Guaze’den: Hayriye Melek HUNÇ
16:17 4 March 2014

Büyük Çerkes sürgününde (1864) Kafkasya’nın Soçi yöresinden Anadolu’ya sürülen Hunc (Xuinge) adlı bir Vubıh ai­lesinin kızıdır. Babası Hunc Muhammed Bey’dir.

1896 yılında Manyas’ın  Hacıosman (Huncehable) köyünde doğdu. Istanbul’da “Notre Dame de Sion” Fransız lisesini bitirdi. Meşrutiyetin ilanından,sonra (1908), kadınlara yönelik olarak yayınlanan “Mehâsin” (Güzellikler, 1908-1909), “Musavver Kadın” (1911) ve “Türk Yurdu” dergileri başta olmak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları ve şiirleri yayınlandı. “Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti”nin organı olarak İstanbul’da Türkçe- Adigece yayınlanan “Qhuaze” (Rehber, 1911-1914) gazetesinde yazılar yazdı. Bu derneğin ve daha sonra ku­rulan “Şimali Kafkas Cemiyeti”nin Sosyo-kültürel çalışmalarında görev aldı. Kafkas sürgünlerinin tarihinde özel bir yeri olan “Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti’nin (İstanbul, 1918-1922) kurucuları arasında bulunarak bu derneğin başkanlığını yaptı. Dernek organı olarak Türkçe-­Adigece yayınlanan “Diyane” (1920) adlı derginin de başyazarıydı.

Sürgündeki Kafkasyalıların Sosyo-kültürel yaşamına önemli katkıları bulunan Met Yusuf Izzet Paşa ile(1919), onun ölümünden sonra da Prof.Aytek Namitok’la(1931) ev­lenmiş bulunan Hayriye Melek Hanım’ın, özellikle Prof.Na­mitok’un ve onun çalışma arkadaşı Prof. George Dumezil’in Kafkasoloji konusundaki çalışmalarına önemli yardım ve katkıları olmuştur. Türkçe ve Fransızca’dan başka Adige-­Vubıh-Abhaz dillerini de biliyordu. Çerkesler’in ilk kadın ya­zarlarından biri, belki de birincisi sayılabilir. Kitap halinde yayınlandığını bildiğimiz iki eseri vardır: “Zühre-i Elem” (Elem Kızları, roman, İstanbul 1910), “Zeynep” (Roman; İstanbul 1926 )…

1963 yılında İstanbul’da vefat etti.

………………………………………………

BİR SAVAŞ ÖYKÜSÜ

Sayı: 1     2 Nisan 1911

Hayriye Melek HUNÇ

Anayasanın hazırlanmasında etkin olan bütün unutulmuş ve adı bilinmeyen kahramanların anısına…

Burası, bu toprakların Tanrı’nın kutsal bakışı altında, bir şükran duygusuyla kabarmış yüksek,pek yüksek bir parçası,yaşlı ve doruklarını kaplamış karlarıyla,beyaz bulutlara ve mavi gökyüzüne yükselmiş dağların şefkat ve sevgiyle kucakladığı sürekli yeşil ve beyaz olan bir ülkeydi.

Burada geceleri yaşlı kafkas dağlarının beyaz tepeleri, görkemli ormanların yüce ve vakur ağaçları sırlarla dolu sessizlikle diklenirlerken… Ormanların sinesinde bulunan küçük ve sevimli evlerden meşalelerle çıkarlar; o zaman biraz dumanlı ve kırmızı ışıklar, bütün ölçülü ve görkemli görüntülerinin siyahlıklarında çok hafif ve neşeli bir sarkacın çekiciliğine kendini kaptırarak parıldayan seyirmeler, ince tül örtüler açık sedef boyunlar üzerinde titrer. Tiz sesler yaşlı ve genç bütün Kafkasyalılar bir tür ney’e benzeyen kâmılin nameleriyle kendilerinden geçerler.

Arasıra sarkacın en ateşli sallanışı anında bir kız, heyecanlı bir delikanlının tabancasından çıkan dumanın içerisinde bir an kaybolur; Sonra geniş ve uzun kolları, tül örtüsü, narin ve uzun boyu, açık boynunu sırmalarla bezenmiş gibi görkemli bir güzellik içerisinde yeniden görünürdü. Bazen bu manzara birden karışırdı; O vakit uzaktan gelen at kişnemeleri ney ve pşinenin (üç telli saz) uyumlu seslerini bastırır, o siyah ve görkemli görüntüler elleri uzun tüfeklerinin tetiğinde,gözleri çakmak çakmak, göğüsleri gururla ve azametle yüksek birer süvariye dönüşür.

Artık atılmış ve sönmeye yüz tutmuş meşalelerin son ışıkları, kabzaları hırs ve cesaretle sıkılan kılınçlar, tetikleri üzerinde korkunç bir kesinlikle titremeyen parmaklarla kavranmış tüfekler,onları hayranlıkla ve korkuyla süzen genç kızlar üzerinde parlar ve söner, sonra salınım sahnesi,yakıcı bir karşılama alanına dönüşürdü. Ertesi sabah güneş,yaşlı ve yükselen buzullarıyla beyaz bulutlara doğru yükselen dağların tepesinden iri, sarışın gözünü açtığı zaman, onun hayat ve ışık dolu bakışlarının ilk yöneldiği şey: Yanmış, harap olmuş bir köy, geniş kan lekeleri arasında gerilmiş elleri hala kılıçlarını sıkan genç, heykel gibi bedenler, dudaklarında soğuk bir gülümseme ve metanet, gözlerinde vahşi bir intikam pırıltısıyla ağaçların nemli dalları arasından, ormanların henüz yaş çimlerini çiğneyerek dönen kadınlardı… Bu kadınlar süngülenmekten kurtardıkları çocuklarının beşikleri üzerinde, dudaklarında aynı gülümseme, gözlerinde aynı intikam arzusu, ninnilerini söylüyorlardı. Bu ninniler, bu azametli dağların üzgün tepelerinde soluk kesen bir ağıt gibi dolaşan zalim ve egemen bir gücün ezdiği kahramanlara ağlayan kadınların hüzünlü göz pınarlarında derin bir isyanla “cesaret ve intikam” diye inlemeye dönüşmüştü adeta!

