkes Kimliği araştırmacılar için hala bakir bir alan. Türkiye’de hem Göç, hem de Çerkesler üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Ayhan Kaya ile Türkiye Modernleşmesini, Çerkesler’ in köyden kente göç sürecini ve bunun kimliklerine etkisini konuştuk. Kimlikleri konusunda endişe içerisinde olan Çerkesler için Ayhan Kaya’nın söyledikleri umut olabilecek cinsten.

G: Türkiye’de Modernleşme sürecini nasıl tanımlayabiliriz? Hangi modernleşme tarifine uyar Modernleşme serüveni Türkiye’de?

A.K: Türkiye’nin modernleşme süreci Anthony Giddens’ ın kullandığı bir terimi kullanmak gerekirse basit modernleşme sürecidir. Yani özetle yukarıdan aşağı giden bir modernleşme sürecidir. Özellikle XIX. Yüzyılın başlarında coğrafi açıdan giderek daralan, kendi içine kapanan, toprak ve güç kaybeden, insan ve asker gücüne ihtiyaç duyan Osmanlı’nın, çözümü askeri olarak modernize olmakta bulmaya çalıştığını biliyoruz. Askeri modernleşme ile birlikte tıp alanının, ekonomik bürokrasinin ve tabiî ki siyasal bürokrasinin de modernize olmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla bu askeri odaklı yukarıdan aşağı bir modernleşme süreci. Bu XIX. Yüzyıl boyunca devam eden bir modernleşme hali. Ayrıca, Osmanlı’nın bu defa   kendi tebaası olan gayri-Müslimlerin haklarını savunmayı amaçlayan Batı’dan çeşitli müdahalelerle karşılaştığını biliyoruz. Bu süreçte Tanzimat Fermanı’nın ve Islahat Fermanı’nın gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Batılı ülkelerden gelen bu baskıların sonucunda insan hakları ve demokrasi alanında bir takım girişimlerin olduğu da bir gerçektir.

XIX. Yüzyılı bu şekilde özetlemek mümkün. XX. yüzyılda ise Cumhuriyetle birlikte, yine o yukarıdan aşağıya modernleşme anlatısının devam ettiğini görüyoruz. Burada önemli bir noktayı unutmamak gerekir. Kemalist Devrim nihayetinde bir siyasal devrimdir. Toplumsal ve kültürel anlamda beklenilen değişim ve dönüşümleri beraberinde getirmeyen bir devrimdir. Siyasal bir devrim olması nedeniyle de devrimlerin geniş toplumsal kesimlere ve özellikle de kırsal alana yayılmadığı bir süreç yaşandı Türkiye’de. Belki de bu modernleşme sürecinin en büyük eksikliklerinden bir tanesi Ernest Gellner’in çok iyi ifade ettiği gibi Cumhuriyet’in özellikle geniş kitlelere, daha çok kırda yaşayan kitlelere ulaşmak konusunda gösterdiği basiretsizliktir. Konjenktürel nedenlerin ya da belki uğraşılan pek çok sorunun bunda etkisi olabilir. En nihayetinde Cumhuriyet elitleri yani Kemalist elitler modernleşmenin toplumun geneline ve kırsal kesimlere yayılması konusunda başarılı olamamışlardır. “Köylü milletin efendisidir” şeklinde söylemsel retorikler malesef pratiğe yansıyamamış ve kır modernleşme pratiğinin dışında kalmıştır. Böylelikle Kemalist modernleşme projesi burjuva ve kentle sınırlı kalmıştır. Bu dialektik süreçte bakıldığında 1950 yılından sonra, çok partili hayata geçmekle birlikte Demokrat Parti, Adalet Partisi sonra Anavatan Partisi ve en sonunda Ak Parti şeklinde özetlenebilecek bir yapı içerisinde özellikle köyün yani taşranın veya diğer bir ifadeyle merkez dışında kalan çevrenin, siyasal erki elinde bulunduran  merkeze karşı örgütlendiği ve giderek zemin kazandığını görüyoruz. Türkiye’deki siyasal modernleşmeyi bu şekilde tanımlamak mümkün.

G: Türkiye’de özellikle 1950 sonrasında sanayileşmenin toplumun modernleşmesi sürecine ne şekilde etkisi oldu?

A.K: Türkiye’de 1950’li yıllar ABD merkezli Marshal yardımlarının gündeme geldiği, tarımda makineleşmenin, modernizasyonun başladığı yıllar. Tabi kırda makineleşmeyle birlikte ciddi bir iş gücü fazlasının ortaya çıktığı bir süreç yaşanıyor bu dönemde. Özellikle Orta Anadolu Bölgesi, daha sonra Karadeniz en son olarak da Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleri’ nden aşama aşama çok sayıda insanın büyük kentlere doğru gelmeye başladıklarını biliyoruz. 1950’li yıllar aslında Türkiye’deki göç pratiğinin çok net bir şekilde yaşandığı yıllar. Ki bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey de değil. Dünya’nın her tarafında, örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde de iç göçün yaşandığı yıllar 1950’ler. Keza aynı dönem, yine İkinci Dünya Savaşı’nın yıktığı Avrupa’da bu defa dış göçün gündeme geldiği dönem. Bu anlamda 1950’ler bütün dünyada demografik olarak çok önemli alt üst oluşların yaşandığı bir 10 yıla takabül ediyor. Türkiye özelinde daha sonraki yıllarda da bu göç hareketlerinin artarak devam ettiğini görüyoruz.

