Kariyerizm ve Konformizm bataklığına saplanmış kişilerden özgür düşünce ve insan hakları temelinde davranış beklemek büyük haksızlık doğrusu. Hepimiz reklamlarla, filmlerle hayaline sürüklendiğimiz hayatın özlemini yaşıyoruz. O yüzdendir ki bu söylemler pek çok kişiye aşırı romantik, klişe laflardan öte bir anlam ifade etmeyecek. Bu durum rasyonel akıldan o kadar uzak ki gelenekselleşmiş bir şekilde Pink Floyd’un “Wall” şarkısını dinleyip ya da Ölü Ozanlar Derneği filmini izleyip her yere “Carpe diem” yazan ve ardından kariyer günlerini, çok uluslu şirketlerde staj imkânını kovalayan bir üniversiteliyi getirin gözünüzün önüne. Sisteme başarıyla dâhil olmuş, her muhabbete örnek gösterilen Ruşen Amcaların oğlu Sedat’a da yeri gelmişken buradan selamlarımı gönderiyorum.

Ömer Acar 15 October 2014
YÖK Kıskacında Üniversiteler (Yeni Bir Dünya’nın Mümkünü?!)

“Bir yazar ekseriya okunmak için yazar. Aksini iddia eden yazarlara hayranlık besleyelim, ama inanmayalım onlara.”

Albert Camus

Bir önceki yazıda “Üniversite” kavramının tarihsel süreçlerinden, geçirdiği evrimlerden bahsedildi. Bu yazıda ise YÖK ve üniversite ilişkisi, akademik özgürlük, üniversitelerin topluma karşı sorumlulukları üzerinde durulacak.

Üniversitelerin Özerkliği

 

Üniversitenin özerkliği ve akademik özgürlük, kurumdan kuruma, ülkeden ülkeye değişen anlamlara gelebilmekte. Bununla birlikte, modern üniversiteyi üniversite kılan ve diğer kurumlardan ayıran temel nitelik, öğrenciler için istediğini öğrenme özgürlüğü ve öğretim üyeleri için istediğini öğretme özgürlüğüdür. Üniversitelerin hakikatin peşinde, farklı fikirlere karşı tahammüllü ve siyasi müdahalelerden uzak olmaları gerektiği ilke olarak kabul edilir. Dahası, ilke olarak üniversiteler, özgürlük ve adalet savunucusu olmalı ve uluslararası düzeyde maddi ve manevi yardımlaşmayı geliştirmelidir. Bu ilkeler, üniversite kurumu nerede olursa olsun ve ne şekilde örgütlenirse örgütlensin, bütün üniversiteler için geçerli olmalı. Bu ilkelerden olan akademik özgürlük, dünyada çok sayıda ülkenin (örneğin Almanya, Finlandiya, Romanya, İspanya ve Türkiye) anayasalarında güvence altına alınmış bulunmakta.

 

Üniversite özerkliği, üniversitenin kendini yönetmesiyle ilgilidir ve akademik özgürlüğün güvencesidir. Üniversite özerkliği, bilimsel özerklik, öğretim özerkliği, idari özerklik ve mali özerklik kategorilerini içermekte1. Bilimsel özerklik; bilgiyi üretenlerin kendi gündemlerini oluşturup onları izleyebilmeleri, bilgi üretiminde sadece meslektaşların veya akran değerlendirmesinin (peer review) esas olduğunu ve dışarıdan başka hiçbir etkinin kabul edilemeyeceğini, Öğretim özerkliği; üniversite kurumunun öğretilecek konuyu ve bu konuyu öğretme yöntemini seçmesini, İdari özerklik; üniversitenin öğrenci seçme, akademik unvan verme, kendi personelini işe alma ve başka kurumlarla istediği gibi işbirliğine gitme gibi hususlarda kendi seçtiği organlar eliyle yönetilme bağımsızlığını, Mali özerklik; üniversitenin kendisine ayrılan kaynaklar çerçevesinde istediği gibi bütçeyi yönetebilmesini ve başka kaynaklar toplayabilmesini ifade eder. Bu dört özelliğin toplamı olarak düşünebileceğimiz üniversite özerkliği, ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de temelde benzer özellikler taşımakta. Batı üniversitelerinin hemen hepsinde şu hususlarda üniversiteye özerklik tanınmıştır:

 

• Müfredat programını ve mezuniyet koşullarını belirleme;

 

• Akademisyenlerin atanması;

 

• Kaynakların ne şekilde kullanılacağının belirlenmesi;

 

• Araştırma konularının seçilmesi.

