Laf Evi’nde hatıraların ve hayallerin peşinde
14:39 25 March 2013

Serdar Aysev, Laf Evi’nde Türkiye’nin düşünce tarihinde kırılma noktalarından belki de en önemlisi olan darbe zamanlarını, dönemin hayhuyunu göz önünde bulundurarak anlatıyor. Masalı gerçeğe, gerçeği masala bağlayarak, zor ama keyifli bir dille…

Yetmişli, seksenli yılların sosyalist gençliğinin geçmişle hesapları kapanmıyor. Nasıl bir yaraysa, açılıveriyor kuruyan kabuk, sızısı duruyor, anıları ve hesabı. Bir borç var ödenmeyen, alacaklılar belli ama tahsilât kimden yapılacak o bilinmiyor. Yok, öyle yanlış anlaşılmasın; can hesabından değil bu borç, ruh hesabından. Gerçi nice canın da hesabı sorulmadı ya, başka bir dert benim söyleyeceğim. Ruhun alacaklılığı hiçbir şeye benzemiyor. Gözleri kapalı götürmüşler merkeze, gözleri kapalı işkence etmişler. Sesler duymuş, küfür yemiş, tokat ve tekme ve elektrik yemiş, en çok ruhu acımış, sızılıyor. Karışmamış etlisine sütlüsüne, bir tesadüf ama kötü bir tesadüf, yanlış yerde yanlış zamanda oluverenlerden gelmiş başına; kimi kimsesi yokmuş, seneler yemiş, ruhu sızlıyor. Arkadaşı kayıp ötekinin, berikinin oğulcuğu, diğerinin biricik torunu… Gitmiş bir daha gelememiş, ruhu sızılıyor. Ruhtan akan kan, damardakine de benzemez. Şırıl şırıl ince bir derenin akışına da benzemez. Musluktan pıt pıt damlayana belki. Hep kulağında, hep rahatsız, hiç yok sayılamayandan.

İşte birileri yok saymaya çalıştıkça o karanlık yılları; yazarı, şairi, ressamı, heykeltıraşı bir ağız olup var sayma gayretine düşüyorlar. Bir gün biri alıyor sazı eline, ertesi gün diğeri. Unutulmayacak demek ki, unutulmamalı. Aslına bakılırsa o yılların tarihi yakınken uzak olmaya başladı bile. Bir Sivas yangınının üzerinden on iki koca sene geçmişken… Yetmişe, seksene kaç sayıyoruz belli, uzaklaşıyor. Uzağa düştükçe de gölgesi, seyretmek daha kolay oluyor. Tam şöyle yüzde yüz duygu değil de, mantık da içinde. Olması gereken gibi yani… O nedenle, yakın tarihin hesaplaşmaları hele de edebiyatta daha da bir renkleniyor, oysa her yer zifiri karanlık.

ÖNCE HATIRLIYORSUN

Yenice darbe döneminden çıkmış bir zaman dilimi. Hatıralar çok taze. Harun hatırlıyor, Bekir, Kemal, Zeynep de… Mahpusluklar da hatırlanıyor, işkenceler de… Denizler ve Erdallar ve adı hiç anılmayan tarihin içinde kaybolmuş nice aktör, hatırlanıyor. İşin kötüsü, insan hiç yanaşmaz kötü günü anmaya. Ama yarası varsa ve çokça insanı kapsıyorsa, ister istemez anımsıyor.

Serdar Aysev, bir ‘laf evine’ soktu beni. Çeşit çeşit insan konuştu, kimi kulağıma fısıldadı, kimi suratıma haykırdı. Anlatacak ne çok şey biriktirmişler öyle. Ne çok parmak varmış yaraya basacak. Laf evi olur da sözü olmaz mı hiç? Var elbette. Söz uçar diye olacak, Aysev yazıya dökmüş söylenegeleni. Bir kız var gecenin geç vakitleri, bir oğlan. Duvara yazı yazmadalar. Polislerin geleceğini anlayınca dudakları birleşiyor numaradan. Numara da olsa, ilk kez bir dudağa değen dudağın heyecanını yaşıyorlar, öyle titrek, öyle tensel. Polis gidince ayrılıyor dudaklar. Görev tamamlanıyor. Sonra hiçbir şey olmamış gibi dağılıyor kız ve oğlan. O geceden yüz otuz üç gün sonra oğlancağızı dolmuştan indirip kurşunluyorlar, dudağında hâlâ o başka dudağın tadı. Hiçbir şey olmamış gibi üzerini örtüveriyorlar gazeteden kâğıtlarla.