G: Peki köyden kente göç ile birlikte kentlere gelen insanların da toplumsal olarak modernleştiklerini söyleyebilir miyiz bu dönemde?

A.K: En başta da değindiğimiz gibi Cumhuriyetçi elitin yani  yukarıdan aşağıya modernleşme sürecini gerçekleştirmeye çalışan elitin erişemediği bir insan kitlesinden bahsediyoruz. Ki bunu nüfus olarak düşünürsek o dönemde belki Türkiye’nin yüzde seksenini teşkil ediyor. Dolayısıyla buradaki yer değiştirme özellikle 1950’lerde bireysel göç hikâyeleri şeklinde seyrediyor. Büyük aile göçlerinden ziyade bireysel göç hikâyelerinin yaşandığını söyleyebiliriz bu anlamda. 1960’lar da ise büyük kentlere göç daha da kitlesel bir hal alıyor. 1970’lerde de bu şekilde devam ediyor. Ki baktığımız zaman 1950’ler sanayileşmenin 1960’lı yıllar ise siyasal anlamda modernleşenin ve belli ölçüde demokratikleşmenin olduğu yıllar. İnsanlar kentlere aktıkça, merkeze sıkışmış siyasasal alana da girmenin yollarını arıyorlar aynı zamanda. 1970’ler ise daha içe kapanmacı politikaların uygulandığı yıllar. Türkiye’deki göç hareketlerine baktığımız zaman siyasi ve iktisadi koşulların ya da politikaların bu hareketleri ciddi şekilde etkilediğini görebiliriz. Bu süreç içerisinde İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlere gelen insanlar, kendi sahip oldukları kültürel ve etnik bagajları da yanlarında getiriyorlar. Köyünde daha homojen ve durağan bir yaşayan, kendi türdeşleriyle birlikte yaşam süren insanlar birden farklı hayatların, farklı dillerin ve dinlerin olduğu kentsel alana geldiklerinde büyük bir gerilim ve adaptasyon problemiyle karşı karşıya kalıyorlar. Cikago Sosyoloji ekolünden Robert Ezra Park’ın 1920’lerin Amerikasına referansla söylediklerine atıfta bulunacak olursam, farklılıkların bir araya gelmesi genellikle sosyo-ekonomik ve politik bir takım gerilimleri de beraberinde getirir. Bu gerilimleri ancak başarılı ve vizyoner bir siyaset anlayışı çözeilir ve gerilimlerden toplumsal barışa bizleri götürebilir. Ancak Türkiye’deki devlet geleneği bunu malesef başaramıyor, gerilimler büyüyen bir yumağı veya kartopunu anımsatırcasına büyüyor.

Kırdan kente göçeden insanların bir taraftan sosyo-ekonomik açıdan sorunları var, bir taraftan büyük kentlerde kendilerini bir hiç olarak ihtimalleri var. Artık kendilerine isimleriyle veya lakaplarıyla hitap edilmediğini görmeye ve zaman içinde kendilerine ve çevrelerine yabancılaşmaya başlıyorlar insanlar. Şener Şen’in Züğürt Ağa filmi bu süreci çok iyi anlatır. Diğer yandan siyasete etki edememe, erişememe sorunları var bu insanların. Bir başka açıdan bakarsak çift kutuplu dünyada ideolojik olarak kendisini bir tarafta konumlandırma ihtiyaçları beliriyor. 1950 ve 1960’lı yıllar normalde herkes için çok zor olan yıllar, ancak bunun içine birde göç dinamiği girince hakikaten yalnızlaşan, yalnızlığı yaşayan, bir anlamda kaosu  yaşayan bir insan kitlesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Tabi o dönemde Türkiye gibi ülkelerde henüz bir refah devletinden söz etmek mümkün olmadığından, daha doğrusu refah devletinin ya da modern devletin korumacı mekanizmalarına sahip olunmadığından, bu kitleler bu defa kendi geleneksel tampon mekanizmalarını, kendi geleceksel koruma mekanizmalarını üretmek durumunda kalıyorlar. Aslında tüm bu yapısal, sosyo – ekonomik ve siyasal nitelikli sorunlara karşı köyden gelen insanların kendi içlerine kapanmak suretiyle kendi hemşerilik örüntülerini ve etnik örüntülerini hatta yer yer kendi dinsel örüntülerini oluşturarak bir hayatta kalma ve hayata tutunma mücadelesi verdiklerini söyleyebiliriz. Bugün mesela İstanbul’da ya da diğer büyük kentlerde yaşanmakta olan süreçleri bu illerdeki demografik göç hareketleriyle açıklamak pekâlâ mümkün.

G: Hemşeri dernekleri aynı zamanda bir içe kapanmacılığı ve şehre adapte olamamayı da beraberinde getirmiyor mu? Ya da hemşeri dernekleri şehre adapte olmadan önceki bir istasyon vazifesi mi görüyor?

