Doç. Dr. Ahmet Kuyaş Söyleşisi
Türkiye'de Ulus-Devlet'in Gelişimi ve Çerkesler
1:26 3 January 2013

Osmanlı Devleti’ nin yıkıldığı dönemin iki önemli figürü Anzavur Paşa ve Ethem Bey. İki Çerkes etrafında şekillenen mücadelenin ardındaki dinamikleri anlamak oldukça önemli. Osmanlı Devleti’ nin son dönemini, İttihat Terakki’nin politikalarını, Çerkesler’ in Osmanlı Sarayı ile ilişkilerini ve yeni kurulan Ulus Devlet’in Çerkesler’ e yaklaşımını Galatasaray Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Kuyaş ile konuştuk. Tarihsel gelişim süreci içinde olayları değerlendiren Ahmet Kuyaş Çerkesler’in bu topraklara adaptasyonunda Osmanlı kimliğinin etkili olduğu düşüncesinde.

Guşıps: Osmanlı Devleti’nin son döneminde, özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkin olduğu dönemde uygulanan politikaların, tüm toplum kesimleriyle birlikte Çerkesler’in kamplaşmasında da etkili olduğunu söyleyebilir miyiz? Mesela Türklük eksenli politikaların Çerkesler’in siyasi pozisyon almalarına etkisi oldu mu?

