Haber / DÖNÜŞÇÜLÜK BİTTİYSE SORUN BİTMEDİĞİNE GÖRE YENİ ÇÖZÜM NEDİR?
1:07 Dün

İmdat Gibilere Cevap Gibi – 3

İmdat Kip, herkes gibi elbette kimi doğruları da dile getiriyor yazısında ama kimi yanlışları da doğruların arasına sokuşturup, doğruymuş gibi bir algı oluşturmaya çalışıyor. Belki bile-isteye belki de farkında olmadan, amacını aşarak. Eğer belirli bir algı oluşturma amacına yönelik değilse, herkesin düşüncesi, değerlendirmesi değerlidir ve saygındır. Çünkü herkes olayları kendi bulunduğu pencereden görüp değerlendirir. Dolayısıyla o da öyle görüp değerlendirmiş, denilip geçilebilir.

Ama özel bir algı oluşturmaya yönelik bir çaba içine girilmek isteniyorsa o zaman bütün olguların ayrı ve ayrıntılı olarak ele alınıp değerlendirilmesi kaçınılmaz olur. Bana göre DÇB de, bu kapsamda rahmetli Khalmıkh Yura da, 2000 kongresi de, Khaberdey Adıge Xase de ayrı ayrı ele alınıp tartışılması gereken konulardır. Gerekirse onları da tartışırız.

İmdat Kip “dönüşün ruhunu kavradım ama benimseyemedim” dese de, görünüşe bakılırsa tam tersine bir durum söz konusu; “dönüşün ruhunu kavrayamamış” ama “benimsemiş”, “kavrayamadan, özümsemeden benimsemiş”. Öyle olmasa kalkıp döner miydi anavatana!? Anavatanda yeni bir yuva, yeni bir düzen kurup tutunmaya çalışır mıydı?! “Dönüşün ruhunu kavrayamamış” diğer pek çokları gibi, turist olarak gelir, bakar, inceler Çerkesya’nın Almanya, Fransa, İsviçre olmadığını görür, dönüp giderdi.
“Anayurda Dönüş” idealimizin özü, ruhu, “Kamçı” aylık siyasi gazete, “Yamçı” aylık sosyo-kültürel Dergi ve bir ölçüde de “Nartların Sesi” gazetesinin sayfalarında, satırlarında ve satır aralarında okunabilir. Başka yerlerdeki yazılarımız ve konuşmalarımız da bu eksendedir.

Kısaca yinelemek gerekirse “Dönüş Hareketi”nin “ruhu”nu iki cümle ile anlatmak mümkündür:
1. “Çerkes halkının ulusal varoluşunu sürdürebilmesi, kendini yeniden inşa edebilmesi ancak tarihsel anayurduna Dönüşü ile (yani “vatanı ile milletinin buluşup bütünleşmesi ile”) mümkündür”.
2. “Kamçı”nın bir sayısında açıkça ifade ettiğimiz gibi mealen; “Her şeyden önce ilk adım olarak Anavatanımıza dönmeliyiz. Sonra oradaki iyi ve güzel şeyleri koruyup geliştirmek,  varsa olumsuz, kötü şeyleri de değiştirip düzeltmek için mücadele ederiz”.

Bu kadar basit. Ne daha iyi/kötü olmasına ne kişi başına düşen milli gelir miktarlarına ne de yönetim sistemlerine ve yöneticilerine bağlı.

Bu ruhu “kavrayamayanlar”, “kavramak istemeyenler”, “kavrayıp benimsemeyenler”, “kavramayıp benimseyenler”, “kavrayıp, benimseyip realize edemeyenler” olabilir.

Bana göre “Dönüşçülüğün tarihi” deyimi de anlatılmak istenen olguyu doğru yansıtmıyor. Çünkü anlatılmak istenen, eylem olarak ortaya çıkan somut olgulardır yani eylemsel olarak “Dönüş Hareketi”dir. Bunları herkes farklı evrelerde ele alıp değerlendirebilir, eleştirebilir. “Dönüşçülük” ise ulusal bir ara hedefin, amacın, idenin adıdır.

Daha önce de birçok kez ifade ettiğim gibi, “Dönüş Hareketi” 1980 faşist askeri darbesiyle bastırılıp dağıtılmış, ne yazık ki, sonradan da bir türlü toparlanamamış doğal bir ulusal var oluş hareketi idi.