A.K: Şöyle yorumlamak mümkün olabilir belki, farklılığın olduğu, kaosun olduğu, bildik kültürel referanslara yer olmayan büyük bir kentte kentin bilinmeyen ve güvensizliklerle dolu hayatını, bildik bir vahaya ve bildik bir referanslar düzenine çeviren yerler aslında hemşeri dernekleri. İnsanların birbirlerini tanıdıkları, hikayelerini bildikleri, birbirlerine isimleriyle hitap edebildikleri ve köyden getirdikleri hiyerarşik ilişkileri devam ettirebildikleri yerler aslında bu tür dernekler. Aynı zamanda kente uyum sağlayabilmek için kendi sosyal ağlarında ticaret yapabildikleri, siyaset konuşabildikleri ve aslında kentsel hayata eklemlenebildikleri yerler bu tür dernekler. Hemşeri dernekleri insanların kentsel hayatta var olabilmek için kırdan getirdikleri referanslar ile kentte karşılaştıkları referanslar arasında tercüme yapmalarını sağlayan bir takım araçlar. Büyük bir kentte ismiyle hitap edilmeyen yüz binlerce insanın girdiklerinde isimleriyle hitap edildiği yerlerdir hemşeri dernekleri. Dolayısıyla aidiyet açısından önemlidirler. Kaybolmuşluğa karşı mücadele etmek açısından önemlidirler.

Sembolik açıdan da oldukça önemli bir işleve sahiptirler ama tabi sürekli o işlevi devam ettiremezler. İnsanlar kentin çeperlerine tutunmaya çalışırken hemşeri derneklerine ihtiyaç duyarlar, ama sonraki aşamalarda kentin başka eksenlerine mesela sosyo-ekonomik anlamda, siyasal anlamda,  kültürel anlamda ve eğitim anlamında tutundukça bu defa özellikle yeni kuşaklar açısından hemşeri derneklerinin veya benzeri örgütlenmelerin bir engel olmaya başladığı görülür. Bu durumda göçmenlerin çocukları, torunları o geleneksel cemaat ağlarının içinden çıkıp kentin başka mecralarına akmanın yollarını ararlar. Ama her şeye rağmen hemşeri dernekleri önemlidir ve zaman içinde yok olmazlar, fakat şekil ve işlev değitirirler.

G: Köyden gelen kitlelerin sermaye birikimlerinin olmamasının kentleşme sürecine etkisinin olduğunu söyleyebilir miyiz? Mesela Çerkesler özelinde baktığımızda bir sermaye birikimlerinin olduğunu söyleyemiyoruz, bu durum onların kentleşme süreçlerine nasıl etki ediyor?

A.K: Benim yaptığım çalışmalarda da görebildiğim kadarıyla Çerkesler’in gerek Kuzey Kafkasya’da gerek Türkiye’de bizim antropolojide kullandığımız potlaç ekonomisine sahip oldukları görülmektedir. Genelde gelenekçi toplumlarda gördüğümüz bir modeldir bu. Üretim biçimlerini antropolojide ikiye ayırırız. Bir kapitalist üretim biçimi vardır, bir de potlaç ekonomisi vardır. Kapitalist ekonomide bildiğiniz gibi bütün ilişkiler ekonomik çıkar üzerine inşa edilir. Fakat potlaç ekonomilerinde ilişkiler daha sembolik çıkarlara dayalıdır. Toplumsal hayat, biat etme, saygı görme, misafirperverlik gibi bir takım gayeler üzerine inşa edilmiştir. Thamatelere saygı göstermek, misafire saygı göstermek, büyüklerin saygıyı kazanmak için sergiledikleri cömertlik ve benzeri hal ve tavırlar potlaç ekonomisinde tanımlanmıştır. Dolayısıyla orda artı değer üretmek ve bu artı değeri ekonomiye katmak, kâr elde etmek ve bu kârı artı değere katıp sermaye oluşturmak ve zenginliğin artırılması pek söz konusu değildir. Yine kentsel alanda özellikle Çerkesler arasında yaygın olan misafirperverlik olgusu ve ritüeli halen varlığını sürdürmektedir.