Bazen bu ülkede beyaz, bembeyaz olurdu; o zaman ormanlarda dehşet mırıldanır, ovalarda karlı dorukların ferahlatıcı görkemi gezinir, küçük evlerin samimi göz pınarlarında büyük parlak ocaklar karşısında sonsuz ağıtlarını söyleyen genç kızlar, kafalarındaki duyguları ve gönüllerindeki ülküleri ile karlı doruklar ve yemyeşil ovalarda iç özgürlüklerine kimseleri dokundurtmadan beklerlerdi… Bu uzun bekleyiş bazen kapıya çarpan bir tüfek darbesi, bazen avluda kişneyen bir atın sesiyle bozuluyor, atın üstünde tek bir gümüş düğmenin kapadığı geniş mantosu, yüksek kıvırcık kalpağı, buz tutmuş bıyıkları ile bir yiğitlik heykeli gibi duran bir babayı, bir kardeşi ya da bir sevgiliyi karşılamak için çıkarılan bir sevinç nidasıyla sonlanıyordu; Ancak çoğunlukla o ağırbaşlılık heykeli gibi duran atlı yalnız olmazdı ve onlar atlarının göğüslerine kadar gömüldüğü derin beyaz karlar üzerinde, ya vahşi bir zulme uğramışlığın, ya da sevinç veren bir zaferin çizdiği kanlı yol üzerinden kucaklarında, savaş alanında bırakmaya kıyamadığı genç bir yiğidin mübarek cenazesiyle gelirlerdi; o zaman gözler kuru, çehresi acı ve övünç dolu bir gülümsemeyle kendisine saygıyla yol veren kalabalığın içerisine girer; Açık kalmış bir gözünü kapatırken onun annesi şöyle söylerdi: “Bu ülkenin yiğitleri namusunu, özgürlüğünü, hayatını korumak için kan içinde çarpışırken benim oğlum adi bir hastalıkla düşük ve onursuz bir biçimde rahat yatağında ölmedi; çok mutluyum” der ve Çerkes kadını evladını son, minnet dolu bir öpücükle uğurlardı…

Bir gün bu küçük evlerin içtenlikli göz pınarlarından derin ve elem dolu bir inleme yükseldi; Koca bir devletin acı ve kahır veren saldırıları karşısında eğilmek bilmeyen bir halk, bu zavallı Çerkeslik kendisini tarihsel kahramanlar gibi yetiştiren bir ulus olarak tarih sahnesinde buldu. Zamanın gelişimi esnasında bu kahraman halkın yiğitçe sedaları bütün Kafkasya’da yankılandı; yaşlı bir arslan gibi hala düşmanla dövüşen amcası “Muhammed Âce” ye benzeyen, ailesinin son oğlu olan “Recep” te kız kardeşlerinin yanına gelmiş sakin ve gülümseyen bir tavırla; Çerkes halkının çok cesur evlatlarının yaralarından süzülen kanlarını sonsuza kadar gülümseyen bir renkle örten kırmızı giysiyi kendisine yapmalarını onlardan rica etmişti. Bu henüz on sekiz-yirmi yaşlarında bir delikanlı idi. Kahraman bir ailenin kahraman bir oğluydu; Ve kendisi gibi evlatlar yetiştirebilirdi; Ancak şu an, matem çağrıştırıcı bir törenden sonra giyeceği kırmızı elbiseyle kutsal bir fedakârlık yemini edecek ve yurt sevgisi, ölüm inancı ve bağlılığıyla sevinç içinde, asla dönmeyeceği bir savaşa girecek ve bununla ailesinin şan ve şeref sayfalarını sonsuza değin açık tutacaktı. Ancak yurduna karşı tarif edilemeyecek bir sevgiyle çarpan kalbi, damarlarındaki son hayat damlasını, bedenini saran ateşli koruma güdüsüne yöneltirken, yaşadıkça yoğunlaşan bir yurt sevgisi tatmin etmesi nedeniyle artık rahatlamış bir durumda susacaktı…

Büyük eylemleri, kutsal adları bağrında saklayan tarihin ne olduğunu bilmeyen ancak yüce ruhlu ve kahraman bir halkın çocuğu olan bu delikanlı görüyordu ki:

Her gün biraz daha güçlendirilen bu özgürlük duygusuna karşın, her gün biraz daha elden giden kutsal bir vatan. Her gün biraz daha hakarete uğrayan bir namus, buna karşılık sürekli yoğunlaşan bir yurt sevgisi. Ve bu sonsuz bir ateş. Kıyamete değin sönmeyecek. Her savaşta, her zaferde, her yenilgide biraz daha tutuşuyor, yanıyor ve yakıyor.

Ve düşündü, bunu ancak bir şey, bir kan, hep o sevgili değerler için sevinçle akan bir kan söndürebilirdi.

Bu baştan çıkarıcı düşünce ile sevinç içinde olan gencin rahatlamış ve kararlı gülümsemeleri ve yaşlı amcasının öğütleri karşısında kız kardeşleri artık göz yaşı dökmekten utanır oldular. Ve o savaşmak için hareketlenen birkaç yüz atlının önünde başında parlak başlığı, sırtında kırmızı giysisi, cins atının üzerinde gururlu biçimde yükselen güzel bedeniyle düşman üzerine yürüyordu…

Her taraf kan ve duman içerisinde ve bunların oluşturduğu bir perdeyle örtülmüş durumda, hayat ve ölüm arasında, özgürlük ve yaşama hakkı isteyen bir toplumla, hiyanet ve saldırganlığı amaç edinmiş bir güruh savaşıyorlardı…Dudaklarının üzerini kumral tüylerin henüz gölgelendirdiği seri, çabuk ve kırmızı bir hayal, şimşek gibi hareket ederek Rus saflarını deliyor; cesur, korkak önüne kim gelirse yıkıyor, öldürüyor, yok ediyordu…Sonra savaş alanındaki bu karanlık perde ağır ağır dalgalandı.Yüce kalpli bir halkın gözüne şanlı bir zafer veyahut şanlı bir yenilginin sonucunu göstermek için bütün bütün kalktı.Ancak o anda boğuk bir ses kalpleri titretti.Çok kan kaybetmiş ve sararmış olan delikanlı, güçlü bir Kazağın süngüleri ucunda yükseldiği yerden amcasına;Vatan için bu kadar cesurca ölümün sağladığı kutsal ve yüce duyguyu gösteren gururlu bir gülümsemeyle ve ancak duyulabilecek bir sesle; ”Amca sen ömründe kendini bu kadar yükselmiş gördün mü?…”

Ve artık hareketsiz kaldı. Dudaklarında aynı gülümseme ve gururla görevini yapmış insanın huzuru içinde gözlerini kapadı.

26 Kânun-u Sâni 1326-1910

…………………………………………………………………..                                                                                             

 

 

 ALTUN ZİNCİR

Sayı: 6       11 Mayıs 1911

Hayriye Melek HUNÇ

Kötü yazgılı Kafkasyanın puslu ufuklarında bir karabasan gibi dolaşan sinsi esaret onu; mermer sütunlu büyük salonların görkemli derinliğine, bu ipek elbiseli erkeklerin yabancı ayaklarına attığı zaman, soğuk bir ürpertiyle korkuyla üşüyerek, benzersiz güzellikteki gökyüzüne hasret çeken bir zavallı kuş gibi çırpınarak inlemişti:

— Memleketim!… Oh bu memleket semalarında sonsuz bir saflık, ormanlarında uçsuz bucaksız bir yeşillik ve gülümseyen bir cennet bahçesi! Ne kadar, ne kadar uzak kalmıştı. Şimdi onun  ayaklarında ucu kimbilir hangi yüzyılların vahşetine uzanan bir zincir, baskı yapan halkalarla bağlana bağlana ağırlaşan bir zincir onu tutsak eder. O zaman etrafına rengârenk ipeklerin yumuşak avuçlarında incelmiş, güzel bedenler toplanıyor; üstünde elmaslı tüylerin, çiçeklerin, hafif ıtır saçan kokularla dalgalanan kumral başlar ona doğru eğiliyor, yoğun bir elem ve üzüntüyle dolu gözler hep ona bakıyor; dillerinde özgürlük sevgisini asla unutmamış ve kendi uluslarını anımsatan bir isyanla soruyorlardı: Sende mi?!