Sonraki dönemlerde, “Dönüş” ana başlığı altında yürütülen çalışmalar, ben de dâhil olmak üzere bir ölçüde dönüş hareketi içinde yetişmiş veya sonradan bu ideyi benimsemiş arkadaşların kişisel görüş ve inisiyatifleriyle (veya belki bazen küçük gruplar halinde) ortaya koydukları eylem ve söylemlerdir.

Daha önce de birçok kez belirttiğim gibi, ben, doğal bir grup olarak oluşan bu “Dönüş Hareketi”nin, tamamlanmamış olsa da nispeten örgütlü olduğu 1968-1980 döneminin hesabını her ortamda vermeye hazırım.

Sonraki dönemlerde dönüşçülük adına hareket ettiği kabul edilen arkadaşların da (ben de dahil) kendi yaptıklarının hesabını vermekten kaçınacağını sanmıyorum.

Eleştiriler doğruysa kabul eder, halkımızın önünde özeleştiri veririz, doğru değilse doğrusunu söyler, bilgi eksikliğiyle eleştirenleri ikna etmeye çalışırız. İflas etmiş Yahudi misali eski defterleri karıştırmanın bir faydası olacaksa, hiç çekinmeden her şeyi en ince ayrıntısına kadar karıştıralım, sorgulayalım, tartışalım.

Dönüş hareketini şu evrelere ayırarak ele almak belki daha doğru ve gerçekçi olabilir.
A) 1968-1980 dönemi
B) 1981-1990 dönemi
C) 1991-2000 dönemi
D) 2001- sonrası dönem
A – 1968-1980 dönemi, “Anayurda Dönüş” tezinin açık ve kesin olarak ortaya konduğu, kitleye sunulduğu dönemdir. Bu dönemde Kamçı, Yamçı ve bir ölçüde Nartların Sesi çevresinde hatırı sayılır bir örgütlülük durumu vardır.

Bu dönemde, ekonomi, kadro sorunları gibi sorunlar bir kenara bırakılırsa, karşımızda duran en önemli sorunlar şunlardı:

 
1. Anti-komünist, anti-rus propagandalarla şartlandırılmış, “ağırlıklı olarak köylü ve muhafazakar Çerkes ana kitlesini”, sosyalist bir yönetimle yönetilen Anayurdumuzda yaşamaya ikna edebilmekti. Bu, diğer bütün aşamaların anahtarı konumunda, en önde yer alan en zor sorun olarak değerlendirilebilir. Zira koşullanmaları aşabilmek, zihniyetleri değiştirebilmek, kurulu düzenleri değiştirmekten, devrim yapmaktan çok daha zordur.  Buna soyunmanın ilk adımı olan Kamçı, iyi bir denemeydi, umduğumuzdan çok ilgi gördü, cesaret vericiydi ve doğru yolda olduğumuzu gösterdi. Ne var ki, bir yandan ekonomik olanaksızlıklarla, anti-komünist şartlanmalarla, içimizdeki etkili tuzu kurularla, yüksek bürokratlarla mücadele ederken, bir yandan da anti-sovyet fraksiyonlar başta olmak üzere çeşitli sol fraksiyonlar içinde yer alan devrimci aydın kitlesiyle de mücadele etmek, onları kendi öz ulusal varoluş mücadelesine çekebilmek için çaba göstermek zorunda kalıyorduk.

 
Öte yandan, bir de zaten şovenist ve faşist yapıdaki devleti daha da faşistleşmeye götüren “12 Mart” gibi askeri müdahalelerle, bu gibi müdahalelerin oluşturduğu devlet bürokrasisiyle mücadele etmek, en azından onların zararlarından, açık müdahalelerinden kaçınmak ve korunmak zorundaydık. Anayurda dönüş hareketi, bir de devletin açıkça karşısında tavır aldığı “anarşik” bir hareket gibi algılanırsa bunun, zaten zor ikna etmeye çalıştığımız halk üzerindeki olumsuz etkisi çok daha fazla olacaktı.

 

2. Komünizmin hâlâ en büyük tehlikeymiş gibi gösterilmeye çalışıldığı o dönemde devlet de, devlet adına hareket eden çeşitli birimler de, devletin yanında hareket eden etkili kişiler de insanları bir sosyalist ülkeye göç ettirmeye çalışan bir harekete sıcak bakmıyorlardı. Onları da bu harekete sıcak bakmaya ikna etmek, bunun için çeşitli argümanlar bulmak, üretmek ve bunu inandırıcı biçimde davranışlarımızla da kanıtlamak durumundaydık. Hiç değilse devlet açıkça karşımızda tavır almazsa, bu, halkımızı ikna etmek bakımından da olumlu bir argüman, avantajlı bir durum olabilirdi. Zaten sık sık, “ya devlet ne der? İzin verir mi?” gibi sorulara muhatap oluyorduk.