SONRA DİNLİYORSUN 

Laf Evi’ndeyiz ya, söz bitmiyor. Başka bir mekânda, adını soruyorlar delikanlının. Türlü fikir geçiyor aklından da adı geçmiyor günlerce. Ağzını burnunu kırıyorlar, elmacık kemiklerini sonra. Kolu çıkıyor da askıda, yine de bir isim vermiyor karşısındaki adamlara. İki ayın sonunda işkencede adını söyleyiveriyor; “Orhan” diye. Orhan! Kaç Orhan, nice Orhan, dağ gibi Orhan deyiveriyor adını… “Türkiye’nin Yılmaz Güney’li yıllarıydı konuştukları. Umut’lu, Ağıt’lı, Arkadaş’lı yılları… Kulaklarda Esengül’ün, Cat Stevens’ın, İşte Öyle bir Şey’le Sevdan Olmasa’nın, her futbol sahasında Brian Birch’ün ünlü yumruğunun ve Galatasaray gölgesinin, ergenlerinin düşleri ile bekâr odalarının duvarlarında ise seks ilaheleri Feri Cansel’in ve Mine Mutlu’nun gezindiği yıllar…”

Harun’u da bilmek gerek. Bir anası bir de Oğuz kardeşi var. Ama nice arkadaşı sonra… Mahpus birliği, tarih birliği, ideoloji birliği var Harun’un. Ama anası Melahat Hanım da ayrı bir hikâye. Desem ki size “Bildiğiniz hokkabazdı anası zamanında Harun’un”, şaşıp kalırsınız. “Kadından hokkabaz olur mu?” dersiniz. Sonra “pavyonda da çalışmış, sonra terzi de olmuş” desem, “Bu bir film mi?” diye söylenirsiniz. Ben de size “yok” derim. Buna “hayat” deniyor. Yaşayan biliyor diye cevap veririm. Ama ancak sorarsanız dillenirim, sormazsanız ne diye kalabalık edeyim.

Bülent de elektriği yemiş zamanında işkencede. İstiyor bir kadın sevsin gönlünce. Geceleri koynuna alsın doya doya, olamıyor. O da hırsını paradan alıyor, geçmişine inat, geçmişine inkâr! Bir sürü yanlış var oysa. Yalnızca Bülent mi yanlış olan? İşkencede hemencecik konuştu diye suçlu mu Bülent? Acıya dayanmak yiğitlik mi? Paraya tamah ediyor diye yanlışta mı şimdi? Bir sürü yanlışın içinden Bülent mi yanlış yapıyor tekçe? “Bu memlekette insanlar Marx’ı okumadan Marksist, Kur’an’ı anlamadan Müslüman, Akçura’dan bîhaber Türkçü oldular.” Olmadılar mı?

VE HAYÂL EDİYORSUN 

Gerçekle, masalı yoğurup önümüze koyuvermiş Serdar Aysev. Bir bakıyorsunuz zamanıyla, akılcılığıyla hayatın bir gerçeği var önümüzde, bir bakıyorsunuz, kısacık bir masal okuyoruz romanın içinde. Gerçi bana sorsalar hangisi gerçek, masal mı yoksa geçmiş mi diye, ikisi de masal ikisi de gerçek deyiveririm. Geçmiş, bir masal gibi dökülür dilimizden ve masal, gerçekmiş gibi canlanıverir. Çünkü masal gibi, film gibi hayatlar yaşamaktayızdır aslında. Kimi korku ya da gerilim filmi gibidir, kaliteli komedi hep çok az, romantik filmler en çok istenen. Masalların canavarları gerçek hayatta da karşımızdadır. Kötü adamlar oluverirler, kötü kurumlar, babalar, çeteler, örgütler. Prensini arayan prenses yalnızca masallar da yok ya! Hâlâ atıyla kapısının önünde beliriverecek gibidir hayalinin erkeği. Ve rüyalarını süsleyen prensesi bir gün ansızın karşısında beliriverecek gibidir.