Evet o da Kafkasya nın bütün güzelliklerini kaplayan bu zenginlik ve görkem gücü de onlarla beraberdi; beraber kalmağa, beraber ızdırap çekmeğe mahkûm olmuştu.

Gözyaşlarıyla geçen uzun bir günden sonra akşam, nur dalgalarının kucaklaştığı uzun koridorlarda, divanlardan, tavanlardan, görkem yansıtan büyük salonlarda dolaşmağa başladığı zaman birden şaşırmıştı.

Bunlar: O ülkesini hatırlayan bu tatlı Çerkes şivesi; Edep ve utangaçlıkla karışmış olan bu saf güzellik; halılar, parkeler üzerinde sürüklenen eteklerin hışırtılı sesleriyle süslenen bu uzun kahkahalar, bütün bu gençlik, bütün bu güzellik ve sonra bu yüksek çiçekli başlıklar, bu gençlik ve güzellik levhalarının üzerine sürekli yağan bu ışık ve çiçek yağmuru; Bunlar ne kadar güzeldir.

Çevresinde her şey, her taraf ışık, hep ışık! Gençliğin ışığı, güzelliğin ışığı, zenginliğin ışığı… Yalnız bir şey, bu renkler arasında bir hüzün noktası vardı: Kendisine munis, uslu bir kedi sokulganlığıyla bakan siyah, simsiyah harem ağaları. O bunların kimler olduğu konusunda uzun zaman kafa yormamıştı. Ancak sonra anlamıştı ki kendi yaşayışlarının asıl rengi, asıl ruhu bu insanlardı. Bu görünüşte ışıklı ortamda, kalbine siyah bir elem noktasıyla, özgür ve saf gökyüzüne, dağlardan uzanan gölgelerle süslenmiş yeşil ovalara karşı sızlayan özlem yaralarıyla, uzun yıllar yaşamıştı. Sonra bir gün gözlerinde tantanalı ve debdebeli yüzyıllardan mirâs bir parlak ışığın titrediği; Yumuşak kumral sakalında gümüş gibi beyaz tellerin parladığı bir yüz ona gülümsemiş; Hareketiyle o çevrede kıskanç tavırlar uyandıran bir el, onu bir yüce eğlence tahtına doğru çekmişti; Ancak yükseldiği bu yüce basamakta o elden başına sürekli altınlar, elmaslar yağarken, bunların mest eden, onu kendinden geçiren parıltıları arasında, bir çok duygulu ve güzel insanın inleyerek o yüksek basamaklardan düştüğünü üzülerek görmüştü ve isyan etmişti: Aşk, ruha dayanılması güç bir aşağılanma ve kötülenme duygusu veren bir baskı aracı olamazdı. Ve aşk, duygu yoğunluğu içerisindeki kadınlar arasında yarışma, rekabet ve nefret doğuran his olamazdı. Bu kadınların birbirine olan düşmanlıkları ortamında dünyaya gelen çocuklarına bıraktıkları mirasta, herhalde kin ve düşmanlık duygusundan başka bir şey olamazdı. Kendi keyfinden başka bir şey düşünmeyen erkeklere ise yalnız nefret sunabilirdi… Kendisi böyle coşkun ve bu debdebeli ortamın süslü felâketlerine isyan ederken aşk ve mutluluk mırıldanan bu güzellik karşısında o görkemle parlayan gözler biraz açılmış, gümüş tellerle süslü kumral sakalın sakladığı dudaklar tatlı bir gülümsemeyle yaldızlanmış; Yumuşak bir ses: Çocuk! Demişti seni ne kadar sevdiğimi, sana neler yaptığımı göremiyorsan bari efendine sevgi ve saygı borcun olduğunu unutma! O altın zincirlerle boyun eğmeğe ve saygı duymağa zorlanan zavallı sevgi! Elmas hançerlerle hareketi durdurulan zavallı kalp! Parlak yaldızlarla varlığı yok edilen zavallı kadınlar!

Zavallı kadın; ağır iplikli perdenin arkasında hep bir renkli merak ve küçümse gizli zannettiği büyük sofalardan, muhteşem odalıkların rekâbeti ve gözetlemesi altında, ağır yenilgisinin derin üzüntüsüyle kahrolmuş durumda geçerken, ruhunda sürekli: “Memleketim” diye bir büyük çığlık, feryat yükseliyor, taşıyordu…

Şimdi önünde şa’şaalı, parlak bir devir açılmış, O mücevherlerle süslü başlığın altındaki kibirli baş, bu kesinlikle hoşnut olmayan, asla boyun eğmeyen haşin güzellik önünde eğilmiş; Elmas kilitli altın kapılar, bu küçük beyaz ellerin büyüleyici bir hareketiyle açılmış; doğunun bütün görkemli güzelliği, kaçmağa hazır yaramaz bir kuş kanadına benzeyen bu ayaklar altına serilmişti… Sonra ne olmuş, neş’e dolu bir sarhoşun elinde kırılmış bir kadeh gibi uzaklara, ufuklarından ışık parıltıları yerine sefalet ateşi yağan sert siyah ufuklara atılmıştı!? Hatırlayamıyordu! Devrilmiş tahtları, başlarında düşen tacları, akmış ve kurumuş kanları, lanetlemiş gözyaşları, sefaletleriyle bütün bir yüzyılı içeren hayatı üzerinde, şimdi anıların –ı kaplayan bir sis, hem de yoğun bir sis vardı. O yalnız bir şeyi hatırlıyordu: Gür sakalında büyünün şeffaf kırağısı henüz titrerken, acımasız bir elle koparılarak mermer sütunlu büyük salonların güzel sinesine atılmış beyaz bir gül ve sonsuz arılığı, saflığı ve yeşilliğiyle bu yaban perişanlığının çıplak yüzünde bir mutluluk hayali gibi gülümseyen “Kafkasya”

1Nisan 1327–1911 ORTAKÖY

 

 ……………………………………………………………………………

 

 

DİL VE EĞİTİM

Sayı: 8     25 Mayıs 1911

Hayriye Melek HUNÇ

Araştırmalarla ispatlanmıştır ki, insanlarda güzellikleri ve çirkinlikleri oluşturan toplumsal ortam’a, maddi bir takım ihtiyaçlar ve özellikle içinde yaşadığımız iklim doğrudan tesir eder. Her zaman gözümüzün önünde bununla ilgili örnekler bulunur. Örnek olarak; Bir Arab’ın hayal zenginliğini anlayabilmek için; gökyüzünün sonsuz maviliğinin, çölün uçsuz bucaksız sarışınlığı ile bitiştiği ufuklara kadar uzanan doğal ortamın ona çağrıştırdıklarını kavramak gerekir. Bunun gibi; ihtiyar Çerkes ninelerimizin ulu ağaçlardan şifa dilerken düzenledikleri törenin sırrını anlayabilmek için de; Kafkas dağlarının gür ormanlarından eteklere doğru yayılan doğal şiirin çağrışımlarını duymak gerekir.