 

Akademik özgürlük ve kurumsal özerklik konusundaki ihmaller, entelektüel duraklama, toplumsal yabancılaşma ve ekonomik yavaşlamaya neden olmakta. Üniversite ve sanayi arasındaki yakın ilişkiler, akademik araştırmanın açıklık, nesnellik ve bağımsızlık gibi özelliklerinden feragat etmek zorunda kalması riskini taşımaktadır. Üniversitelerin mali özerkliğinin sağlanmasında önemli rol üstlenen sanayi üniversite iş birliğini, sermayenin kendi “gerçekliğinin rejimini” kurması doğrultusunda yeniden ele alınmalı2.

 

Türkiye’de devlet üniversiteleri, akademik yapılarını ve programlarını YÖK’ün onayıyla belirlemekte. Dolayısıyla, bu konuda tam bir özerklikten bahsetmek oldukça güç. Devlet üniversiteleri, hükümetin belirlediği sayıda kadro istihdam edebilmekte ve işe aldığı personeli yetersiz görmesi durumunda işine son verememekte. Devlet üniversiteleri, lisans düzeyinde alacakları öğrenci sayılarını da kendisi belirleyememekte; üniversite tarafından önerilen sayı YÖK tarafından onaylanmakta. Ancak devlet üniversiteleri, lisansüstü öğrenci sayılarını kendileri belirleyebilmekteler. Devlet üniversiteleri, gerek kurumsal özerklik (örneğin üniversiteye giriş koşullarını belirleme ve öğrenci kontenjanlarını belirleme) ve gerekse topluma hesap verebilme konusunda dünya standartlarında bir görüntü arz etmekten uzak durumda. Çok sayıda devlet ve vakıf üniversitelerine bağlı fakülte istediği halde, ilgili fakültenin bölümlerine YÖK tarafından kontenjan ayrılmadığı için bu bölümlere yıllarca öğrenci alınamamıştır. Aynı şekilde sermayenin siyasi iktidar vasıtasıyla YÖK üzerinde tahakküm kurup kendi ihtiyaçları doğrultusunda (ki bu ihtiyaçlar genelde ucuz nitelikli eleman ihtiyacını karşılamaya yönelik gerekli olandan fazla bölümlere kontenjan ayırma) akademiyi manipüle etmekte. Türkiye’de vakıf üniversiteleri, kendi binalarına sahip olma, ödünç kredi alma, akademik kadro istihdam etme, işten çıkarma ve öğrenci harcını belirleme gibi hususlar açısından devlet üniversitelerine göre daha özerkler.

 

Öte yandan, Türkiye’de öğretim üyeleri, üniversite özerkliğini kendi idarecilerini seçmek olarak algılamakta. Üniversiteler, bu özerklik algısından dolayı, toplumun seçilmiş temsilcisi olan hükümetin veya Milli Eğitim Bakanlığı’nın her önerisini özerkliklerine müdahale olarak kabul etmektedirler. Oysa Batı ülkelerinin hemen tamamında kurumsal özerklik, seçilmiş liderlerin üniversitelere atamalarını dışlamamakta ve hesap verebilme mekanizmalarını içermekte. Ayrıca seçime dayalı bir rektörlük sistemi, üniversiteye yenilik getirmeyen bir oligarşi doğurma tehlikesi de içermekte. Şüphesiz siyasi irade bu durumda, belirli ideolojik yapıların üniversite üzerinden tahakkümünden rahatsızlığından değil “kendisinden olmayan kendisi gibi düşünmeyen herkese açtığı savaşın” diğerine yaşama şansı tanımayan politikaların akla uydurulmasından öteye gidememekte.