A.K: Ben öyle bir şey görmüyorum. Çünkü Osmanlılık diye bir kavram var, biliyorsunuz on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan “ittihad-ı anâsır” diye bir kavram var; yani “unsurların birliği”. Buna Osmanlı ulusçuluğu diyoruz biz; teknik terimi ise “hanedan ulusçuluğu”dur bu kavramın. Yani Rus İmparatorluğu’nda ya da Avusturya İmparatorluğu’nda görülen, etnik kökeni, dini inancı ne olursa olsun herkesin eşit olması. Yani Osmanlı tebasıdır ama Osmanlı vatandaşı olmalıdır. Yani Meşrutiyetçilik. Çünkü unutmayın meşrutiyet olmazsa, yani seçim ve temsil olmazsa siz vatandaş değil, tebasınızdır. Çerkes topluluğunda bana kalırsa Osmanlı vatandaşı olmaktan rahatsız olunan bir durum yok. Sosyolojide bir kelime vardır: “epifenomenal”, yani ufak, ciddiye alınmayacak kadar ufak bir fenomen. Bunun tersini düşünen bir takım Çerkesler olmuş olabilir, nitekim biliyorsunuz böyle düşünen Çerkesler İzmir’de bir kongre de topluyorlar. Ama bunlar, inanın, dedelerimizin dediği gibi cim karnında bir nokta; yani neredeyse yok. Çerkesler’in büyük çoğunluğu bir kere Osmanlı toplumuna müthiş uyum sağlamış insanlar. Çerkes beyzadelerinin neredeyse hepsi ya sivil ya asker devlet memuru. Yani devlet memuru olmayan Çerkes beyzadesi ben neredeyse bilmiyorum. Ve delikanlılığıma kadar Çerkes olduğunu bilmediğim, tarihçi olduktan sonra, bir takım insanlarla başka türlü görüşmeye başladıktan sonra birçok sınıf veya mahalle arkadaşımın Çerkes olduğunu öğrendim. İttihat ve Terakki’ye gelince; İttihat ve Terakki, bu ülkede parlamentarizmin ilk ve en ciddi savunucusu olan örgüt. Dolayısıyla da iyi yetişmiş, eğitimli, kültürlü her yüz kişiden doksan dokuzu İttihatçı. Yerel eşrafa yani devlet memuru değil ama zengin toprak sahibi veya tüccarlara baktığımız zaman da, yani seçim ortamında sözü geçen, tercihlerini etrafındaki topluluğa da güzel bir şekilde aktarabilen kişiler arasında da her yüz kişiden doksan dokuzunun İttihatçı olduğunu görüyoruz. Örneğin, yeni yayınlanan bir yazımda Bâb-ı Âlî Baskını’nı inceledim, “sopalı seçim” denir ya 1912 seçimlerine hani; hileler, kavgalar, dayaklar var…  Onlar hiç olmasaydı da yine İttihat ve Terakki çoğunluğu kazanacaktı. Çünkü karşısında doğru dürüst, haysiyetli, imparatorluğun bağımsızlığını, iç işlerine karışılmasını dert edinen kişiler yok neredeyse. Bu tür duyarlılıkları olanların hepsi İttihatçı. Mesela Mustafa Kemal’in yanındaki generallerin neredeyse hepsi, Rauf Bey, Bursa’daki komutan Bekir Sami Bey, Yusuf İzzet Paşa, ilk Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, yani hemen hemen herkes İttihatçı. 1960’a kadar Türkiye’yi İttihat ve Terakki yönetti diyenler var, biliyorsunuz. Çünkü Celal Bayar da İttihatçıydı. Dolayısıyla bir bölünme söz konusu değil. Öte yandan, bana kalırsa İttihat ve Terakki ile Türk milliyetçiliğini özdeşleştirmek de yanlış. İttihatçıların çoğu zaten Türk değil. Kaldı ki biraz evvel söylediğim Çerkes toplumunun, Osmanlı toplumuna iyi entegre olmasının ve Osmanlı Devleti’ne kendi devleti gözüyle bakıyor olmasının nefis bir göstergesi var. Gizli teşkilat… Meşhur Teşkilat-ı Mahsusa. Teşkilat-ı Mahsusa’ya bir bakıyorsunuz, Çerkes ve Arnavuttan başka bir şey yok. Herhangi bir adam böyle önemli bir teşkilata alınmaz. Hele hele kurucusu Bahattin Şakir Bey gibi Enver Paşa gibi adamlar olunca, hiç alınmaz. Peki, nasıl oluyor da devletin en ciddi işlerini (derin devlet vs.) yapacak adamlar Çerkeslerin arasından çıkıyor. Orada belki şu da var, Çerkesler ülkelerini yitirmiş bir ulus, kızgınlıkları, bir de müthiş bilinçleri var. O yüzden de anti-emperyalist, ulusçu, vatansever vs. ekibi içinde Çerkesler bolca gördüğümüz bir grup. İttihatçılar da bunları hiçbir şekilde kendilerinden uzaklaştırmıyorlar. Yani Osmanlılık bunların içine öyle işlemiş ki, bu Çerkes bu Türk diye ayırmak pek mümkün olmuyor. Osmanlı vatandaşı olmak çok daha önemli olmuş. Mesela ben, Fransa’da yayınlanan bir makalemde modern Türkiye’nin Ortadoğulu olmadığını yazdım. O yazıda dediğim şuydu: ortalama Türk dediğimiz vatandaş gerek doğrudan aile şeceresiyle, gerekse karışık evlilikler yoluyla Çerkes, Gürcü, Arnavut, Boşnak, Çeçen, Pomak vs.,  yani ortalama Türk dediğiniz adamın, Arap ile İranlı ile fazla bir ilişkisi kalmamış. Sınır bölgelerinde yaşayanlar hariç tabii. O yüzden Cumhuriyet, bir Türk ülkesi ve bir Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıktığı zaman da Çerkesler’in ezici bir çoğunluğu Türkiye’nin vatandaşı olmaktan dolayı herhangi bir sıkıntı çekmiyor.

Guşıps: Çerkesler’in Saray ile ilişkilerinin politik tutumlarına etkisi oldu mu bu dönemde peki.

A.K: Aslında önceki cevabım bu konuda açıklayıcı oldu sanırım. 19. yüzyılda biraz geriye doğru gittiğiniz zaman saray çevresinde Çerkesler’in etkili olduğu bir gerçek. Mesela Sultan Abdülaziz tahttan indirildiği zaman kabineyi basan ve toplantıyı dağıtan Çerkes Hasan Bey var. 1864 sürgünü öncesi Çerkesler’in İstanbul’daki varlıkları neredeyse sırf sarayda. Evlilikler vb. yollarla zaten sarayın içindeler. Onların çevresi de ister istemez sarayın çevresi oluyor tabii. Paşalar bürokratlar arasında Çerkesler yoğunlukta. Bu da tabii politik tercihlerinde etkili oluyor; ama bir aşamaya kadar.

Guşips:  Çerkesler arasından birçok paşa ve bürokrat çıkmışken üstelik aralarında ciddi askeri başarıları olanlar da varken, Osmanlı Devleti ile Ankara Hükümeti arasındaki mücadelede Ahmet Anzavur gibi, çok da popüler olmayan biri nasıl oluyor da ön plana çıkıyor.