Bazı uluslar anayurtlarından ayrılmak zorunda kaldıklarında orada yaşadıkları geleneklerini ve bütün değerlerini yeni gittikleri yere taşıdıkları halde, zaman içerisinde yeni geldikleri ülkenin halkının etkisinde kalarak kendi değerlerini tamamen bırakıp bu halkın örf ve adetlerini benimseyerek adeta olumsuz bie dönüşüm yaşarlar ve kendi ulusal kimliklerini tamamen kaybederler. Örnek olarak, İstanbullu bir Türk, Asya içerisinde kalmış soydaşına ne görünüm olarak, ne ahlak bakımından benzemediği gibi, kendisiyle aynı kökenden olan bir Macar’a da benzemez

Kafkasya’dan erişkin olarak gelenler bu ülkede kendi geleneklerine uygun biçimde yaşamağa devam etmişlerdir. Çocukken bu ülkeye gelenler de Çerkeslik özellikleri biraz azalmıştır. Burada doğanların neredeyse tamamına yakını kendi değerlerinden uzaklaşarak adeta buranın yerli halkına benzemişlerdir.

Böyle bir değerlendirme ile şöyle bir sonuca çok çabuk ulaşabiliriz: Bir veya iki kuşak sonra Kafkasya’dan uzakta olanlar, Irak’ta ise Iraklı, Suriye’de ise Suriyeli, Anadolu’da ise Anadolu halkı gibi olacaklardır. Yani Çerkes soyu yok olacaktır!

En çok üzüleceğimiz nokta şurasıdır ki; Bugün tarihe mâl olmuş uygarlıklara ve kahramanlıklara sahip ancak bu sahneden silinmiş bir kısım halkların hiç olmazsa geride bıraktıkları tarihi yapılar ve belgeler var. Ancak bizim onca uygarlık, yiğitlik ve insanlık değerlerimizden bugüne taşıyabildiğimiz ve bütün bu güzel kazanımların doğrulayıcısı olan hiçbir tarihi belgemiz, dünya durdukça varlığımızı sürdürecek hiçbir tarihi yapı ortada bulunmamaktadır. Bir gölge hiçliği ile bizi yok edecek bir girdab’a doğru süratle koşuyoruz. Bu durum maalesef inkâr edilemeyecek acı bir gerçektir.

Karşı karşıya olduğumuz bu olumsuz gelişmelerin kesinlikle siyasal ve toplumsal nedenleri vardır. Ancak bütün bunların tamamını bir nedene bağlayabiliriz; Cehalet ve bu cehaletin tetiklediği bilinçsiz göç!

Dünyada hiçbir halk Çerkes toplumu kadar yurtsever olamamıştır. Ancak hiçbir toplum da Çerkesler kadar aceleyle, koşuşarak yurdunun terk etmemiştir. Bu tehlike onları birleşik bir kitle olarak yaşamaktan alıkoyarak yukarıda belirttiğimiz yokoluşa sürükledi. Saf ve güzel Kafkas ikliminin doğal bolluk ve bereket ortamından uzak kalmakta ayrı bir ızdırap nedeni. Bu öyle bir felaket ki bunu sıtmadan kırılan Çerkes köylerini gezdiğiniz zaman anlayabilirsiniz. Sağlığını ve güzel ahlakını yitirmiş, tam manasıyla bozulmuş bir soy, hayatın zorluklarıyla uğraşan bir nesil, doğasına uymayan bir iklimden muzdarip bir toplum can çekişiyor.

Yalnız aralarında birkaç ihtiyar var; Bunlar beyaz saçarlı, geniş omuzları, uzun boyları, hala pembe ve sağlıklı yüzleriyle, gözalıcı yakışıklılıklarıyla yüce San’atkârlarına sonsuz övünçler verecek olan birer heykel gibidirler. Ruhlarında ülkelerini bırakıp gelmenin verdiği derin bir pişmanlık duygusuyla gözlerinde burada doğan çocuklarına yönelen acıma ve şefkat hissini saklayarak büyük bir olgunluk azametle mezara doğru yürürler.

İşte bunlar, bu beyaz saçlı güçlü bedenler, Kafkasya’yı terk etmekten dolayı oluşan büyük zararımızın canlı tanıklarıdırlar. Ancak derdimiz, yokoluşumuzun temel nedeni sadece göç değil, onun daha önemli sebepleri vardır. İsterim ki acizliğim meramımı anlatmağa engel olmasın da, bunları birer birer açıklayabileyim.

Bazı belgeler bize; Kafkas halkının bir zamanlar çok ileri ve eğitimli bir toplum olduğunu bildirir. Çerkeslerin soy kaynaklarının bile daha tam anlamıyla ortaya konulamadığı malumdur. Çünkü tarih öncesi yüzyılların karanlık etekleriyle örtülü zamanlarla ilgili araştırmalar, sürekli sağlam olmayan bir temel üzerindedir ve daha çok varsayımlara dayanır. Geçmişini aramak ve onları sağlam temellere dayandırmak, yaşamının çeşitli devrelerini, ilerlediği ve gerilediği zamanları iyice ortaya koymak her halkın hakkı ve görevdir. Henüz karanlıkta, bir örtünün altında uyuyan bu geçmişin aydınlatılmasını erbabından bekler ve ümidederim. Ancak ortada şüphe olunmayacak bir gerçek vardır ki, o da günümüz Çerkeslerinin eğitim alanında çok geri kalmış olmalarıdır.

Evet sorun yalnız bundan ibaret olsa! Böylece varlığımızı sürdürebilmemiz çok şüpheli! Neden, niçin?

Yaşamak isteyen bir millet, hayat mücadelesinde galibiyeti sağlayacak olan bir takım değer ve kazanımlarla donanmalıdır. Biz ne yaptık? Bunu gerçekleştirebildik mi? Çok uzağa gitmeğe gerek yoktur. Şu son otuz-kırk yıllık toplumsal yaşayışımızdaki kırılmalar bu acı gerçeği ortaya koymaktadır.

Hâlâ bizi birbirimize bağlayacak, aramızda uygarlık eğitimi düşüncesini yayacak, alfabesi belirlenmiş bir dil kullanımından bile yoksun durumdayız. Eğitimsiz bir halk, güneşin aydınlığına, varlığın ve hayatın gerçeklerine sonsuza değin gözlerini kapamış bir insan gibidir.