 

Resmin diğer tarafında ise “Milli İrade”, “Türkiye’nin demokrasi çıtasını yükseltildiği” söylemleriyle toplum mühendisliği kurgulayan iktidarın, rektörlük seçimlerinde en az oyu alan kişileri rektör olarak ataması ayrı bir ironi ortaya koymakta.

 

Maalesef Türkiye’de üniversiteler, akademik özgürlüklerin yılmaz savunucuları olamadı ve zaman zaman özgürlüklerin kısıtlanmasını savundular. Üniversiteler, sivil ve demokratik taleplerin temsilcisi değil, “hukuk dışı müdahaleleri meşrulaştırıcı açıklamalar yapan kurumlar” olarak hâlâ daha görevlerini lâyıkıyla ifa etmekteler. İktidarla bilgi arasındaki mesafenin kapanmasıyla, bilgi siyasi iktidarın araçlarından biri haline gelmiş, siyasi aktörlerin politikalarını ve inançlarını rasyonelleştirmeye hizmet etmekte.

 

Üniversitelerin Topluma Yayılması ve Sorumlulukları

 

II. Dünya Savaşını takip eden otuz yıllık dönem, Amerika’da yükseköğretiminin gelişmesi ve büyümesi açısından oldukça önemlidir3. Milyonlarca savaş gazisinin ülkeye dönmesi, federal hükümetin “Savaş Gazilerini Hayata Kazandırma Yasası”nı4 1944 yılında yasalaştırmasını sağlamıştı. Yaygın şekilde “G. I. Bill” olarak bilinen yasa, gazilerin yükseköğretim kurumlarına devam etmeleri için çok büyük destek sağladı. G. I. Bill, Amerikan üniversitesini “fildişi kule” olmaktan çıkaran ve halkın önemli bir kısmının üniversiteli olmasını sağlayan önemli yasalardan biridir. Dahası, geriye dönük olarak bakıldığında, G. I. Bill’in oldukça pragmatik ve akıllıca bir düzenleme olduğu söylenebilir. Çünkü savaş yorgunu milyonlarca insanın toplumla ve iş dünyasıyla bütünleştirilmesi çok önemli bir sosyolojik sorundur ve Amerika, savaş gazilerine üniversite kapılarını açarak, potansiyel bir sorunu, bir fırsata dönüştürmüş, milyonlarca kişiyi üniversiteli yapmıştı.

 

G. I. Bill’i tavsiye eden komisyon, bu tavsiyesini yaparken, 1932 yılında sayıları yaklaşık 20.000 kişi olan I. Dünya Savaşı gazilerinin devletin kendilerine verdiği hizmetleri protesto için Washington, DC’de yürümeleri olayından etkilenmişti3. Komisyon, milyonlarca savaş gazisinin geleceğini düşünerek ve 1929’daki Büyük Bunalım’ın geri dönmesinden çekinerek, savaştan dönen gazilere bir yıllık işsizlik ödemesi garantisi verilmesini önermişti. Bu ödeme sayesinde gazilere, bir yıl boyunca haftalık 20 dolar ödenmiş, ev kredisi ve yükseköğrenim avantajları sağlanmıştır. G. I. Bill, hem üniversitenin geniş kitlelere erişilebilir olmasını sağlamış hem de toplumsal yaraları sarmaya dönük bir merhem olmuştu.

 

Türkiye’de Üniversitelerin Topluma Yayılması

 

Üniversitelere siyasiler çeşitli biçimlerde etki etmekte. Bu etkiler, üniversitenin bölgesel olarak kuruluş yerinin seçimiyle başlamakta, daha sonra yerel ölçekte kuruluş mekânı belirlenirken sürdürülmekte, bu aşamadan sonra idari ve akademik kadroların belirlenmesine müdahaleler olmakta ve son aşamada ise kurum içi ve kurum dışı karar alma düzeneklerine etki etmeye çalışmakla devam ettiği alışılagelmiş süreçleri içermekte!

