Haber / “Kurtuluş” ile “Çöküş” arasında
20:02 3 March 2014

Her dönemin yükseliş ve çöküş dönemlerinin olduğu söylenir. Kanuni sonrası Osmanlı’nın duraklamaya, Küçük Kaynarca ile birlikte de çöküşe geçtiği iddia edilir. Çözülüşü ise Lozan olarak okumak gerekiyor gibi.

Şimdi durup iki sene önce Ankara’da düzenlenen AK Parti kongresi ve kongreye katılan isimleri hatırlayalım. “Türkiye Modeli”nin Ortadoğu’yu kasıp kavurduğu günler.

Ankara’da sahnede Hamas Lideri Halid Meşal. Konuşması sık sık sloganlarla kesiliyor. Mısır’da iktidar koltuğunda oturan İhvan lideri Mursi, İhvan’ın Tunus’taki izdüşümü ve yine iktidara gelen En-Nahda lideri Raşid-El Gannuşi, Suriye muhalefetinin lideri Çarba, ki o dönem Esad’ın bir kaç güne kalmaz devrileceğinin varsayıldığı günlerdeyiz, yine bir diğer bölgesel aktör Irak Kürdistan’ı lideri Mesut Barzani…

Bu kongreye İmralı’da olduğu için iştirak edemeyen ancak Newroz’da Diyarbakır’da bir milyon kişiye okunan ‘İslamcı’ retorikteki barış mesajı ile selamlayan Abdullah Öcalan’ı da dahil edebiliriz.

Ortadoğu’daki ‘Sünni ittifak’ Ankara’da muştulanıyordu. Peki kime karşı?

Tek bir bloktan bahsetmek mümkün değil. İttifakın Sünni niteliği İran karşıtı bir koalisyon olarak okunabilecekken, İslamcı niteliği pekâla İsrail karşıtı olarak da okunabilir. Öte yandan Ortadoğu’da bir koalisyon ya da yapının İslamcı nitelik taşıması onun a-priori İsrail karşıtı olduğu anlamına gelmez. Öyle ki, İslamcı örgüt ve yapıların Suriye’de Esad’a karşı İsrail ile kol kola ‘Cihat’ yaptığı da iddialar arasında.

Yani iç içe geçmiş pek çok denklem var. Politika üreticilerinin bilgisine sahip değiliz. Önümüze konulanı sadece yorumlayabiliriz.

Ortadoğu’da, Türkiye’deki AK Parti iktidarı harici diğer tüm ‘İslamcı’ örgütler geldikleri gibi, domino taşı etkisiyle tasfiye edildiler, her zaman olduğu gibi neşterlerle.

AK Parti’nin İslamcı bir örgüt olmadığını, yanı başındaki Suriye krizi ve bahsettiğimiz Sünni İslamcı ittifak nedeniyle son bir kaç senedir İslamcı retorik devşirdiğini not edelim.

Gelinen noktada Arap ‘Devrimleri’ akabinde iktidara oturan İslamcı örgütlerin hemen hemen tamamı karşı-devrimci süreçlerle tasfiye edildiler. Devrimlerin ana üslerinden Mısır’da İhvan bir darbe ile alaşağı edildi. Örgüt kurmay ve militan kadroları hapiste yargılanmayı bekliyorlar.

Devrimin başladığı yer olan Tunus’ta, İslamcı En-Nahda örgütü yine karşı-devrimci bir ayaklanmayla koalisyona zorlandı. Esad rejimi devrilmedi ve kısa dönemde devrilmeye pek de niyeti yok gibi. Mısır’da İhvan’ın düşmesinin ardından Hamas nefes alamaz durumda.

Tüm bu tablodan/ittifaktan geriye kalan üç bölgesel aktör var. AK Parti/Erdoğan, Mesut Barzani ve Abdullah Öcalan.

Öte yandan, Irak Kürdistan’ı lideri Mesud Barzani, Irak merkezi hükümeti tarafından kıskaca alınmaya çalışılırken, Türkiye’de de dominonun son taşı AK Parti Hükümeti 17 Aralık operasyonu ile birlikte devrilmeye çalışıldı.

İlk şokun atlatılmasının ardından, ülkenin anahtarlarını cemaate vermeyi, yapmış olduğu kimi anti-demokratik düzenlemelerle reddeden Hükümetin ve özelde Basbakan’ın kaderini ise 30 Mart yerel seçimleri belirleyecek.

Tüm bu süreçte, geçmişte İslamcılardan çok daha büyük bir iştahla, onların kitle desteğine yedeklenerek pagan ayini kıvamındaki Kemalist taşlama seansları düzenleyen Seküler demokrat Türk entelijansiyasının, şimdilerde cemaatin eteklerinde en benim diyen Kemalistin önünde, onlardan kolluk gücü devşirerek, İslamcı avı başlatmasını da akılda tutmak gerek.

