Haber / Şiddet ve İktidar İlişkisi
12:23 5 June 2014

Modern iktidar, çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kayıt altına almış, sayısal hale getirmiş, böylece egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük gözaltıdır.

M. Foucault

Aydınlanma, 90 kuşağının mücadelesine muadillerinden daha az eşlik etti. Bilgi, kültür; “yaşam” denilen ömürlerimizi algılayışımızı ve ona biçtiğimiz değeri değiştirdiğinden olsa gerek, edebiyatı, sanatı, tarihi çok önemsemedi yaşıtlarım. Kolay ölmemek için insanlığın hepsine ihtiyacı vardı hâlbuki. Kolay öldük. Ölmeyi önemsemedik belki de. “Kolay ölebilmiş” derken, ölmeyi dert etmemiş olmaktan bahsediyorum. 68 kuşağı, devletin saldırısı, işkenceleri, hayata kastetme tutumu karşısında şaşkına döndü. Dünyaları hayat üzerinde kuruluydu çünkü. 78 kuşağı, ezici ve yok edici kodlarla gelen 80 darbesini o kadar da ön görmüş değildi. Ama ilk sözleri “öleceğiz” değil, son sözleri “öleceğiz” olmuştu. 90 kuşağının bu anlamda ilk sözü “öleceğiz” oldu. Öldüler. Devlet tarafından sokak ortasında katledildiler! Faillerini biliyoruz. Ve şuan aramızdalar.

Sadece öldürülmekle kalmadılar. Meydanlarda gözü yaşlı annelerine “yuh” çektirdiler. Mezhepleri öne sürülerek, devletin üzerlerine attığı bu belayı hak ettiklerini vurguladılar. Devletin yönetim mekanizmasındakiler onları “Büyük Türkiye’nin ilerlemesini engellemek isteyen, ülkesine ihanet eden dış mihrakların birer piyonu” olarak resmetti, dini inançları sorgulandı.

Rakibini! “Tanrı düşmanı” ilan etme geleneği eski ve geçerli yöntemlerden. Öyle ki hiçbir şey bundan daha kolay ve daha tehlikeli değil. Amerika’ya ya da Batı’ya sözde karşı çıkan bu ideolojinin aynı zamanda “arkaik bir ahlak” düzenini sürdürmek için baskı uygulaması kaçınılmaz.

Maxime Rodinson’un Alen Le Nouvel Observatuer’de 19 Şubat 1979’da yayımlanan makalesinden bir bölümü alıntılayarak bu bahsi biraz daha netleştirip sonraki bölümlerde “Şiddet” konusu üzerinden devam edeceğim. “Din adına gerçekleşen devrimci hareketler ne olanaksız ne de skandal yaratacak niteliktedir. Başka hareketlere kıyasla daha başarılı olabilirler. Ancak, kazandıkları zaferler karşısında ihtiyatlı olunması gerekir. Hem bu hareketlerin içinde yer alan aydınların propagandaları, hem de dışında kalan aydınların safdilliği karşısında eleştirel tutumu korumak gereklidir. Devrimci bir eğilimi İslam sancağı altında ileri taşımak kolay olabilir. Oysa toplumu muhafazakâr ve gerici seçeneklerle sindirmek isteyenler için din daha üstün imkânlar tanır! Dinler tanrı inancını vazettikleri için değil, toplukların içkin kötülüklerine dair envanterlerinde bulunan tek çare ahlaka davet olduğu için tehlikelidirler. ”

***

Modern siyasal sistemler kurulduğundan beri Weber’in “Meşru Şiddet” kavramı yeterince tartışılmadı. Meselenin ucunun seküler anlamda kutsanmış “Hukuk” alanına dokunuyor olması şüphesiz bu meselenin tartışılamamasında başlıca etkenlerden biri. Yasaların devletin şiddetini kısıtlaması gibi kanunların uygulanmasında kullandığı gerçeği bu olguyu çözümlenemez kılmakta.

Foucault ise şiddet mevzusuna şu şekilde açıklık getirmekte; “Avrupa’da tarihin belirli bir noktasına kadar yasalara karşı gelen insanlara yaptırım olarak şiddet uygulanıyordu. Öyleyse şiddet neydi? İnsanların bedenleri üzerinde bir tasarrufta bulunmak en nihayetinde o bedene can veren yaşamın kendisini kişinin elinden almak… ” 18. yüzyılda Batı’da bambaşka bir iktidar şekli ortaya çıktı. Bu andan itibaren bedensel şiddetin cezalandırma ve yönlendirme amacı olmadığı onun yerine, yine beden üzerinde belli bir sonuç almak üzere disiplin adı altında belirli paket programlar ortaya kondu.

Modernite’nin en büyük başarısı, aslında çok masraflı olan bir şiddet biçiminin yerine ekonomik bir şiddet biçimini getirmiş olmasıydı. Şiddet, eğer fiziksel olarak uygulanırsa insanın beynini yok etmeye yönelik bir güce dönüşmekteydi. Kapitalist bir topluma evrilen Avrupa, 18. yüzyılın sonunda endüstri devrimi emek yoğunluklu bir üretime geçtiğinde, emeğin ne kadar değerli bir şey olduğunu anladı. O emeği üreten bedenin paha biçilemez bir olgu olduğunu kavradı. Soma’da 301 madencinin katledildiği faciada şirket sahibinin ölen kişilere değil de aksayan işi için üzülmesi ortaya çıkan hakikat bağlamında pek muhtemel.

Bu sebepledir ki Neo-liberal şiddetin, güç uygulamak suretiyle yaptırılmak istenilen davranışları temellendiren normlara göre, insanların bu normları içselleştirmelerini sağlayıp kendi rızaları ile bu parametrelere göre hareket etmeleri istenmekte ve bu normlara aykırı olan şeyleri kendiliğinden yapmamalarına karar kılmasını sağlayacak şekilde bireyin yönlendirmesi olarak özetlenebilir olması mümkün.

İnsanların öznelliğini manipüle etmek bu dönemin ruhunu yansıtıyor ne yazık ki. Bireyin belli normları içselleştirmesini sağlamak ve mümkün davranış biçimlerini ideal davranış biçimi üzerinden düşünmek, sadece meşru olan mümkünleri fiili hale getirmek, aslında insanların öznelliğini manipüle etmek onları belirli bir şekilde özneleştirmek, iktidarı daha uygulanabilir bir biçime dönüştürdü.

1968 olaylarından sonra Foucault, iktidar analizini yapıp da iktidarın hayatımızın içine nasıl nüfus ettiğini bütün toplumsal ilişkilerin aslında iktidar ilişkisi olduğunu, tabi ki de bütün iktidar ilişkilerin kötü olmadığını, ancak her iktidar ilişkisinin tahakküme doğru bir eğilim gösterdiğini bundan dolayı kötüye kullanım gösterebileceğini vurgulamıştı.

***

Bir filozofun Kafka ile ilgili çok güzel bir aktarımı vardı. Aktarıma göre Kafka şu sözleri sarf etmişti: Mesih bir gün gelecek, ama geleceği günden sonraki gün gelecek, diye. Sosyalist bir felsefeci de bunu tersine çevirip şöyle demişti: Devrim olacak, ama olacağı günden bir sonraki gün olacak!

İnceldiğimiz yerden kırılıp her şeyi unutuyoruz. Tıpkı eve ekmek götürmenin heyecanı ile yaşadığımız zorlukları da unuttuğumuz gibi.

Tamara Zoloy

Comments are closed.

HABER / En Çok Okunanlar