 

Özellikle üniversitelerin kuruluşuna ilişkin tartışmalar, nereye üniversite kurulduğu üzerinde yoğunlaşmakta ve bazı milletvekilleri “tabela üniversitesi”nin yanlışlığına vurgu yaparken, seçim yatırımı olarak kendi bölgeleri gündeme geldiğinde bu nedenler bir anda unutulmaktadır. Türkiye’de üniversite kurulmasına ilişkin kriterler net ve ölçülebilir olmadığı için her milletvekili kendi bölgesindeki altyapı yatırımlarının yeni bir üniversite kurulması için yeterli olduğunu ifade etmekte. Ancak bu yeterliliğin neye göre tespit edildiğine ilişkin bir bilgi elimizde yok maalesef. Üniversiteler kurulduktan sonra karşılaşılma olasılığı yüksek olan sorunların (öğretim elemanı sayısı ve niteliği, altyapı yatırımları, ayrılan bütçe, mezun öğrencilerin iş bulma sorunu, öğrencilerin üniversitelerde aldıkları eğitimin niteliği, işgücü planlamasının yapılmadan aynı fakültelerden çok sayıda açılması vb.) çözüm süreci ise üniversitelere devredilmiş durumda.

 

Diğer yandan eğer amaç gerçekten yöreye ve ekonomisine katkı ise, kurulan her üniversitenin içerdiği bölümler, bulunduğu yer açısından birbirinden farklı olarak belirlenmeli ve yöre ihtiyaçları dikkate alınmalıdır. Örneğin, Erzurum’da açılan bir üniversitede bölgenin gelişimine faydalı olacak bölümler ile Antalya’da, Çorum’da ya da Rize’de kurulan üniversitelerin her birinin içinde bulunduğu ilin gelişimine faydalı olacak bölümlerin farklı olması gerektiği kuşkusuzdur. Oysa üniversitelerin kurulması esnasında açılması planlanan bölümlerde bu ihtiyaca yeterince dikkat edilmediği çok açık bir şekilde görülmekte.

 

Türkiye’de üniversiteler topluma ve toplumsal sorunlara uzak durmakla eleştirilmekte. Öyle ki, üniversitelerin bu haliyle “askeri bir tesise” benzediği ifade edilmiştir6. Dünyanın hiçbir yerinde üniversiteler, kendilerini içinde bulundukları toplumdan bu derece yalıtmamışlardır. Dünyada üniversiteler, isteyen herkesin rahatlıkça ziyaret edebileceği ve istifade edebileceği mekânlar olmuştur. Kendini toplumdan yalıtan üniversite, en temel amaçlarından biri olan “topluma hizmet”i ihmal etmiştir. Sözgelimi, çoğu üniversite kendi bulunduğu yörenin kültürel mirası ve toplumsal sorunlarına yönelik neredeyse hiçbir çalışma yapmamakta. Diğer taraftan, üniversiteler kapılarını öğrenciler dışındaki kesimlere açmakta oldukça “tutucu” davranmaktalar. Üniversiteler, yaygın ve sürekli eğitim kanallarını etkinleştirememekte, okuryazar olmayan veyahut okuryazar olup yüzyüze eğitimden yeterince faydalanamamış, yeni bir şeyler öğrenmek isteyen ve bilgilerini güncellemek isteyen halkın bu ihtiyaçlarına cevap verememektedir2.

 

Sonuç Yerine

 

Kariyerizm ve Konformizm bataklığına saplanmış kişilerden özgür düşünce ve insan hakları temelinde davranış beklemek büyük haksızlık doğrusu. Hepimiz reklamlarla, filmlerle hayaline sürüklendiğimiz hayatın özlemini yaşıyoruz. O yüzdendir ki bu söylemler pek çok kişiye aşırı romantik, klişe laflardan öte bir anlam ifade etmeyecek. Bu durum rasyonel akıldan o kadar uzak ki gelenekselleşmiş bir şekilde Pink Floyd’un “Wall” şarkısını dinleyip ya da Ölü Ozanlar Derneği filmini izleyip her yere “Carpe diem” yazan ve ardından kariyer günlerini, çok uluslu şirketlerde staj imkânını kovalayan bir üniversiteliyi getirin gözünüzün önüne. Sisteme başarıyla dâhil olmuş, her muhabbete örnek gösterilen Ruşen Amcaların oğlu Sedat’a da yeri gelmişken buradan selamlarımı gönderiyorum.