Yukarıda da belirtmiştim; Bütün kötülükler, bir zehir kaynağı gibi buradan, bu eğitimsizlikten kaynaklanmıştır. Bu durum bizim hayatımızın bütün yararlı yanlarını ve bütün meziyetlerimizi ve değerlerimizi yok ediyor.

Yoksuluz zenginleşmeğe, kara talihimizi değiştirip mutlu olmağa ve canlı, hareketli bir şekilde yaşamağa çalışmıyoruz. Karanlık bir boyun eğişle heyheye kendimizi teslim etmiş, kollarımızı bağlamış bekliyoruz… Ta sonsuza değin dilimizi konuşan yaşlılarımızın öldüğü, Çerkesliği üstü kapalı bir anı gibi yaşatan gençlerimizin yaşlandığı, doğacak çocuklarımızın kendilerine koruyucu bir övünç kaynağı, bir dil, bir edebiyat bırakmadan giden eğitimsiz atalarını unuttuğu zamana kadarı mı böyle bekleyeceğiz? İçimizde atalarımızın yüce gönüllü, kanaatkâr yaşayışlarına halâ sahip olan bedenler, yirminci asrın uygarlık ışıklarına açılmış gözler ve gönüller, bizi sefaletten varlığa ve mutluluğa götürecek altın köprüleri kuracak olan yiğitler halen var. Bunlar fedakâr ve yüce bir çaba ile ölümden kurtaracakları insanların yüceltilmesine ve kutsanmasına, adi ve aşağılık bir yaşayışın zevklerini yeğleyecek kadar değerli inanç ve duygulardan yoksun mudurlar? Hepsi var… Kalbim şüphe azabı ile dolu olduğu halde bekliyor ve istiyorum ki bana: Hayır desinler; Halk fedakârlığa, eğitim de paraya mı muhtaç?

Onların hepsi yine onun her zaman fedakâr ve yüce gönüllü olan ruhundan çıkacak ve yine bunun şüpheli ve uzak bir ümit olmadığını arzu ediyorum. Yazılmış eserleri, açılmış okulları, hayırlı işlere yöneltilmiş zenginlikleriyle sağlam ve mutlu bir hata gerçekleşsin.

29 Nisan 1327 Büyükada

 

…………………………………………………………………………….

 

 BİR SEFER GECESİ

 

Sayı: 9      1 Haziran 1911

Hayriye Melek HUNÇ

Dokuz kişi idiler. Parlak bir bahar gecesinin göksel pırıltıları altında, zümrüt gibi yemyeşil tepede tutuşturdukları çalı çırpının parlak alevlerinin çevresinde halka olmuşlardı.

Beride bir genç gözleri ta ötede… Ormanın korkutucu gölgeleri arasında yakıcı bir hayale dalmış. Susuyor; Diğer bir delikanlı çevreyi dolanan bakışlarıyla etrafı süzerek elindeki kamçının ucunun aralıksız kıvırmaktan veri durmuyor. Daha ötede iki arkadaş mırıldanmaya başladıkları ulusal bir şarkının fısıltılarıyla bu tekdüze hayat kavgalarının hüzünlü namelerini söylüyorlardı… Ve bu can sıkıntısıyla icad olunan küçük meşgalelerin arasında ormana arkasını dönmüş, ikisi diğer ikisi, göğüslerinde sırmalı şeritler arasında mini mini yuvacıklarında uyuyan kurşunlara bakmakla meşgul dört kişinin ortasında diğerlerinden daha yaşlı görünen birisi, ucunu yere dayadığı tüfeğinin namlusuna başını dayamış, düşünüyordu.

Ortada alevler üzerlerine eklenen çalıları tutuşturarak kıvranıyorlardı. İlerde çimenlerin üzerinde sahiplerine bakarak dinlenen dokuz at gözlerini kapıyorlardı. Ve yolun arkasından akan “pşız” bu eski ve tanıdık ırmak dalgalarının sürekli sesiyle çevresine güzel bir şiir okuyordu.

Birden kendilerini uyaran yüksek bir sesle toparlandılar. Ötekilerden daha yaşlı görünen, ancak hepsinden daha diri ve canlı duran, “Serkosav”, bu zinde ihtiyar başını kaldırmış ve maceralarının uzun anılarından şimdi zihninde beliren bir kısmını anlatmağa koyulmuştu… Diğer genç arkadaşları hemen etrafına toplanarak saygıyla onu dinlemeğe koyulmuşlardı.

O kumral sakalıyla, gençliğinin hala bir kahramanlık nişanını taşıyan yüzünün kırmızılığıyla, süslü kalpağının altında kendisini bir kızmış arslana benzetecek parlaklıkta derinden bakan gözleriyle, düşmana saldırmağa hazır bir savaşçı tavrında anlatmağa başlamıştı:

“-Ve evet… Hiç unutmam! Diyordu! O gün tam yedi kişiydik. Bir “Kanun-u Sâni” Ocak akşamı idi. Sabahtan beri birbirini izleyen hücumlarımızın verdiği yorgunlukla artık köylerimize dönüyorduk.

Ancak öyle olamayacak bir yola girmiştik ki, köye ulaşmak için kesinlikle Rusların bulunduğu bir yerden geçmemiz gerekecekti. Doğal olarak bu uygun bir davranış olamayacaktı. Çünkü orada askeri birliklerinin olduğunu biliyorduk. Bu durum bizi korkutmuyor, ancak yorgunluk nedeniyle düşündürüyordu. Ben o zaman çok genç bir delikanlı idim. Hiçbir şeyden korkmaz, en tehlikeli yerlere gözü kapalı atılırdım. O gün de öyle yaptım. Arkadaşlarımı dinlemedim ve en öne ben atıldım.

Her tarafı kaplamış olan bembeyaz kar yığınları arasından dörtnala süratle geçiyordum. Tabi arkamdan onlar da geliyorlardı. Aniden bir ses işittim. Arkadaşlarım bana bağırıyor, dur! Diyorlardı. Nedenini bilmeden durdum. Onların hepsi silahlarını kaldırmışlardı. Bana karşı tarafı,ileriyi gösterdiler. O zaman hepimiz hücuma geçtik. Yorulduğunu zannettiğimiz atlarımız canlanmış, bize doğru yaklaşan bir Rus birliğine doğru kuş gibi uçuyorlardı…

Ruslara gelince onların böyle ansızın karşımıza çıkması bizi şaşırtmamıştı. Birkaç günden beri bizi aradıklarını ve sonunda o gün orada olduğumuzu haber aldıklarını anlamıştık.

“Sarkosan” biraz durdu ve o zaman ki hücumda duyduğu neş’enin anısıyla kımıldadıktan sonra devam etti:

Artık aramızda çok az bir mesafe kalmıştı. Ben gittikçe sabırsızlanarak atımı kamçılıyordum. Hemen aklıma bir şey geldi. Tüfeğimi kaldırdım ve hemen benim karşımda bana doğru yaklaşan Rus a nişan aldım ve ateş ettim. Keskin bir çığlıktan sonra hedefim yere düştü.