Ayrıca Çerkesler’in  sadece Türkiye’de bir göç yaşamanın dışında, 150 yıllık bir diaspora olmanın getirdiği bir takım kültürel yükleri var. Dilin, kültürün devam ettirilmesi, unutumaması için gösterilen çaba, belli ritüllerin yaşatılması olarak görebileceğimiz kültürel yükler bunlar. Dolayısıyla Çerkesler’in üzerindeki o baskı kentsel alana gelindiğinde Türkiye’nin her hangi bir yerinden göçen Alevi veya Sünni bir Kürt’ün ya da Türkün üzerindeki baskıdan çok daha ağır. Kuşaklar boyunca hissedilen bu tür baskılara karşı da bir var olma mücadelesi verilmektedir. Bu sebeple sözgelimi Pınarbaşı’ndan gelen ya da Çorum’dan gelen Çerkesler arasında kentsel hayata uyum başlı başına bir sorunsaldır. Ama aynı zamanda aile içerisinde kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel birikimin, hep kaybolacağı düşünülen dilin, belli ritüellerin kaybolmaması için oluşan baskı Çerkesler’i kültürel olana, dilsel olana vurgu yapmaya yönlendiriyor. Bu biz bilim insanlarının, kültürün diaspora da tözselleştirilmesi, diasporada kültürün donması dediğimiz şey aslında. Ama ben tüm bunların kentsel alana adaptasyon konusunda bir sorun çıkarmadığı kanaatindeyim. Tam tersine tüm bunlar kentsel alanda var olabilmenin anahtarları olarak da düşünülebilir. Bugün Türkiye’deki Çerkes topluluklarına baktığımız zaman bütün gelenekselliklerine rağmen, diaspora da olmanın getirdiği bir takım dışlanma gibi, asimile edilme gibi korkularına rağmen ben Çerkesler’in Türkiye’de en örgütlü topluluklardan bir tanesi olduğu kanaatindeyim. Bunu da Çerkesler 1960’ların Türkiyesi’nde moda haline gelen hemşeri örgütlenmeleri üzerinden yapıyorlar. Yani folklorik ve kültürel özellikleri ön planda olan dernekler üzerinden örgütlendiklerini görüyoruz Çerkeslerin. Belki son aşamada bu tür derneklerin farklı bir noktaya doğru evrildiklerini de söylemek mümkün.

Folklorik temeller üzerine inşa edilmiş dernekler, değişen uluslararası koşullar ve Türkiye’nin geldiği nokta ile birlikte başka bir mecraya doğru evrilmektedir. Bu anlamda derneklerin hak temelli arayışlar içinde olup daha siyasal nitelikli bir yöne doğu evrilmeleri mümkündür. Bu yapılar, daha çok çoğulcu toplumlarda karşılaştığımız siyasi baskı oluşturacak örgütlenmelere dönüşmektedirler. Çünkü burada ciddi anlamda bir kültürel ve siyasal sermaye vardır. Bu kültürel ve siyasal sermayeyi gelenekçiliğin bir göstergesi olarak değil de, siyasal katılım bağlamında olumlu bir unsur olarak değerlendirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yurt dışında yapılan çalışmalarda da hep gelenekselliğin ve bu tür kültürel nitelikli derneklerin entegrasyonun önünde engel olduğu varsayımı yapılır. Bu varsayım aslında çok da doğru bir varsayım değildir. Şöyle de düşünmek mümkün, bu geleneksel olduğunu düşündüğümüz kurumları, yani göçmenlerin oluşturduğu dernekleri, siyasal katılım anlamında mobilize edildikleri takdirde kitlelerin kentsel alana, siyasal alana eklemlenmelerini ve entegre olmalarını sağlamak için önemli bir işleve sahip oldukları da çok daha kolay görülebilir ve görülmektedir. Bu geleneksel örgütlenmeleri tehdit olarak görmek yerine, onlarla birlikte bu siyasal entegrasyonu sağlamak çok daha kolay olabilir.

G: 1950’lerde başlayan köyden kente göç süreci aslında bir süreklilik arz ediyor. Hükümetlerin uyguladıkları tarım ve ekonomi politikalarının göç sürecine bir etkisi var mı?

A.K:  Burada tarımın giderek endüstrileşmesi ve başlı başına büyük bir sektör haline gelmesi, büyük toprak sahiplerine devlet tarafından bir takım destekler verilmesi, bireysel anlamda çiftçilik yapan insanların rahatlıkla erişemeyeceği, rekabet edemeyeceği bir takım noktalara götürdü bizi. Dolayısıyla kendisini idame ettiremeyen, ürettiği ürünün pazarlara erişiminde ciddi sorunlar yaşayan insanların köyden ayrılmalarına sebep olan bir sonuçla karşı karşıya kalıyoruz. Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde, Avrupa Birliği nin de istediği bir şeydi bu sonuç. Çünkü Avrupa Birliği’ne üye olmak için arzu edilen koşullarından bir tanesi de   ülke nüfusunun sadece yüzde onunun tarım sektöründe istihdam ediliyor olmasıdır. Türkiye’de ise bu oran yaklaşık yüzde otuz civarındadır. Turgut Özal döneminde, 1990’lı yıllarda bu oranın yüzde altmışlarda iken bugün yüzde otuza çekildiğini görüyoruz. Yani devlet politikaları da bu göç sürecinde oldukça etkili oluyor. Ama şunu da unutmamak gerekir. Göç o kadarla bitmiyor. İnsanlar kırdan geliyorlar ancak köyle ve akrabalarıyla irtibatlarını kesmiyorlar. İnsanlar yaşlandıkça nostaljik bir şekilde, geride bıraktıkları coğrafyaya geri dönmenin yollarını arıyorlar. Kaldı ki, sözgelimi bugün Çerkes ve Abhas köylerinin bugün çok modernize olmuş örneklerin olduğunu ve insanların özellikle yaz aylarında çocuklarıyla birlikte köylerine gidip kaldıklarını biliyoruz.  Dolayısıyla eskiden yaşanan tek taraflı göç hali bugün daha çok mobil hale dönüşüyor. Yani gidiş-gelişlerin kolaylıkla yapılabildiği, gurbet ve sıla arasındaki mesafenin neredeyse ortadan kalktığı bir zamanda yaşıyoruz artık. Mobil olmak günümüzün gerçekliği aslında.Yani insanlar geldikleri şehirlerde yaşamaya devam ediyorlar, ama köyde de reel ve sembolik anlamda varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bu sadece ülke içindeki göçlerde değil Avrupa’da yaptığımız çalışmalarda da karşımıza çıkıyor. Örneğin Almanya’da yaşayan Türkiyeliler, ki aralarında Çekresler de var, yaz aylarını Türkiye’de geçiriyorlar. Mobil olan insanın yazgısıdır bu durum. Maliyetli ama bir o kadar da zengin bir şeydir bu. Avrupa’ya giden Çerkesler için yaşadıkları yer önemlidir ama oraya da muhtemelen İstanbul’dan gitmişlerdir. İstanbul’a da bir köyden hatta daha geriye gidersek o köye de Kuzey Kafkasya’dan gelmişlerdir. Dolayısıyla Çerkeslerin yaşadığı ve tecrübe ettği şey aslında bir tür çoğul vatanlar çoğul yurtlardır. Onlar yurtsuz değillerdir. Gittikleri yeni mekanları kendi yeni yurtları haline getirmişlerdir. Yürekleri her ne kadar Kuzey Kafkasya için atsa da onlar yerleştikleri yeni coğrafyaları da yeni yurtları olarak bellemişlerdir. Bu durum, çok keyiflidir ama bir o kadar da gerilimlidir. Gerilimlerin olması iyidir. Çünkü gerilimler bizi zengin ve canlı tutarlar. Dolayısıyla entegrasyon ve uyum konusuna bir sorun olarak bakmamak lazım. Coğrafi ve kültürel geçişgenliğin sonuçlarıdır bunlar ve önemli zenginliklerdir. Dolayısıyla ben o anlamda göçe ve göçmenlere büyük bir zenginlik ve dinamizm olarak bakıyorum.