 

Bu başlık için ayrıca bir paragraf hazırlamayı gereksiz buldum. Yazının bu kısmında kısaca değinmek yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Yeni hazırlanan YÖK yasasına göre Türkiye Üniversiteleri, Fransız (Napolyon) merkeziyetçi modele göre şekillendirilmek isteniyor. Napolyon modeli ne demek oluyor? Şöyle açıklanabilir. Her fakülte kendi icraatlerine en yakın bakanlık altında kümelendirilecek. Örneğin Tıp Fakülteleri Sağlık Bakanlığı, Mühendislik Fakülteleri Bilim ve Teknoloji ya da Sanayi Bakanlığı, Eğitim Fakülteleri Milli Eğitim Bakanlığı. Bu olayı tek taraflı düşünmemek gerekiyor. Üniversitelerin bazı bölümleri, devlete nitelikli eleman sağlama görevini de üstlendiğini göz önünde bulundurursak (Eğitim Fakülteleri, İİBF vs) kaliteli eleman yetiştirilmesi konusunda faydası dokunabilir. Ancak böyle bir yapıda ahbap çavuş bürokrasisi nasıl bir canavara dönüşür onu zaman gösterecek bizlere. Rektörün görevlerinin sınırlandırılması ve fakültelerin senatoda adil temsiliyetinin sağlanması amacıyla düzenlenen maddeler ise yeni YÖK yasası içerisindeki özgürlüklerin genişletilmesi kavramını biraz  olsun destekleyen maddeler. Şu sıralar Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan yükseköğrenim ile ilgili yazıları fazlasıyla ufuk açıcı! İktidarın yeni sistem için nasıl bir Üniversite yapısı kurguladığının şifreleri mevcut.9

 

Boğaziçi Üniversitesi’nin Y.Ö.K yasasını değerlendirdiği metnin bir kısmı;

 

Metinde, mevcut YÖK yasasının değmesi gerektiğinin kabulü, idari ve mali özerklik kavramlarına yer verilmesi, doktora sonrası araştırmacı istihdamına olanak sağlanması gibi bazı olumlu değişim önerileri bulunmaktadır. Ancak özü itibariyle “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” başlıklı metni temel alan bir yasal düzenlemenin, üniversiteleri mevcut olandan çok daha müdahaleci bir sistemin içerisine sokacak, piyasaların beklentilerine yanıt verme kaygılarına üniversiteler üzerinde baskı yaratacak, üniversite eğitimini hak temelli bir yapıdan uzaklaştıracağı ve bütün bunlarında ülkemizdeki üniversite sistemine onarılması güç hasarlar vereceği sonucuna varılmıştır.10

 

Filozoflar, dünyayı çok farklı biçimde yorumladılar ama asıl mesele onu değiştirmek.11

 

1 (Albornoz, 1992).

2 http://www.radikal.com.tr/yazarlar/baskin_oran/yokte_ikinci_12_eylul_devri_ve_bir_secim_notu-1203746

Geiger, 1999

The Servicemen’s Readjustment Act

5Williams, 2006

6YÖK, 2007, s. 181

7Okçabol, 2007

8 http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/universitenin-bir-ruhu-var-mi/35949

9 http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/universitelerdeki-paralel-cetelesmeye-dikkat/56374

10 http://yeniyasa.yok.gov.tr/?page=yazi&c=11&i=114 Boğaziçi Üniversitesi’nin yasa değerlendirme metni.

11 Karl Marx’ın 1883 yılında Londra Mezarlığı’ndaki cenaze törenine 11 kişi katılmıştı. En ünlü cümlelerinden biri mezar taşına kazındı…

Comments are closed.