Ancak onların açtığı karşı ateşle başımızın üzerinde yağmur gibi kurşun yağmağa başladı.

Biz de karşılık veriyorduk. Bizim at üzerinden yaptığımız manevralarla onların kurşunları etkisiz kaldı. Ancak biz her ateş etmemizle onların birkaçını yere düşürüyorduk. Sonunda yirmi kişi kadar kaldılar. Ancak biraz sonra yan yana geldiğimizde daha da azalmış olduklarını gördük.”

Burada anlatmağa yine ara verdi.”Pşiz”in çağlayanlarının sesinden başka ses duyulmuyordu. Matarasından birkaç yudum su içtikten sonra yine anlatmağa başladı:

“Şimdi birbirimize girmiştik. Sol elimizde revolverimiz patlıyor, sağ elimizdeki keskin kamalarımız arada sırada parlak düğmeli kaputlarıyla birkaç gövdeyi yere seriyordu. Bu çarpışma bir saat kadar sürdü.

Üç arkadaşımız vurulmuş, şehid olmuştu. Ben ayağımdan, bir arkadaşımız da kolundan ve göğsünden yaralanmış olduğumuz halde biz dört kişi kalmıştık.

Ruslar ise çoktan kaçmışlardı. Yalnız geride bıraktıkları birkaç yaralı inliyordu. Sahipsiz kalan birkaç at da kişneyerek delicesine sağa sola saldırıyorlardı. Artık duramazdık. Vurulan üç arkadaşımızı kucaklarımıza aldıktan sonra atlarımızı kamçıladık.

Sahipsiz koşuşan Rus atlarının acı sedaları arasında lapa lapa yağan kar’ı hiç önemsemeyerek koştuk, koştuk…

Kırmızı lekelerle bulanan beyaz karların üzerinde yatan Rus ölülerini çiğneyerek atlarımızın üzerinde uçar gibi koştuk… Köye girdiğimiz zaman saat gecenin ikisi idi.

İlk işimiz vurulanlarımızı gömmek oldu. Çünkü böyle bir işi ertelemeğe hiçbirimiz razı olmuyorduk. Sonra bizde yaralarımızı sardık ve uyuduk…

İşte o zamandan beri bu olayı ne zaman hatırlasam, bütün gençliğim gözümün önüne gelir… Bir delikanlı gibi köpürürüm ve döğüşmek, çarpışmak, bir şeyleri parçalamak isterim. “Serkosav” belki daha devam edecek ve öğüt benzeri birkaç söz daha söyleyecekti. Ancak artık susmak zorunda kalmıştı.

Uzaktan siyah bir gölge kendilerine doğru koşuyor, yuvarlanıyordu. Hepsi kalkmışlar bu gelen süvariye bakıyorlardı.

Biraz sonra birden sıçradılar. Büyük bir çeviklikle atlarına bindiler. Gelen binici galiba bir saldırı haberi getirmişti.

Birkaç kamçı şakladı. Ve on beygir birden koşmağa başladı. Beride “Pşız” aynı dinginliği ile akmağa devam ediyordu. Alevler ölgün çıtırtılarla sönüyordu. Ve bu ışıklı bahar gecesinin göksel pırıltıları altında on süvari tarlaların arasından bir yıldırım hızıyla sıyrılıyorlar, koşuyorlar ansızın oluşan çarpışma ortamına bir an önce girebilmek için adeta can atıyorlardı.

29 Nisan 1327-1911 ÜSKÜP

REHKİNZÂDE İSMAİL ZÜHTÜ   Şehrah (Uluyol) Gazetesinden

 

…………………………………………………………………………

BEYLİK-KÖLELİK

Sayı :10          8 Haziran 1911

Hayriye Melek HUNÇ

İnsanlığın başlangıcından beri sürüp gelen bir zulüm var; Güçlünün zayıfı ezmesi. Bu adeta olumsuz bir yasa haline gelmiş. Bu yasa, ormanların vahşi sessizliği arasında yalnız ve yalnız hayat için boğuşan iki cahil ve karabahtlı varlıktan; güneşe havaya kapalı, loş yazıhanelerin önünde dünyayı ayakları altında ezmek hevesiyle yanan sözümona alim bir insana kadar bütün kendine güç vehmedenleri etkisi altına alan, bütün çalışma aşamalarını yöneten aynı kaynaktan besleniyor. O kaynak hırs ve bencilliktir. Bugün ruh; Ben her şeyden önce insanım, insanları tanımak ve sevmek isterim!” diye bağırmak ihtiyacıyla yanarken önümüze kanlı hendekleri bekleyen donanımlı ordular, sınırlar koyan yine o hırs ve bencilliktir. Yine o egemen olma arzusudur.

Tutsaklıkta, şimdiye şimdiye kadar savaşlara ve barışlara komutanlık eden; Daha yarım yüzyıl önce Avrupa’da insanlık! Uygarlık! Sesleri her tarafı kaplarken Kafkasya’yı kuzeyden gelen ayının pençeleri boğdu. Kafkasya’yı ezen, parçalayan da işte böyle bir yasa idi.

Esaret tarihi, tarih öncesi devirlere götürülecek kadar eskidir. Tarihin söz ettiği kavimlerin hemen hepsi, giderek artan bir zulümle ezdikleri esirlere sahiptiler. Özellikle eski Roma da esirler çok aşağılanır ve çok eziyete uğrardı.

Ayrıca kadına hiç değer vermezler, esirlerin de kendileri gibi bir insan olduğunu ve insanca muamele görmeleri gerektiği düşüncesi hiç kafalarına yatmazdı. Onları sürekli en zor, en kötü işlerde çalıştırır, onlara adî bir araç veya övünülmesi gereken bir ziynet eşyası olarak bakarlardı. Bu aleti, bu ziynet eşyasını istedikleri zaman kırmak, parçalamak hakkına sahiptiler!

Ortaçağda derebeyleri yalnız savaş, binicilik, zevk ve sefahatla ilgilendiklerinden, çalışan, kazanan, efendilerinin! Saltanat sürmelerini sağlayan yine bu karabahtlı zavallılardı.

Esaret daha sonraları bazı yerlerde insani bir metâ, bir alet sayılmaktan çıkarılarak, onları diğerlerinden farklı sayan bir sosyal tabakalaşma sınıfı haline getirildi. Fransız devrimi, bir kısım insanlara gereğinden fazla güç kazandıran, diğerlerini hiç adam yerine koymayan bu eşitsizliğin sonucu olarak ortaya çıktı.

Bu gelişmeyle birlikte insanlık, bütün hakları elinden alınan ve ezilen insanlara sahip çıkmağa başladı. Ancak üzülerek belirtmek gerekir ki insanlarda doğan bu merhamet, adalet ve eşitlik duygusu o kadar kolaylıkla öne çıkmadı.

Ayırıcı özelliği; İnsanlığa, merhamete ve eşitliğe ilgi ve sevgi duymayı öne çıkarmak olan bir asırda yaşamamıza karşın, kölelik denen zillet hala dünyanın önemli bir kısmında varlığını sürdürüyor.