A.K: Yine ilk soruya dönersek adam gibi yüz adamın doksan dokuzu Sultan Vahdettin’in yanında değil, Ankara’ya gitmiş, Sultan Vahdettin’e adam kalmamış. Anzavur Paşa ise muhafazakâr bir adam. Dolayısıyla diğer Kürt ya da Türk muhafazakârları gibi o da padişahtan yana tavır alıyor. Bildiğiniz gibi parlamenter rejim bir takım muhafazakârların hoşlanmadığı bir şey o dönemde. Bu arada ben mesela “Anzavur” demiyorum Anzavur Paşa’ya. “Anzavur”, “Çerkes Ethem” gibi tanımlamalar bana merkezden, hatta biraz da Türk milliyetçisi merkezden bakışta kullanılan adlar gibi geliyor. Bana kalırsa bu da biraz saygısızlık oluyor bu isimlere karşı. Belki sizler bile alışkanlık olarak “Anzavur” diyorsunuz; ama ben meslekten biri olarak “Anzavur Paşa” demeyi tercih ediyorum. Kitabımda da “Çerkes”i tırnak içerisine koyup “Ethem Bey” diye yazdım mesela, yani “Çerkes Ethem” diye biri yok benim kitabımda.

Guşıps: Zaten resmi tarihte de uzunca bir süre “Çerkes Ethem” yok sanırım, sonradan “Çerkes” sıfatı ekleniyor?

A.K: Evet Nutuk’ta da hep “Ethem Bey” diye yazılmıştır. Aslında Ethem Bey konuştuklarımız için de güzel bir örnek. Bir tarafta Anzavur Paşa bir tarafta Ethem Bey. Şimdi Çerkesler burada ya da Çerkesler orada diyebilir miyiz?

Guşıps: İşin ilginç yanı Anzavur Paşa ve Ethem Bey’in ikisi de Çerkes ve ikisi de aynı bölgenin insanı üstelik. Birbirleriyle de ilişkileri var; mesela Ethem Bey’in yanındaki bir savaşçı Anzavur Paşa’nın eski bir dostu çıkabiliyor. Aynı bölgenin Çerkesleri politik olarak farklılaşarak birbirleriyle savaşır pozisyona geliyorlar.

A.K: Ama tabii burada bir parti kavgası var ve bu bir yerde silahlı çatışmaya dönüşüyor. Günümüzde bile öyle değil mi? Parti kavgaları kardeşleri bile birbirine düşürebiliyor. Mesela yine o dönemde meşhur bir soylu Türk ailesinin ferdi, Halife Ordusu komutanı Süleyman Şefik Paşa’nın diplomat kardeşi Galip Kemalî Bey de Ankara Hükümeti taraftarı.

Guşips: Anzavur Paşa genelde İngilizlerin ajanı olmakla suçlanır. Bu biraz da resmi tarihi kazananların yazması ile alakalı gibi, çünkü o dönem İngilizlerle ya da Sovyetlerle ilişkisi olan başka figürler de var. Burada İngilizler ile Anzavur Paşa’nın ilişkilerinin boyutunu biraz açar mısınız?

A.K: Doğrusunu isterseniz şu anda bir takım yazışmaları tam olarak hatırlamıyorum; ancak Sultan Vahdettin tarafında olan bir insanın İngilizlerle yollarının kesişmemesi pek mümkün değil. Yani Anzavur Paşa’nın İngilizler ile ilişkisini saltanat ile olan ilişkisine bağlayabiliriz. Mesela Sultan Vahdettin de İngiliz gemisi ile kaçtı, hain diyoruz. Bu, bir tarafın görüşü tabii. Burada nereden baktığınız önem kazanıyor. Bir de tarihte hain sıfatını aldığınız zaman işiniz zor. Hain, düşman ile iş birliği yapan demek sonuçta.

Guşıps: O dönem Ankara Hükümeti taraftarı Çerkesler, Anzavur ile birlikte saltanat yanlıları, bir de Şark-ı Karip Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti var. İzmir’de toplanan Cemiyet’in üyelerine baktığımızda da Çerkesler arasında iyi bilinen, büyük Çerkes sülaleleri var. Yani toplum üzerinde etkisi olan sülaleler; ama tarihte çok da gündeme gelen bir cemiyet değil bu. Cemiyetin toplumsal bir tabanının olmamasında kendilerini ifade ediş biçimlerinde “ekstrem” söylemin etkili olduğunu söyleyebilir miyiz?