G: Yine Çerkesler özelinde soracak olursak belli bir yaşa kadar köyde yaşamış birinin kente gelişinde ciddi kimlik bunalımları yaşanmıyor mu? Belli ritüellerin belli adet ve ananelerin yaşanamayacağı alanlar çünkü kentler?

A.K: Tabi ki. Örneğin beni yaptığım çalışmada en çok etkileyen şeylerden biri Çerkes evlerinde ve köylerinde kamusal alanın çok iyi inşa edilmiş olmasıydı. Privacy yani mahremiyet dediğimiz konu bağlamında evlerin çok iyi tasarlanmış olması beni etkilemişti. Türk köylerine baktığım zaman, mesela  Anadolu’da mahrem söylemi çok yoğundur. Ama ben  bir söylem bir yerde çok yoğun olarak ullanılıyorsa, aslında o konuşulan şeyin gerçekliğinin pek olmadığı kanaatindeyim. Hakikaten de Türk köylerine gidildiğinde evler iç içedir. Bu anlamda pek de mahremiyet yoktur aslında. Geleneksel köy yaşamında evleri birbirinden ayrık ve mahremiyete saygı gösteren bir yapıda olan Çerkes ailelerin kente geldiklerinde ciddi anlamda sorunlar yaşadıklarını görmek mümkün. Onu çözmenin yollarını da arıyorlar. Ya da başka bir örnek vereyim. Sözgelimi Çerkes köylerinde ortaya çıkan sorunlarda, Thamate dediğimiz ileri gelenlerin bir araya gelip konuyu çözmeleri gibi ritüeller belki de Kuzey Kafkasya’daki feodal sistemin getirdiği gelenekler olabilir. Ben bunun Avrupa’daki feodal sistemle ciddi bağlantıları olduğunu düşünüyorum. Tabi bu ritüellerin ya da toplumsal dokuyu düzenleyen adetlerin kentte varlığı sürdürmesi oldukça zordur. Bu nedenle, gelenekten moderne geçmeye çalışırken bir takım gerilimlerin ortaya çıkması da çok normal.

G: Geleneksel yaşam alanlarında özellikle yaşlılardan dinlenen masallar, hikâyeler ve   anılarla sözlü geleneğin aktarıldığını biliyoruz. Sözlü anlatım geleneği olan Çerkesler’ in kent hayatında bu geleneği sürdürememeleri de kültürel kimliklerinin yok olmasında etkili olmuş mudur sizce?