Soru şu: Eğer Kürt Barış/Ateşkes Süreci bu Sünni ittifak çerçevesinde yürürlüğe girdiyse, bu ittifakın geri kalan son kalesi AK Parti iktidarının çöküşü Türk-Kürt ateşkesini de sonlandırabilir mi?

Abdullah Öcalan, gerek Gezi, gerekse de 17 Aralık sürecinde Başbakan’ın başını iki defa ipten aldı.

Hatta Başbakan’ın sık sık kullandığı ‘Paralel Devlet’ lafının telif hakkı bizzat Öcalan’a ait. Öyle ki 17 Aralık sonrasında meydanlarda Cemaat-MHP-CHP koalisyonuna demediğini bırakmayan Başbakan, BDP hakkında tek laf etmiyor.

Barış sürecinde, kuvvetle muhtemel ‘Alo Fatih’ marifetiyle Mithat Sancar gibi isimler vasıtasıyla Habertürk ekranlarında, tabanını barışa hazırlayan bir Erdoğan vardı karşımızda. Bunun ilkesel bir tercih olmadığını, bahsettiğimiz konjonktürün Türkiye’yi ve Erdoğan’ı bu ateşkese zorladığının şerhini koyalım. Şimdilerde demokrasi ve basın özgürlüğü havarisi kesilen Can Dündar’ın sürecin en kritik döneminde Oslo tutanaklarını sızdırmasının da pek öyle ‘ilkesel’ olmadığını da hatırlatarak.

Her iki aktör de ‘barışa’ sadık kaldığını şimdilik beyan ediyor.

Türk-Kürt ateşkesinin kaderini 30 Mart yerel seçimleri belirleyecek gibi. Temennim AK Parti ve BDP/HDP ‘zorunlu’ ittifak ya da ateşkesinin devam etmesi yönünde. Gerek sosyolojik/sınıfsal taban ve bu tabanın iç içe geçmişliği, gerekse de her iki grubun tarihsel ‘madun’ kimlikleri ve özellikle ‘İslamcı’ tabanın sosyolojik olarak rijit olmayan yayılmacı niteliği, Türkiye’deki dönüşümün bu iki sosyolojik grubun omuzlarına yüklüyor.

Türkiye’nin dönüşümü İslamcılar ve Kürtler eliyle oluyor/olacak. Çokça iddia edilenin aksine, karşısında konumlanan ve Gezi ile birlikte, geçmiş rijit reflekslerinden arınan ve yep yeni bir asabiyyeyi müştüladığı varsayılan Laik/Seküler bloğun siyaseten iflas ettiği günleri yaşıyoruz.

Tanıl Bora geçenlerde T24’e vermiş olduğu röportajda kültürel sermayenin ‘hala’ Laik/Seküler çevrelerde olduğunu iddia ederek, aslında ‘yenilgiyi’ itiraf etti. Gelinen noktada ölüm döşeğinde ‘düşmanının’ yüzüne son bir hamle ile iliştirilen nefret dolu ama bir o kadar ‘onurlu’ bir ‘tükürüktü’ bu.

Özgün bir ‘birikim’ gerçekleşebilseydi eğer, en ‘ileri’ ve de ‘steril’ birliktelik olarak ‘Birikim’ çevresi, çeviri faaliyetlerinin ötesine geçebilir ve de toplumu taşıyabilecek siyasi/sosyal bir örgütlenmeye/siyasete evrilebilirdi.

Tüm Türkiye’nin gözü önünde farklı ‘İslamcılıkların’ iktidar savaşına girdiğini gören seküler entelijansıyanın karşısındaki bloğa karşı ‘Ot Dergi’ ya da ‘Y Kuşağı analizleri’ ile cevap verebilmesi pek mümkün değil gibi. Keşke iki islamcılıktan birisinin eteğinde pirelenmek, cemaat-backed, Taraf-Karşı-Sözcü-Bugün-Zaman beşlisine tamah etmek zorunda kalmasalardı. O zaman o ‘tükürüğün’ bir anlamı olurdu.

Varsa eğer bu asabiyyenin toplumsal karşılığını batıdaki HDP oyları ile, doğudaki BDP oyları arasındaki yüzdesel fark açık edecek. % 2’lik bir oran yakalanabilirse eğer, önümüzdeki elli yıllık zaman diliminde bir ara toplumu taşımaya aday olabilecekler demektir.