A.K: Tam tersine, bana kalırsa o gün için ekstrem bir söylem değil bu. O bölge toplantının olduğu dönemde Yunan işgali altında ve unutmamak lazım ki, Ankara’nın savaşı kazanacağı kesin değil. Yani oranın Yunanistan olma ihtimali var. Böyle bir durumda Cemiyet’in Ankara yanlısı bir çıkış yapması beklenebilir mi? Yunan tarafında kaldı isen, ister istemez Ankara karşıtı bir söylem geliştiriyorsun. Ankara karşıtı bir söylem de onları Yunanlı yapmıyor haliyle. Öyle bir ortamda kendi toplumunuzu bir şekilde kurtarmaya çalışmanız lazım. Onlar da böyle bir çıkış yaparak çözüm arıyorlar.

Guşıps: Tekrar Anzavur Paşa’ya dönersek. Resmi tarihte hatta bu konuda yazılmış birçok kitapta bile “Anzavur isyanı” ya da “Anzavur ayaklanması” gibi ifadelerle karşılaşıyoruz. Ancak baktığımızda o günün meşru hükümeti de İstanbul. Bu durumda Anzavur Paşa’nın faaliyetlerine isyan ya da ayaklanma demek sorunlu bir okuma değil mi?

A.K: Sorunlu falan değil basbayağı yanlış aslında. Çünkü o dönemde isyancılar, nedenleri ne kadar meşru olursa olsun, Müdafaa-i Hukukçular, yani Ankara. O yüzden Müdafaa-i Hukukçular arasında da son dakikaya kadar isyancı durumuna düşmekten kaynaklanan bir kaygı var. Tabii tarih Ankara’dan bakılarak yazılıyor. Bir de o günün şartlarında resmi çevre, merkez diyeceğimiz Osmanlı Devleti öylesine perişan vaziyette ve adamsız ki iş Anzavur Paşa gibi bir takım yerel ağalara yaptırılıyor. Çünkü İstanbul’un ordusu, parası yok; yetişmiş adamı da yok. Bunların neredeyse hepsi Ankara’da. Mesela paraların hepsi İngiltere’den geliyor. İngiltere’den derken Osmanlı Bankası’ndan geliyor aslında. Ama Osmanlı Bankası ne bankası? Fransız-İngiliz Bankası. Osmanlı Devleti müracaat ediyor Osmanlı Bankası’na borç almak için. Osmanlı Bankası tabii kendi başına karar veremiyor. Soruyor buradaki İngiliz- Fransız komiserlerine; ver diyorlar, o da borcu veriyor. İngilizlerin ve Fransızların onayıyla finanse ediliyor yani işler.

Guşips: Tarih nereden bakılıp yazıldığına göre şekilleniyor yani; Ankara’dan bakılıp yazıldığında isyan ya da ayaklanma olabiliyor ama aslına baktığımızda durum farklı.

A.K: Evet aynen dediğiniz gibi.

Guşıps: Anzavur Paşa ve Ethem Bey için kullanılan “hain” sıfatının, biliyoruz ki Çerkesler üzerinde ciddi bir psikolojik etkisi var. “Çerkes” ve “hain” sıfatlarının özellikle Ethem Bey üzerinden topluma yansıtılması, Çerkeslerin üzerinde bir suçluluk duygusuna sebep olarak, sindirilmeleri için kullanılan bir araç olabilir mi?