A.K: Tabi insan yeni koşullarda yaşarken yeni tehditlerle karşı karşıya kalıyor ve o tehditlerin üstesinden gelmek için yeni taktikler üretmek zorunda kalıyor. Yalnızlığa karşı, dışlanmışlığa karşı, ekonomik anlamdaki yoksulluğa karşı belli mücadele araçları geliştiriyor. Sonuç itibariyle bir takım şeyleri de eğer kullanılmıyorsa ve ihtiyaç duyulmuyorsa insan unutuyor. Bazen asimilasyonun sonucu bazen de koşulların dayatması sonucunda gelişiyor bu durum. Kültür dediğimiz şey aslında antropolojik açıdan bakıldığı zaman, insanın ihtiyaçlarıyla çok bağlantılıdır. Bir takım kültürel öğelerin kaybolması asimilasyona yorulabilir ama her zaman öyle olmaz. Bazen de kullanılmayan şey unutulur gider. Ancak onun yerine bir takım başka öğeler, ritüeller ve gelenekler inşa edilir. Ya da bir takım ritüeller şekil değiştirerek varlıklarını devam ettirirler. Çerkesler’deki egemen söylemlerden bir tanesi kültürel anlamdaki bu unutma, asimile olma ve dilin ortadan kalkması gibi şeylerdir. Ama ben bunların doğru olduğu kanaatinde değilim. Tabi ki, dil belki istenildiği gibi yaşatılamıyor, çünkü bir takım devlet desteklerinden yoksun. Yeni yeni televizyonlarda o dil konuşulmaya başlıyor, yeni yeni çoğunluk toplumu tarafından o dil kabul edilmeye başlanıyor. Devletin bu anlamda yapması gereken daha çok şey var. Ama genel anlamda ben Çerkes toplumunun çok başarılı bir şekilde kendi geleneklerini korudukları, kente uyum anlamında çok başarılı olduklarını ve o dönüşümü gerçekleştirdiklerini düşünüyorum. Korkulduğu gibi bir kültürün yok olması mümkün değildir.  Bir kültürün yok olduğunu düşündüğünüz zaman belki yeni bir şey inşa ediliyordur. Kültür değişen bir şeydir. Değişmiyorsa o aslında kültür değildir. Değişmeyen şey kült dediğimiz şeydir. Amerika’da 1920’lerde Melting Pot’un, yani eritme potasının bir parçası olmak için giden Macar Göçmenler asimile olmak gerektiğini düşünmüşler ve asimile olmuşlardır. Ama Macarlık kimliği bir yere gitmemiştir. Enteresandır ki, 4. kuşak gençler çıkıp dedelerinin unuttuğu daha doğrusu unutmak zorunda olduğu kültürel kimliğe yeniden sarılmışlardır. Bu defa başka bir kimlik inşa etmişlerdir. Dolayısıyla, doğada hiçbir şey yok olmaz, sadece şekil değiştirir. Yok olduğunu düşündüğünüz anda değişerek, dönüşerek tekrar su üzerine çıkıyorlar. Çerkesler’de de sürecin böyle işlediğini düşünüyorum ben.

G: Gettolaşma genelde göç eden toplumlarda karşılaşılan bir olaydır. Ancak Çerkesler’ e baktığımızda gettolaşma eğiliminin pek fazla olmadığını görüyoruz. Siz hem Çerkesler’ i çalıştınız hem de göç konusunda çalışmalarınız var bunun nedenleri ne olabilir sizce?

A.K: Evet 1960’lı, 1970’li ve 1980’lı yıllara baktığımız zaman Çerkesler’in bir araya gelip bu tarz bir blok oluşturmadıklarını biliyoruz. Kürtler de aslında aynı süreçlerden geçmişlerdir. Dışarıdan bakıldığında bugün özellikle Kürtler’in çok homojen bir şekilde ve PKK söylemleri ve eylemleri paralelinde bir muhalefet oluşturdukları düşünülmektedir. Ama gerçekliğe bakıldığı zaman, gerçeklik biraz farklı. Diyarbakır’dan gelen Kürtler mesela belli yerlerde yaşarlar, Bitlis’ ten gelenler, Batman’dan gelenler hep farklı farklı yerlerde yaşarlar. Sadece belli semtlerde birçok şehirden gelen Kürtler bir arada yaşar. Onun dışındakiler dediğim gibi kendi şehirlerinden gelenlerle bir arada yaşamayı tercih ediyorlar. Hemşehrilik aslında etnisiteden daha önemli bir aidiyet hâlâ günümüz Türkiyesi’nde. Çerkesler içinde aslında aynı şey söz konusu. Çerkes üst kimliğinden ziyade geldikleri coğrafya yani Uzunyayla ise Uzunyayla,  Samsun Çarşamba ise Çarşamba, hep bu şekilde aynı odaktan aynı ortak çevreden gelen Çerkesler’in bir arada yaşadıklarını görüyoruz. Bu anlamda İstanbul’da belli noktalarda çok küçük de olsa kendi gettolarını kurduklarından bahsedebiliyoruz. Buradan bakıldığı zaman aslında Türkiye’de bütün gruplar aynı şeyi yapıyorlar. Hemşehrilik dediğimiz şey de biraz buradan çıkıyor aslında aynı köyden aynı coğrafyadan gelen insanlar sonuçta bunlar ve kendilerinden olan tanıdıkları ile bir arada olmayı tercih ediyorlar ilk geldiklerinde. Bu anlamda hemşehrilik etnisiteden daha önemli bir aidiyet biçimi olarak karşımıza çıkıyor.

G:  Türkiye’de bahsettiğimiz göç süreci en nihayetinde ulus devlet içerisinde gerçekleşti. Mesela Çerkesler gibi kendi dilleri,  kültürleri olan gruplar geldikleri kentlerde kültürel özelliklerini kamusal alanda ifade imkanı bulamadılar. Bunun farklı bir şekli olabilir miydi? Yani Çerkesler’in de, diğer etnik unsurlarında kimliklerini yaşatabilecekleri, kamusal alanda ifade edebilecekleri bir ortam olabilir miydi?