Tüm bu keşmekeş ardından süreç iki olası sonuca gebe. Birincisi Kürt Siyasi Hareketi merkezli Türkiye’deki mezhepçilikten arınmış ‘ilerici’ olası bir rejim değişikliği, ki bu mevcut ateşkes sürecinin görünen tek emniyet sübabı olacaktır, ya da ‘demokratik’ güzellemeler ardına saklanan ancak kuvvetle muhtemel siyasi çıktısı mevcut durumdan çok daha ‘gerici’ olabilecek şekilde mevcut rejim ve barış sürecinin tamamiyle başımıza çöküşü…

Sonucu hep birlikte göreceğiz.

Türkiye bir “Türkiye Kürdistan’ına” gebe. Tüm bu siyasi çalkantılar çok daha şiddetli bir şekilde artarak devam edecektir. Kürdistan ya barış yoluyla Türkiye ile barışık olarak inşa edilip dünyaya entegre olacak, ya da bir savaş yoluyla Türkiye tarafından Kürdistan’a sıkıştırılıp izole edilerek. Ancak Kürdistan kurulacak. Şu saatten sonra bunun lamı cimi yok.

Tüm bu denklem arasında 17 Aralık ile birlikte söz konusu ‘Sünni’ ittifakın geride kalan son saç ayağına ateş eden Cemaatin, İran karşıtı mezhepçi retoriğini ise bu denklemde bir yere oturtamıyorum.

Amaçlarından biri eğer Esad’ın elini sıktırabilecek bir iradeyi başa getirmekse, Erdoğan’ı bile aşan tüm bu mezhepçi retoriği nereye oturtacağız?

Not edelim; Fethullah Gülen’in BBC röportajında zihninde yatan en büyük sorun ne PKK ne de Erdoğan’dı. Okuyucular ve yazıcılar ardından Nurcu ekole dinleyiceri de ekleyen Zat-ı Muhteremin en büyük korkusu İran’dı ve bu retorik 17 Aralık ile birlikte tavan yaptı ve hala çok güçlü bir şekilde devam ediyor. Neden?

Umarım bunun nedenini hiç bir zaman göremeyiz…

Son olarak, garip gelebilir ama rejimin en ‘üç’ iki partisi MHP ve BDP’nin kriz yönetimindeki olgunlukları en merkezi partilerde görülmeyecek boyutta. Bahçeli’den seçimlerde bir sıçrayış beklediğimi itiraf edebilirim. AK Parti’den kopacak olası oylar – ki en basit hesapta bile memleketin yarısının ev ve araba taksitinin olduğu şu şartlarda çok fazla oranda olacağını düşünmüyorum- MHP’ye kayacaktır.

MHP’nin görece normalleştiği, ki bunda Devlet Bahçeli’nin çok önemli bir rolü vardır, bu süreç Türkiye demokrasisi için çok çok önemli bir kazanımdır. Darısı çok ümitli değilim ancak son kurşununu 30 Mart’ta atacak olan ve bir çeşit ameliyat partisi haline gelen CHP’ye…

Mevdudi Bayçora

Yorumlar (2)
  1. Elbruz on said:

    Mevdudi BAYÇORA, Kurtuluş ile Çöküş arasında gelgitler yaşarken bitmesini istemediğim, bir analizden diğerine usulca geçtiğinde dahi ayrı bir keyifle okuduğum samimi yazından dolayı tebrik ederim. Siyasi yazılarda okuyucuyu boğmamak, heyecanı diri tutmak ayrı bir maharet olsa gerek, diyor ismini ve yazılarını ‘yazarlar’ başlığı altında görmek istediğimi belirtmek istiyorum.

  2. Ahmet Övgü on said:

    “Abdullah Öcalan, gerek Gezi, gerekse de 17 Aralık sürecinde Başbakan’ın başını iki defa ipten aldı.” iddialı bir cümle olmuş. Süreci iyi okuyamadığınızı görüyorum Mevdudi Bey.

    1-) Öcalan daha önce sık sık AKP’ye bu sorunu çözecek ve demokratikleşecek adımlar at dedi Öcalan. AKP ne yaptı peki?

    2-)Öcalan açık açık “bu adımlar seni kurtarabilir yoksa seni indirecekler” diyordu. AKP adım atmadı ve şu anda indiriyorlar.

    3-) Gezi’yle ilgili söylenen ifade tamamen yalan. Hatta Öcalan, Geziye çekimser kaldı diye Demirtaşa falan kızdı bütün basına yansıdı. AKP’liler bu süreçte Kürtleri yanında görmek istiyor bu güzel laflar o yüzden var.

    Son olarak; Ot Dergi edebiyat-mizah dergisidir. Niye bu kadar fazla anlam yüklediniz anlayamadım. Gerçi Birikim Dergisine taş atacak seviyede iseniz sizinle tartışmaktan korkarım.

HABER / En Çok Okunanlar