A.K: Açıkçası Ethem Bey’e kim “Çerkes” diye fazladan isim taktı bilmiyorum; ama mesela Nutuk’ta yok. Mustafa Kemal de sonuçta akıllı bir adamdı; etrafındakilerin çok önemli bir bölümünün, hem de en güven duyduğu insanların Çerkes olduğunu biliyordu; dolayısıyla öyle bir laf edemez. Bu daha çok Atatürkçülük ya da sağ Kemalizmin icat ettiği bir şey. Bana kalırsa Ethem Bey hain falan da değil. Talihsiz bir insan, büyük bir trajedi. O yüzden sonunda İstanbul Hükümeti’nin çizgisine giriyor. Yokluk döneminde büyük bir askeri kuvvetin komutanlığına yükselmiş biri Ethem Bey. Ancak işler yoluna girmeye başlayıp da Ankara bir merkez olarak kendisini sağlama alınca artık gerilla savaşından vazgeçilmesine ve modern bir devlet gibi düzenli orduya geçilmesine karar veriyor. Bu durumda Ethem Bey için iki seçenek var ki, ikisi de kabul edilebilir ve mümkün olan şeyler değil. Ya yüzbaşı, binbaşı gibi rütbeler verilecek ki, o da olmayabilir… Ethem Bey ya da aslında “Ethem Efendi” demek lazım, çünkü kendisi başçavuş rütbesinde. Biliyorsunuz üsteğmene kadar “efendi” deniyor. Hatta çavuşlara da “ağa” deniyor sanırım, “efendi” teğmenlere deniyor. Hadi diyelim ki yaptığı büyük hizmetlerden dolayı subaylığa yükseltildi, yüzbaşı veya binbaşı yaptılar Ethem Bey’i;  10.000 kişiye komuta etmiş biri yüzbaşılığı, binbaşılığı kabul edebilir mi? O şartlarda yapılabilecek başka bir şey de, “tamam biz sıramızı savdık” diyeceksiniz ve çiftliğinize çekileceksiniz; ancak çiftlik de Yunan işgali altında. Ethem Bey’in bu durumdan kurtulabilmesi için tek bir yol kalıyor, o da Yunanlılarla barış ki, bu da kendisini Osmanlı Hükümeti ile aynı noktaya düşürüyor. Tabii o şartlarda barış Ankara tarafından kabul edilemeyeceği için Ankara’ya doğru giderse tutuklanacak, belki hapse atılacak. O zaman sürüp atını batıya gidiyor. Bana kalırsa bu bir ihanet değil. Zaten biliyorsunuz kendisi de af çıktıktan sonra, “ben af istemiyorum çünkü suç işlemedim, hain olarak bilinmek istemiyorum” dedi ve aftan yararlanma imkânı varken yararlanmayıp gelmedi.

Guşıps: Burada kullanılan “hain” vurgusu ile Çerkes toplumuna da yansıması amaçlanmış olabilir mi?

A.K: Evet ama bu soru biraz eksik, çünkü onu devlet yapmıyor. Eğer resmi tarih Mustafa Kemal’in söyledikleri ile yazılan resmi tarihse, Mustafa Kemal’in böyle bir söylemi yok. Daha sonrasından da Mustafa Kemal sorumlu değil. Son zamanlarda her şey kategorileştirildiği ve Atatürkçülük diye bir şey icat edildiği için özellikle 1940’ların sonlarında birçok konu da burada olduğu gibi Atatürk’e mal edildi. Aslında beni burada şaşırtan başka bir şey var. Bu belki de aşırı sağın tasarrufu idi. Mustafa Kemal öldükten, hatta İnönü iktidardan düştükten sonra bile bazıları hala siyaset sahnesinde olan insanların böyle bir şey yapacağını sanmıyorum. Çünkü onlar da biliyorlar Rauf Bey’in, Bekir Sami Bey’in ve daha birçoklarının Çerkes olduğunu; dolayısıyla Ethem Bey’in önüne “Çerkes” lafını koyanların Türk milliyetçiliğini aşırıya kaçırmış çevreler olabileceğini düşünüyorum. Ama salt bu konu üzerine bir çalışma yapmadım.  Yani o lafın kim tarafından ne zaman çıkarıldığı ile ilgili kesin bir bilgim yok. Burada sadece Mustafa Kemal değil Nutuk’ta “Ethem Bey” diyen, o dönemi bilen başka insanların da “Çerkes Ethem” diye bir ad kullanacaklarını sanmıyorum, çünkü biliyorlar. Mesela Ali Fuat Paşa, Rauf Bey’in yakın arkadaşı…  Ben eminim dinleme imkânımız olsaydı Ethem Bey ile ilgili birçok şey anlatırdı ama “Hain”, “Çerkes” Ethem diyeceğini hiç tahmin etmiyorum. Bu itham başka bir neslin ve zannediyorum politik olarak da biraz daha sağda, daha Türk milliyetçisi birilerinin eseri. Bunlar zaten biliyorsunuz Atatürkçülük örtüsü altında on yıllarca olmadık şeyler yaptılar; bu da onun bir dışavurumu olabilir.

Guşıps: Peki Gönen-Manyas sürgünleri? Bölge Çerkeslerinin üzerinde etkisini hala hissedebileceğiniz bir sürgün bu. Gönen-Manyas sürgününün uygulanmasında temel dinamik neydi? Hangi saiklerle böyle bir adım atıldı?