A.K: Türkiye’de bildiğimiz ulus devlet modeli aslında Batı’da bildiğimiz ulus devlet modeliyle çok da fazla örtüşmüyor. Son dönemde Türkiye’de süren tartışmalarla da paralel bir tartışma aslında bu. Türkiye’deki ulus-devlet, ne kadar ulus-devlet; ya da ulus kavramı, millet kavramı eş anlamlı kavramlar mı? Normalde ulus ve millet kavramlarını Türkçede eş anlamlı kavramlar şeklinde kullanıyoruz, ama ihtiva ettikleri ve etimolojileri itiberiyle çok farklı kavramlar aslında bunlar. Ben Türkiye’de halen millet kavramının politik anlamda kullanıldığını ve ona yatırım yapıldığını düşünüyorum. Bu kullanılan millet kavramı da Osmanlı’daki millet sisteminin devamı şeklinde bir anlatı aslında. Başbakanımızın ve Ak Parti iktidarının kullandığı söylem bu söylemdir. Bu anlamda Osmanlı’da da günümüzde de milletten kasıt Sunni, Müslüman ve Türk olandır. Ben ona kutsal üçleme diyorum. Bu kutsal üçlemenin dışında olan İslami unsurların, ki Çerkesler de, Aleviler de ve Kürtler de bu tanımın dışında kalırlar. Kürtler ve Çerkesler mesela Müslümandırlar ama Türk değillerdir etnik olarak. Bu kutsal üçlemenin dışında kalan Müslüman unsurların bu üçlemeye asimile olmaları gerekir ki, bu varsayıma göre bu milletin bir parçası olabilsinler. Dolayısıyla Türkiye’de bu millet kurgusunun çok problemli olduğu ve günümüzün koşullarına uygun bir anlatı olmadığı kanaatindeyim. Yeni anayasa yapım sürecinde karılaşılan bir takım sorunların da kökeninde bu sorunlu ve tek tip millet algısının yattığını düşünüyorum. Milleti önceden sınırları belli şekilde tanımadığınız zaman yeni gelen unsurların veya kullanılan kriterlerin dışında kalan unsurların kendilerine millet tanımı içinde bulmaları imkansızlaşır. Bugün gayri-Müslimlerin Türk milleti tanımı içinde görülmemeleri gibi…

Millet kavramının neyle ikame edilebileceği sorusu çıkıyor ortaya. CHP’deki bir takım grupların ifade ettiği gibi ulus kavramıyla ikame edilemeyeceğini görüyoruz. Sonuç itibariyle adına ne dersek diyelim Türkiye’de devletin değişmesi ve dönüşmesi gerekiyor. Bu da Cumhuriyet’in demokratikleşmesi ve siyasal katılım anlamında, kültürel anlamda kimlik anlamında eşitlikçi olması gerektiği sonucuna götürüyor bizi. Bütün etnik ve dinsel unsurlara eşit mesafede olması gerekiyor devletin. Laikliğin gerçek anlamda hayata geçirilmesi gerekiyor. Laiklik de mesela o anlamda çok tartışmalı bir konu, çünkü gerçekten laik olunabilseydi Diyanet Sunni İslam üzerinden kurgulanmazdı, kaldı ki hiç olmazdı. Dolayısıyla biz Batı’lı kavramlarla konuşmaya devam ediyoruz ama hâlâ tanımlamaya çalıştığımız şey Osmanlı’dan miras alınan millet anlatısının bir devamı. Millet anlayışı ile Mehmet Akif’İn kafasındaki ümmet anlayışı aslında birbirine paralel. Türkiye’de b ugün yaşanan gelişmeleri de bu paralel de okumak mümkün.

Özellikle 1999’dan sonra Avrupa Birliği süreci Türkiye’de ciddi bir takım dönüşümleri beraberinde getirdi. Çerkesler de o dönemde kimliklerini açık açık ifade etmeye başladılar. 1999-2005 arası dönemde demokratikleşme ve insan haklarına saygı süreci yaşanmıştı, ve önemli kazanımlar elde edildi bu dönemde. Sonrasında bir içe kapanma oldu, şu anda da bu içe kapanma sürecinin devam ettiğini söyleyebiliriz. Ama Türkiye hakikaten değişiyor ve dönüşüyor. Çerkesler’in de tabi bu değişim dönüşüm içerisinde çok önemli bir yeri var. Çünkü artık Çerkesler de bir takım siyasal ve net taleplerle gündeme gelmeye başladılar. Bunlarda 2000’li yılların ilk yarısı için ciddi kazanımları olarak görülebilir. Ders kitaplarındaki önyargılı ifadelerin kaldırılması, anadilde eğitim, Çerkes Ethem’e iade-i itibar ve benzeri talepleri dile getirmek mümkün bu bağlamda…

G: Çerkesler gibi diğer etnik unsurlarında kent yaşamına dahil olduktan sonra hep korktukları o tektipleşme ile mücadelenin yolu da buradan geçiyor sanırım.

