Barışa dair umudu yeşertmek, canlı tutmak gerek her şart altında. Süreci sıkı takip etmek, suskun kalmamak gerek aynı zamanda. Birilerinin tayin edeceği “akil insan” olmadan da sözü esirgememek gerek.

Yaşar Güven 01 April 2013
Barış Süreci ve Toplumsal Sözleşme

40 bin cana ve milyarlarca liraya mal olan ve bilinen-bilinmeyen onca sonuçları olan iç savaş sürecinin barışa evrilmesine itirazı olanlar varsa da başat yaklaşım çatışmasızlık halinden yana, artık yeter noktasında.

 

Bu süreçten endişe var mı? Çok. Farklı zeminlerde farklı endişeler var.

 

Barışa dair umudu yeşertmek, canlı tutmak gerek her şart altında. Süreci sıkı takip etmek, suskun kalmamak gerek aynı zamanda. Birilerinin tayin edeceği “akil insan” olmadan da sözü esirgememek gerek.

 

Kimlik konusunda demokrasi adına hassas dengelerden biri, Türkiye mozaiğine yaklaşımdır. Türkler, Kürtler ve “diğerleri” ile başlayan kimlik analizlerinden “diğerleri” her zaman rahatsızlık duydu. Diğerleri olmadıklarını, kendilerinin da bir adı olduğunu ifade etmeye çalıştılar. Kimliklerin her biri bulundukları yerden, kendi örgütlülüklerinden ses vermeye çalışırken Halkların Dostluğu Girişimi ve Halkların Anayasası gibi ortaklaştıkları zeminlerden de ortak ses verdiler. Dipsiz kuyu tuzağı, ‘kim kimin temsilcisi’ gibi tuzakları ellerinin tersi ile itenler, kimlik konusunda kendilerinin de diğer halklar kadar -ne eksik ne fazla- Türkiye mozaiği içinde yer almak istediklerini seslendirdiler. Kimlikleri için ‘demokrasi daha fazla demokrasi’ ve ‘eşitlik’ istediler.

 

Yapılan ve yapılacak olan müzakereler –siz bunu pazarlık olarak okuyun- devam ederken Anayasa yani Toplumsal Sözleşme süreçte belirleyici olacak. Toplumsal sözleşmenin, toplumun en geniş kesiminin özellikle de Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılmış, ötekileştirilmiş, temsili demokrasi çıkmazında sesini duyuramamış olanların daha çok ses verebilecekleri katılımcı, şeffaf ve çoğulcul bir anlayışla yapılması; eşitlikçi, özgürlükçü, insan odaklı ve demokratik olması, gelinen aşamadan sonra vazgeçilesi değil.

 

Ülkenin mevcut ikliminde ifade özgürlüğü adına sıkıntılar; onca tutuklu gazeteci, siyasetçi ve önemlisi üniversite öğrencisinin varlığı; samimiyet değerlendirmelerinde göz ardı edilmemeli elbette. Edilmemeli ki özgürlükler konusunda sürekli sınırlayıcı yaklaşımlarla baş edilebilsin.

 

Tek parti ve darbeler anayasalarından sonra sivil anayasadan söz edebiliyor olmak tek başına değerli bir şey elbette. Ama tek başına bu değer sonucu kurtarmaz, demokrasiyi garanti altına almaz.

 

Anayasa kısa ve öz olur denir ya, diyorum ki; demokrasi kültürü ve geleneği zayıf olan Türkiye’de, kimliklerin ve anadillerin anayasal güvence altına alınması için bu süreçte detaylı anayasa yapılsın. “Kamu düzeni, genel ahlak” gibi soyut kavramların başat olduğu yasal düzenlemelerle, bir el ile verilen diğer el ile geri alınmasın diye.

 

Endişe ve Korku

 

Kimlik konusunda endişe ne olabilir? Kestirmeden, örneğin tek başına Kürt çözümü sunan bir yaklaşım sorunu başa sarar. Kimlik adına “diğerleri” es geçildiğinde demokrasi süreci yeniden başlar. Bu defa “diğerleri”nin Kürt-Türk bloğu ile mücadele etmesi gerekeceğinden işleri daha bir zorlaşır.