Çerkes halkının gelişmesini, ilerlemesini ve kendisine çok yakışacak olan uygar uluslar arasında yerini alamsını engelleyen zillet de budur. Çünkü kölelik, tutsaklık sadece bir kısım insanların ızdırap içinde kıvranmasıyla kalmaz, egemen olanların da adalet duygusunu, girişim gücünü ve kardeşlik duygularını öldürür. Ezilenler ise; yükselmek, ilerlemek, gelişmek duygularından yoksun ve ilerlemiş, yükselmiş olanlara karşı kin ve düşmanlık duyguları ile dolu duruma gelirler.

Böylece tutsaklık, kölelik; Şahıslar gibi uluslar, halklar için de maddi ve manevi zararlara yol açar, onları yokluğa sürükler.

Muhtemelen benim bu sözlerim, yüzyıllardan beri bu yanlış anlayışa saplanıp kalan halkımızın yaşlılarını rencide edecektir. Onlardan bütün içtenliğim ve bütün temiz kalpliliğimle af diliyorum. Kendilerinin şundan emin olmalarını isterim ki düşünce ve inançları benim nezdimde kendileri kadar saygındır. Bende kendileri gibi bizi biz yapan değerlere sadakatle bağlıyım. Yalnız bunların içinden zararlı ve insanımızın gelişmesini engelleyen bazılarını istisna ediyorum. “Kölelik” bunların başında gelmektedir.

Ben burada köle, cariye alınıp satılmasından şikâyet edecek değilim. Pek basit ve acıklı bir gerçektir ki ”Esir satılmadığı zaman alınamaz” Bir ferdinin bile savaşta esir düşmesine katlanamayan bir milletin hayatında da kölelik diye bir kurum olamaz, olmamalıdır.

Asıl üzücü olan tarafta; Bugün için sınırları son derece daralmış olan bu kölelik şekli değil, bize Romalıların bin sekiz yüz yıl önce esirlerine karşı aldığı tavra benzeyen bir olumsuz özellik veren toplumsal köleliktir.

Bunun ne kadar zararlı olduğunu, içimizden bir kısmının, diğerlerini aşağılamasının ne kadar zararlı olduğunu yaşayarak görmekteyiz. Eğer toplum olarak yaşamak, ayakta kalmak istiyorsak bu gerçekleri dikkate almalıyız. Romalılar gibi bütün ağır işleri kölelik vehmettiğimiz insanlara yaptırmak ve onları aşağılamak anlayışından da vazgeçmeliyiz. ……. Tarım, ticaret ve güzel san’atları geleceklerinin kendimiz belirlemeğe kalktığımız insanlar’a, askerlik ve memuriyeti de kendimize uygun kabul etmek, köleliği kurumlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Toplumsal gelişmeye, insanlığı yüceltme düşüncesine doğru büyük adımlarla yürüyen yirminci yüzyıl, kendisini geçmişin en çirkin gelenekleriyle küçültenleri bağrında yaşatmaz. Bu yüzyıl, insanlar arasında eşitliği ve adaleti emreder. Biz böyle biri aşağılayıcı ve küçültücü bir boyun eğmeye, diğeri de buyurgan bir tavırla kibirlenmeğe şartlanmış, ayrışmış iki topluma halinde yaşamağa devam edersek eşitlik ve kardeşlik mümkün olabilir mi?

Aslında devletin yasaları önünde hepimiz eşitiz. Ancak uygulamada gelenek ağır bastığı için bu olguyu üzülerek belirtmeliyim ki dikkate almıyoruz. Bu kötü durumu ispat etmek için örnek aramak durumunda da değilim.

Büyük ve ses getirecek devrimlere, Çerkes halkının ne nüfusu, ne de içinde bulunduğu siyasal konumu uygun değil. Bununla birlikte bir uygarlık akımı var ki hayata bağlı bir halkın” buna direnmesi de mümkün değil!

O halde hepimize bir görev düşüyor. Beylerden olsun, kölelerden olsun halkımızın tamamı karşılıklı olarak fedakârlıkta bulunmalı, gayret göstermelidir.

İnsanlar arasında mutlak bir eşitlik yoktur, olamaz da. Ancak bu eşitsizliği doğuran şey, onların falan baba veya filan anneden dünyaya gelmeleri değil, doğanın kendi kişiliklerine kazandırdığı büyüklük veya küçüklüktür.

Ben birinin kızıyım. Eğer atalarımdan bana miras kalmış bir hak, bir şey varsa onu halkımın bütün bireyleriyle paylaşmağa, eğer bendeki hak başkalarını zor durumda bırakacak bir özellik taşıyorsa onu fedâ etmeğe hazırım. Ve bununla iftihar ederim, övünürüm.

Çünkü yok olma sınırına gelmiş bir halkı kurtarmak için bütün hırslarımızı ayaklar altına alacak kadar yükselmek gerekir. Ve Çerkeslik bütün halkımızdan bugün bunu bekliyor.

4 Mayıs 1327-1911 Büyükada

 

………………………………………………………………………

 

BASKIN

Sayı :12        22 Haziran 1911

Hayriye Melek HUNÇ

Artık bütün karlar erimiş, ovalarda ormanlarda uzun, bitmeyen, şikâyetçi devrelerle dönerek matem şarkıları söyleyen rüzgâr susmuş; Şimdi Kafkas dağlarının serin tepeleri üstünde ılık, güzel bir bahar başlamıştı.

Geceydi, günlerce süren bir düğünün son neş’eli görüntüleri, zayıf, solgun bir ay ışığı ile birlikte dinmek üzere idi. Güçsüz bir mehtap aydınlığı ağaçlardan yansıyan koyu bir gölge ile döğüşüyor; Beyza evlerin küçük pencerelerinden süzülen ışıklar, yorgun bir bakış gibi fersiz titriyor, düğün topluluğunun yavaş yavaş terk ettiği avlular, sönmüş meşâlelerden yükselen dumanlarla bulutlanıyordu…

Hep geniş yamçılarına sarılarak küme küme ağaçlar altına toplanmışlardı. Ve onlarıninleyen kalplerinin mırıldandıkları hüzünlü şarkıları görünmez kanatları üzerinde gezdiren bu havada, bahr’ın saçtığı bütün heyecan ve neş’e veren hayata karşın sürekli yoğunlaşan ve sıkıcı olan bir matem vardı.

Çünkü bu ülkenin göksel yazgısında, sürekli yağan yağmurları serpiştirmeğe hazır kızıl bir bulut, yerlerden sıcak bir buhar gibi yükselen gözyaşlarıyla karışmış, yakıcı bir felâket bulutu dolaşır.

Hava, güneş, ümit, mutluluk, her şey oradan süzülerek gelir. Onun için bu halkın sevinç sedalarında, mutluluk namelerinde, kahkahalarında biraz kan ve gözyaşı bulunmaktadır.