A.K: Tabii ki, bir kere farklılıkları kabul etmek, teslim etmek gerekir. Farklı etno-kültürel ve dinsel kimliklerin temsil edilmesini sağlamak gerekir. Bu taleplerin demokratik hak olduğunu ve normal olduğunu kabullenmemiz şart. Ama bunları tehdit olarak görmeye başladığınız zaman, iki kutuplu dünyada Doğu Avrupa ülkelerindeki yönetişim anlayışıyla eş olmaya başlarsınız ki, Soğuk Savaş döneminin Doğu Avrupası’nda da bizdeki Sevr sendromuna benzer bölünme paronayalarının olduğunu biliyoruz. Bu tür azınlıkta olduğunu düşündüğümüz grupların hak talepleri gündeme geldiğinde devletin bölünmez bütünlüğüne tehdit olarak algılandığını görüyoruz. Türkiye’de de yakın zamana kadar bu böyleydi. Bu paronaya durumu azalsa da bir süre daha böyle devam edecek gibi duruyor. O anlamda Çerkesler’in kendi taleplerini dile getirmeleri normalleşmeye yapılan katkı olarak değerlendirilmeli. Bu ülkede insanların kendi kimliklerini ifade etmeleri sorun olmamalı, sorun aslında kendi kimliklerini rahatlıkla ifade edememeleridir. Bu, iktidar ve devlet kurumları tarafından böyle kabul edildiği zaman biz gerçekten bu ülkedeki temel problemlerin çözümü noktasına gelmiş olacağız. Bu temel problemler de bu ülkedeki bölüşüm paylaşım süreçlerinde yaşanan adaletsizlik ve eşitsizlik sorunlarıdır. Daha çok sosyo-ekonomik ve siyasal nitelikli sorunlardır. Siyasete ve adalete erişim sorunlarıdır. Kültürel anlamda çeşitlilik zenginliğimizdir ve Türkiye’nin gücüdür. Böylede olması gerekir, çünkü Türkiye coğrafi olarak da üçüncü alan dediğimiz bir alandadır. Yani gidiş gelişlerin olduğu uğrak bir mekândır Anadolu coğrafyası. Bunları teslim ettiğimizde Türkiye’nin önü açılacaktır, ancak maalesef hala bunu tam anlamıyla teslim edebilmiş değiliz.

G: Sürgün yaşamış ve diaspora olmuş toplumlar için bittik tükendik dedikleri anda özellikle 4. veya 5. nesilde   tekrar bir kimlik arayışına girilmesi genel bir durum mudur yoksa spesifik örneklerle mi sınırlıdır?

A.K: Aslında bu bir vakadır. Bu, küreselleşme ile birlikte yani 1970’lerle birlikte daha berraklaşan bir olgu haline geliyor. Mesela geçmişte birinci kuşağın olmazsa olmaz olarak o kimliğin bir parçası gördüğü dilin, örfün, adetin, kültürün 4 veya 5 kuşak sonra sembolik öneme sahip unsurlar haline dönüştüğünü görüyoruz. Yine anadil çok çok önemli ama, sözkonusu kişi aynı zamanda birkaç dili konuşuyor, sadece anavatan hasretiyle yanıp tutuşmuyor, dünyanın farklı yerleriyle de iletişimde ve dünyanın farklı yerlerindeki sorunlarla da ilgileniyor. Twit atıyor, twit alıyor. Dünya avucunun içinde adeta. Farklı coğrafyalardaki sorunları takip edebiliyor ve hatta o sorunların çözüm süreçlerine katılıyor ve bir sürü dertle cebelleşmeye çalışıyor. O bağlamda dil, kültür gibi kimliğe ilişkin ne varsa çok sembolik öneme sahip unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Burada siyasal kimlik daha ön plana çıkıyor. İçinde yaşanılan koşulların dayattığı sorunların çözümü daha ön plana çıkıyor. Günümüzün modern insanı ise etno-kültürel kimliği, küreselleşen dünyada bildik referanslarının olduğu, yeri geldiğinde başını yaslayıp nefes alacağı, gerilimlerin, savaşların olduğu dünyayı tercüme edebileceği bildik bir vatan, hayali bir vatan olarak algılamaya başlıyor. Dolayısıyla, etnik ve kültürel kimlikler her zaman orada var olacaklar. Dünya’da her şey güllük gülistanlık olsaydı, hiçbir sorun olmasaydı, belki o sembolik olarak var olan kimliğe de çok fazla ihtiyaç olmayacaktı ve işte o zaman unutulacaktı. Ancak, sorunlarımız var oldukça bizleri var ettiğini düşündüğümüz ve bizlerden sökülüp alınamayacağına inandığımız etnik ve kültürel kimliklerimizi her zaman beraberimizde taşımaya devam edeceğiz. Çünkü onların, bizleri karanlığın dehlizlerinde aydınlığa taşıyacağına ve rahatlatacağına inanırız.

Geleneksel köy yaşamında evleri birbirinden ayrık ve mahremiyete saygı gösteren bir yapıda olan Çerkes ailelerin kente geldiklerinde ciddi anlamda sorunlar yaşadıklarını görmek mümkün. Onu çözmenin yollarını da arıyorlar.

-Prof. Dr. Ayhan Kaya

Comments are closed.