Türkiye’nin düşünce tarihinde kırılma noktalarından belki de en önemlisi olan darbe zamanlarını, o dönemin hayhuyunu göz önünde bulundurarak, masalı gerçeğe, gerçeği masala bağlayarak, bir hayli zor ama bir hayli keyifli bir eserle dillendirmiş Aysev. Yazarın bu ilk roman verimiyle, zifiri karanlık zamanlarda yol almakta zorlanmayacaksınız.

Serap Çakır

Kitabın içinden:

KÂFE (*)

Kâfe yalnızca bir  halkoyunu değildir. Yalnızca dans, figür, müzik, ritm, koreografi; yalnızca uyum, hareket; yalnızca insan olma; ahlaklı olma, görenek sahibi olma; yalnızca aşk; yalnızca kendine özgü bir Kuzey Kafkasya halklar mozaiğinin geleneksel kast sisteminin asalet düzeninin estetik alanda yansıması ve

yalnızca bu halkların estetik ve gösteri tarihine armağan ettikleri değerlerden biri değildir.

Bunların toplamı ya da bileşkesi de değildir.

Hepsiyle ve daha pek çok şeyle ilişkili ama hepsinden bağımsız; kümelerüstü,  toplam ve bakiye dışı bir varlıktır o. Bir kadınla bir erkeğin oynadığı gibi birden fazla kadın ile erkek de oynar kâfeyi. Oyunu erkek yönlendirir. Eşlik edecek kadını o seçer, oyun bittiğinde kadını  aynı yere o bırakır. Uluslararası üne ulaşmış, Gabardey dans ekibi Kabardinka ve Adigey ekibi Nalmes  koreografilerinde, her ne kadar oyunun tüm

safhalarında erkeği temel alan bir figüratif  tavır sergilense de kâfe, halk arasında oynanırken bir kez başladı mı kadın-erkek eşitliğinin doruğa çıktığı bir yaşam parçası olur. El ve ayak hareketlerinin kadınla erkek arasında dengeli dağılımı, kadınla erkeğin birbirine eşit adımlarla yaklaşıp birbirlerinden aynı figürlerle uzaklaşması, bu demokratik tavrın önde gelen göstergesidir.

Kâfe, tortuların yukarıda kalması için  insan duyarlılığından ve zekâsından örülmüş bir

tülbent                                                                                                                                                               marifetiyle kadını erkeğe, erkeği  kadına süzmektir. Sinemasal aşklarla delik deşik edilmemiş bir geçmiş zaman aşk anlayışının  “sevgiliye saygı” duruşudur. Adam tepeden tırnağa erkeksidir ama erkekçi değildir;

kadın, saçının her teline kadar kadınsıdır ama kadıncı değildir. Zira eşlerden her birinin, kendininkine olduğu kadar karşısındakinin de repliğine saygı duyduğu ve yüzyıllar önce yönetici sınıftan bir asil olan Jabağı’nın sistemleştirdiği ahlak kurallarını samimiyetle yansıttığı tek perdelik bir tiyatrodur  kâfe.

 

Yorumlar (1)
  1. Şebnem on said:

    Laf Evi bir yıl önce okumuştum ilk sayfalarını okurken bu kitap bitmez dedim ama sabrettim ve bitirdim. İçinde ne var diye sorarsanız Serap Hanım çok güzel özetlemiş bana söz bırakmamış. Sürükleyici bir roman olan Laf Evinin sonu biz okuyucuya bırakırmış. Ben bu romanı okuduğum zaman her karakterin içine girip o yıllarda yaşamamış olsam da o yılları anlamak adına biz gençlere ders olacak türden roman.
    Bu memlekette insanlar Marx’ı okumadan Marksist, Kur’an’ı anlamadan Müslüman, Akçura’dan bihaber Türkçü oldular.