A.K: Bana kalırsa bunun Kürt ve Dersim sürgünlerinden pek bir farkı yok. Çünkü unutmayın önce Anzavur Paşa sebebiyle bir Çerkes sorunu var, sonrasında ise Ethem Bey sebebiyle bir Çerkes sorunu var. Ayrıca bir de Çerkeslerin Bolu-Düzce-Gerede isyanında yer aldıkları biliniyor. Tekrar benzer bir şey yaşanabilir diye bir korku ve güvensizlik var. Bir de biliyorsunuz 150’likler arasında da çok ciddi bir Çerkes yoğunluğu var. Bakıyorsunuz bu Çerkeslerin çoğu Anzavur Paşa veya Ethem Bey taraftarları. Öyle bir ortamda bir tür tedbir gerekiyor, o zamanın kafasıyla o da gerçekleştiriliyor. Ama çabucak da vazgeçiliyor. Çünkü bu sürgün hadisesini gerçekleştirenler de biliyorlar ki rejimin önemli adamları, bir takım üst düzey yetkilileri de yine Çerkes.

Guşıps: Peki burada rejimin kendisine sorun çıkarabilecek önce Çerkesler’i sonra başkalarını sindiriyor olduğunu söylemek mümkün mü sizce? Çünkü her ne kadar kısa sürse de bu sürgünler halen psikolojik olarak oldukça etkilidir o bölgede.  Mesela 1993 yılında kurulacak bir Kafkas Kültür Derneği’ne bile tepki gösterebiliyor özellikle yaşlı Çerkesler, “yine başımızı belaya mı sokacaksınız” diye.

A.K: Doğru, ama konuyu tamamen değiştirerek size bir örnek vereyim. Aslında bu tarz durumlarda unutmak da isteniyor. Çok ilginçtir, mesela Türk-Yunan mübadelesinden sonra Yunanistan’a giden Rumlar birçok dernek kurarak bu topraklardan ayrılmalarını gündeme getirdiler de, buraya gelmek zorunda kalan Müslümanların niye hiç gıkı çıkmadı? Bunlar aptal değil; sonuçta aynı tip insanlar; ha Yenice vadisinin Türkü ha Gediz vadisinin Rumu… Buradaki temel fark bence insanların buralı olmaya çalışmaları. Yani “iş karıştırmayalım, buralı olalım, unutalım” diye yaklaşıyorlar yaşananlara. Meşhur Fransız yazar Ernest Renan’ın “Ulus nedir?” diye ünlü bir makalesi vardır, yaklaşık 140 yıl önce yazılmış. Orada Renan diyor ki, ulus müthiş bir anımsama ama bir dereceye kadar da unutma üzerine kuruludur. Bence biraz da ondan bu refleksler… yani “eski hikâyeleri karıştırmayalım, ne güzel yaşıyoruz” işte. Biraz gönüllü tercih yani bu durum aslında. Baskının ezerek “konuşmayalım” dedirttiği belki üç beş adam vardır, ama çoğu “bunlar geride kaldı şimdi bunun lafı mı olur?” diye düşünmüştür. Yani “Rus İmparatorluğu’nda o kadar acılar yaşayarak buraya geldik; onu konuşmuyoruz da bunu mu konuşacağız” diye düşünmüş olabilirler. Sonra bir de yanınızdaki köylerle yani Türk, Arnavut, vb. aranız iyi değil, tekrar sorunları depreştirmek istemeyebilirler. Türk ulusçuluğunun eğitim yoluyla bütün bir topluma aşılanmadığı bir dönemden bahsediyoruz. İnsan ilkokula gidip de tarih kitaplarıyla karşılaşmadan önce ulusçu olamaz. O yüzden daha pragmatik sebeplerle, başımız ağrımasın istiyor bence Çerkesler. Ayrıca Çerkesler’in Osmanlı toplumuna kolayca adapte olmasının sebebi, soylu sınıfın memurluğa kolayca adapte olması değil sadece; kendi topraklarını kaybetmiş olmanın verdiği vatansızlığın da burayı vatan olarak kabullenmekte etkisi var bence. Ayakta kalma, yaşama güdüsü ve “burası bana kucak açtı” psikolojisi etkili bu tarz olaylarda özetle. Kendisini kabul ettirme çabasının da çok etkili olduğunu sanmıyorum; eğer öyle olsaydı özellikle orduda birçok subay olamazdı bu kadar kısa sürede.