Burada her an dudaklarda dünyanın en temiz gökyüzünü kanlı bulutlarla örten, bütün alemin ızdırap ve hırslarından uzak kalmış bu zümrüt mutluluk kabını zehirler ve ölümlerle dolduran parçalayıcı, yıkıcı pençeye karşı, nefret dolu bir intikam nidası ünlenir, ve bu intikam nidası, dün ölenlere, yarın ölecek olanlar için büyük bir hüzünle inlerdi… Onlar çevik atları üzerinde, göğüslerini delmeğe hazır yüzbinlerce kılıcı kırmağa koşarken… Mutluluk ve özgürlüklerini boğmak için o zulüm vuruşuna karşı ulvi bir yücelikle yükselen başları üzerinde ölümün kara kanatlarının gerildiğini bilirler; Ancak yine de koşarlar. Yurtlarını bükülmez demir kollar, gücü tükenmeden aşkı sönmez yüreklerle kanlı bir ışık ve sevgi kuşağı gibi sararlardı; Çünkü yurtları onların tapınağı, cenneti, idi.

Öyle bir tapınak, öyle bir cennet ki kutsal varlığında bütün bir halkın namusu, özgürlüğü ve mutluluğu saklı.

Öyle bir cennet ki, kutsal sessizliğini bozmak için eşiğinde bekleyen bütün bir ulusun kutsal varlığını durdurmak gerekir. Ovarlık, o vücut çiğnenmek, o kalp durmak istemiyor. Tapınağını, cennetini bütün sessizliği ve kutsallığıyla saklamak için çırpınıyor… İsyan ettiler, dövüştüler ve ölürken de gülmeyi, namus, özgürlük ve mutluluklarını gasp edenlerin yüzüne zehir saçan kahkahalarla gülmeyi de öğrendiler. Sonra bu kanlı, zahirli kahkahalar onların düğünlerine, sevinçlerine ve mutluluklarına da karıştı. Bu zavallı halk gerçek gülmeyi ve gerçek neş’eyi unutmuştu… Matemle dolu ruhları, sevinç ezgileri, sevinç nameleri yorar.

Bu gece ağaçların koyu gölgeleri altında ormanlardan süzülen seslerden daha sır dolu namelerle inleyen bu halk, düğünün oyun ve canlılığından yorulmuşlardı… Mehtap bütün bütün sönüyor, gecenin sessizliğini; Yalnız, hareketli, saydam ve solgun tüllerine sarınarak ağır ağır evlerine çekilen genç kızların siyah gölgelerini ağlayan inleyen uyumu ile uğurlayan hüzünlü ağıtlar, uzaktan uzağa yankılanan kişnemeler bozuyordu.

Birden bu ılık bahar gecesinin güzel havasında soğuk, ölümlü bir rüzgâr esti.

Şimdi şarkılar susmuş, tiz bir uyarı sesiyle bir araya gelen bu insan toplulukları, hareketli bir kahraman kitleye dönüşmüştü.

***

Artık küçük köyün üzerinde ateşli bir mücâdele nefesi, kahredici bir j-hırs havası uçuşuyordu. Erkekler sayıca kendilerinin on misli bir güçle boğuşarak kızkardeşlerinin, eşlerinin namusunu, yurtlarını korumağa çalışırken uzakta Kafkasın yüzyıllardır özgürlüğünü korumuş beyaz dorukları; ateşe verilmiş evlerin yakıcı ışıkları altında sergilenen bu vahşet sahnesine sessiz bir nefretle bakıyordu.

Evler yanıyor… Ve onlar kan, ateş ve duman içinde inatla döğüşüyorlardı.

Ateş ve süngü arasında inleyen çocuklar… Ölüm ve çırpınan kadınlar… Bütün bunları yeni bir çaba ve dirençle savuşturmağa çalışan bir avuç yiğit…

Ve yerlerde kanlar içinde yüzen bir çocuk… Hala boğuşuyorlar… Yanan evlerden birinin yarısı büyük bir gürültü ile yıkıldı. Henüz alevlerle sarılmağa başlayan kapısı birden açıldı ve o an, küçük köyün baskıncıları için bir kendinden geçme anı idi; Kırmızı, sarı, pembe, mavi alevlerin yok edici dilleriyle yaladığı bu küçük evin açılan kapısından, bütün bu ateşlerin içinde bir kadın çıktı… Ülkenin mavi gökyüzünden daha saf gözleri biraz açılmış, yüzü yangın ateşinin etkisiyle kızarmış, endamlı bedeni, duyduğu kahır ve nefret hissiyle daha da görkemli, gösterişli hale gelmiş, bu vahşet gösterisine bakıyordu. Taşkın, perişan kümelerle topuklarına kadar dökülen kucak kucak saçlar, en haşmetli kraliçelerin gıpta edeceği parlak bir manto görünümündeydi. Bu kanla boğulan düğünün zavallı kahramanı; felâketle karşılanan ilk mutluluk gecesinin son kurbanı olan karabahtlı gelin idi.

Yaralıların arasından ona ulaşmak için uğraşan bir ızdırap sedası, düşmanlar arasında henüz ele geçirilmemiş bir takdir, övgü sesi yükseldi. Gelin esirgeyici, sevgi dolu bakışlarını uzun uzun yaralılar üzerinde ezdirdi: Ölümün henüz gölgelendirdiği donul gözler ona namus, cesâret diyor, üniforması bu cehennemden ışık alan bir düşman subayı gözlerinde parlayan ani bir sevgi bakışıyla kendisine doğru yürüyordu. Gözlerinin, dudaklarının müşfik gülümsemesiyle yaralılara baktı; Sonra olgun ve görkemli bir küçümseyici bakışla kaldırdığı başını subaya çevirerek sessiz bir azametle dur! Dedi. Ve nefret ve hakaret dolu bir sesle bağırdı: Bana gülüyorsun! Kanlı gözlerinde, kardeşlerimin kanını içmiş dudaklarında bir gülümseme titriyor; Fakat bilmiyor musun ben Çerkes kızıyım? Sizin döktüğünüz kanla yoğrulan bu toprakların, sizin saçtığınız ateşle yanan bu evlerin, sizin soluklarınızın zehriyle boğulan bu insanların kızı! Evet Çerkes kızı! Sizin kanlı kollarınız arasındaki alçaltıcı, küçültücü rahatlığa, ateşlerin kızgın kahredici yakıcılığını yeğleyen cesur, namuslu bir milletin kızı! Bak! Bak o, seni ikircikli gülümsemeni kahkahalarıyla dondurarak, cesaret ve dirençle nasıl ölüme koşuyor!?… İçeri girdi ve yeni bir patlama ile devrilen binadan fışkıran alev dalgaları onu koruyucu bir ateşle sardı.

21 Mayıs 1327-1911 Ortaköy

 

Hayriye Melek HUNÇ biyografisi: Sefer E. Berzeg, Kafkas Diasporasında Edebiyatçılar ve Yazarlar Sözlüğü, Samsun-1995

 

 

Comments are closed.