 

“Müzakere”nin BDP tarafı ‘Türkiyeli halklar ve eşitlik’ dese de iktidarın ‘bırakın onları’ dediği noktada sonuç nereye varır? Kaldı ki Öcalan bir yandan “Yok sayan, inkar eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu” derken diğer yandan “Çanakkale’de şehit düşen Türk ve Kürtler Kurtuluş Savaşını birlikte yapmışlar, 1921 Meclisini birlikte açmışlardı” diyerek nasıl bir mesaj vermiştir. Bu değerlendirme ile “diğerleri” dahi olamayan kimlikler hiç mi endişelenmesin?

 

Bu arada, Bursa mitingi ve MHP’lilerin “vur de vuralım, öl de ölelim” sloganına parti başkanı Bahçeli’nin “onun da zamanı gelecek” yanıtı; 12 Eylül öncesi dönemi, sokak ve üniversite dersliğinde infazları bilen biri olarak beni korkuttu, ciddiye alınması gerek, hem de çok. Ve hatırladım ki, onca cinayete karşın dönemin Başbakanı Demirel; “Bana sağcılar suç işliyor derdirtemezsiniz” demişti.

 

Türkiye’nin bütün kimlikleri, bu süreçte sesini yükseltmeli. Tekil olarak bulundukları yerlerden ve birlikte, ortaklaşarak. Bir mesaj vermeli; “Bizler kafa sayımızla değer kazanmıyoruz, tek başına farklı bir renk olmamız, kimlik olarak değerli ve eşit olmamız için yeterlidir.”

 

İktidarın atayacağı akil insanların da bunu söylemesi gerekmez mi?

 

**

 

Murat Papşu demiş ki; “etnik temizlik”

Çerkes soykırımı

 

Çerkesler konulu tv 24 yayınını tümüyle izleyemedim. Seyyar halde iken kısmen kulak misafiri olduğum bölümde Murat Papşu, Çerkeslerin 19. yy.’da yaşadıklarını ‘etnik temizlik’ olarak niteledi. 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin geriye doğru işlemeyeceği konusu bir tarafa, Çerkeslerin yaşadıklarının sözleşme kapsamında olmadığı yorumu çok şaşırttı beni.

 

Çarlık Rusyası Kafkasya’yı işgal amacı ile Çerkesya’ya, Çerkeslere saldırmıştı. Özgürlükleri ve vatan bağımsızlığını önemseyen Çerkesler de direnmişti. Bu bir savaştı, evet. Ama, onca orantısız güç tespitlerine karşın savaş meydanında olan-biten nedeniyle soykırım demiyoruz ki. Asıl belirleyici olan savaş dışı yaşananlardı, bunların altını çiziyoruz.

 

Başka belgeleri bırakın, tek başına Papşu’nun editörlüğünü yaptığı “Vatanından Uzaklara Çerkesler” kitabı; Çarlık Rusyası askeri külliyatından tercümelerle, dönemin Avrupa basınında aktarılanlarla diyor ki “bu bir soykırımdır”. Sivil halka yönelik katliamlar, köy baskınları, açlıkla ıslah etme girişimleri, Osmanlı ülkesine sürgün aşamasında yaşatılanlar, yaşlılara-kadınlara ve çocuklara yapılanlar, … Resmin bütünü bağırarak “soykırım” diyor. Bizler bunu Papşu gibi Rusça bilenlerin çabaları ile çevrilen metinlerde, Rus tarihçi Tamara Polovinkina’nın araştırmalarında, Çarlığın arşivlerinde – Tiflis belgelerinde gördük.

 

Polovinkina’nın sözünü Papşu’ya hatırlatmak isterim: “Acı gerçek, tatlı yalandan iyidir.”

 

Yorumlar (1)
  1. Shumaf Sencer on said:

    Bahsi edilen TV yayini izledim. Hem Sn. Papsu’nun hem KAFFED temsilcisinin soykirim ve Soci oyunlari ile ilgili soyledikleri evlere senlik. Biri goc diyor, oburu soykirim dememek icin bin turlu bahane buluyor.
    Bu sacmaliklar elbette ne akademik ne de bilimsel hic bir veriye dayanmiyor, tamamiyle politik bir tavir. Kamuoyunun da bunu boyle algiladigini dusunuyorum. Dediginiz gibi bu kadar kivranacaklarina gercegi soyleseler, ne kaybederler acaba? Benim asil merakim bu.
    selamlar.