Guşıps: Ancak özellikle Cumhuriyet döneminde orduda, bürokraside, ticari hayatta ya da siyasette Çerkes kimliği ön planda olmayan Çerkesler ancak başarılı olabiliyor ya da yükselebiliyor.

A.K: Evet ama burada unutmamamız gereken bir nokta var, Türkiye çok genç bir ulus-devlet. Daha yüz yaşına gelmedi, olgunlaşmadı. Ayrıca demokrasi kültürü açısından da pek parlak bir karnesi yok. Şu durumda bir generalin, bir bakanın ya da genel müdürün kendisini gerine gerine “ben Çerkesim” diye ortaya koyabileceği olgunluğa erişmedi Türkiye. Bir gün mutlaka ulaşacak bu olgunluğa, hatta bana kalırsa bir çevrede olmaya başladı bile. Zaten bugün sizin yayınlarınızın bu şekilde var oluşu bile o eşiği geçtiğimizi gösteriyor. Mesela doğan çocuklara Çerkes isimlerinin verilebilmesi bundan 20-30 sene önce pek mümkün değildi. Yani bu eşikleri Türkiye aşıyor ve olgunlaşıyor zamanla.

Guşıps: Peki yine 150’liklere dönersek bunlar biraz önce de dediğiniz gibi Anzavur Paşa ve Ethem Bey’in çevresi ağırlıklı olarak, ama aynı zamanda da o bölgede etkili olan kişiler. Bu kişilerin sürgüne gönderilmesi o bölge Çerkeslerine bir mesaj olabilir mi?

A.K: Bu konuyu biraz baştan almak lazım aslında. Lozan Antlaşması’na ek olan bir genel af protokolü var. Fransızlar, İngilizler, “savaş suçluları affedilecek” diyorlar. Bizimkiler ise bunu kabul etmiyorlar. Yapılan tartışmaların sonunda affı Türkiye kabul ediyor ancak 500 kişiyi istisna tutmak istiyor. Karşı taraf ile yapılan pazarlıklar sonunda 150’ye kadar düşürülüyor af kapsamı dışında bırakılacak kişi sayısı. İşin enteresan yanı o yüz elli kişinin nasıl seçildiği. Bir kere sayıyı tutturamıyorlar; yanlış yapılıyor, bir kişi iki kez yazılıyor. Yani “yüz ellilikler” diyoruz ama aslında 149 kişi. Orada her zaman olduğu gibi ticari nedenler, kan davaları, kişisel husumet gibi sebeplerle bir takım insanlar da hasıraltına gidiyor. 150’liklerin arasındaki Çerkesler içinde de eminim 15-20 tane mutlaka bu şekilde seçilmiş olan vardır. Ama gerisi tamamen Anzavur Paşa ve Ethem Bey’in çevresi diyebileceğimiz kişiler. Çerkesler’den gelecek yeni bir tepkiyi önleme amacı olabilir. Bir tür temizleme operasyonu yani. Daha sonra da biliyorsunuz çıkarılan af ile geri dönüşlerine müsaade edildi.

Guşıps: Bize zaman ayırıp sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.

Türk ulusçuluğunun eğitim yoluyla bütün bir topluma aşılanmadığı bir dönemden bahsediyoruz. İnsan ilkokula gidip de tarih kitaplarıyla karşılaşmadan önce ulusçu olamaz.. O yüzden daha pragmatik sebeplerle, başımız ağrımasın istiyor bence Çerkesler.

-Dç. Dr. Ahmet Kuyaş
Yorumlar (1)
  1. Mefewud Nartan on said:

    Doç Dr. Alper Kuyaş ile yapılan söyleşide şunu neden sormadınız : Ahmet Hakan ile Tarafsız Bölge programının 20.12.2011 tarihli bölümünde, programın 93-95. dakikasında sarf ettiği, (CNN televizyonunun da alt yazı olarak koyduğu) “ÇERKEZLER, BOŞNAKLAR ERMENİLER İÇİN OH OLSUN DEDİLER” cümlesi ile neyi kastetmiştir. ?? Halen aynı fikirde midir. O programda söylediği sözler Boşnaklar ve Çerkeslere dair bir itham değil midir?