 

Kaldı ki, devletin tavrı, dönmek istediğimiz Anayurdumuzun içinde yer aldığı SSCB Büyükelçiliğiyle, konsolosluklarıyla ilişki kurmamız bakımından da çok önemli, aynı zamanda çok riskliydi. Devletin buralara girip çıkan herkesi alıp sorgulaması ayrı bir caydırıcı sorun olurken, hiç müdahale etmeyip rahatça girip çıkmamıza izin vermesi de muhatabımız olan sosyalist ülke bakımından kuşku uyandıran ayrı bir sorundu. Bir bakıma ipteki cambaz durumunda, bıçak sırtında hareket etmek zorundaydık. Bu da kolay olmuyordu. Bu sorunu, açıklık ve dürüstlükle aşabildiğimizi söyleyebiliriz.

 

3. O tarihlerde anti-Sovyet, anti-Rus, Amerikancı, Maocu, aşırı milliyetçi bir karakter taşımaması koşuluyla, SSCB’nin bizim Anayurdumuza Dönüş istemimizi kabul etmemesi yönünde teorik bir engel yok gibiydi. Bir defa Sosyalist devrim, az nüfuslu halkları, dillerini ve kültürlerini yaşatma politikası izlediğini sadece söylemle değil, eylemle de açıkça ortaya koymuştu. Ayrıca 1929 yılında “Bizim Radyo”dan Lenin referansıyla Anayurda Dönüş için açık çağrı yapıldığını da o yıllarda yeni öğreniyorduk. Yine de her zaman “Dönüş Hareketi”ni Anavatandaki Cumhuriyetlerimiz ve onların içinde yer aldığı SSCB için zararsız, yararlı bir hareket konumunda tutabilmek gerekiyordu.

 

Elbette SSCB’nin dönüşe ilişkin bu olumlu yaklaşımı, hiç değişmeyecek bir politika olarak alınamazdı. Bunun değişmesi, anayurda Dönüş talebimizin SSCB tarafından kabul edilmemesi ihtimali her zaman vardı. Bu ihtimal henüz ortaya çıkmamış olsa bile ona karşı da bir hazırlık yapmak zorundaydık. Bunun için yalnızca Sosyalist bir yönetim altında yaşamaya değil aynı zamanda onurlu ulusal yaşam hakkına sahip çıkmaya ikna edilebilmiş halkımızın demokratik desteği, muhtaç olduğumuz en büyük güçtü. Bu güç, yeterli bir örgütlülük düzeyine ulaştırılabilirse hem SSCB hem de TC başta olmak üzere içinde yaşadığımız muhaceret ülkelerinin aydınları, halkları ve yöneticileri üzerinde etkili olabilecek bir takım çalışmalar yapılabilirdi. Ayrıca Avrupa ülkeleri, BM gibi uluslararası düzeyde de haklı davamıza destek potansiyellerini geliştirebilme, harekete geçirebilme olanaklarını da kollamak zorundaydık. Bunun için Avrupa’ya küçük bir yarım adım atabilmiştik. Bir yandan bunu geliştirmek, güçlendirmek, bir yandan da BM düzeyinde de destek arayışları gündemimizde olmak zorundaydı. Yani deyim uygunsa B ve C planlarımızı da hazırlamak, geliştirmek ve uygulamaya hazır hale getirmek için çalışmak durumundaydık.

 

Sevgili Hapae Erhan da özeleştiri istediğine göre, burada kabul ve itiraf edelim ki, Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağılacağını hiçbir zaman öngöremedik. Dolayısıyla ona uygun bir D planı hazırlamayı aklımızın ucundan geçiremedik.

 

Anayurda Dönüş için, kaçınılmaz olarak Anayurtla düzgün bir kurumsal ilişki kurmak gerekiyordu. Daha önce Anayurda bazı bireysel gidiş-gelişler olmuş olsa da bunlar, Anayurt ile muhaceret arasında sağlıklı bir ilişki kurulmasına yetmedi. Turistik kafileler içinde gelip gidenlerle binbir güçlük içinde yapabildiğimiz görüşmeler de, bir ölçüde kapı aralasa da kurumsal ilişki sağlamıyordu.

 
1978 yılı Temmuz-Ağustos aylarında “Rodina” aracılığıyla Anayurda bir seyahat gerçekleştirdik. Bu gezide nispeten kurumsal bir ilişki kurduğumuz söylenebilir. Yaptığımız anlaşmalardan biri, her yıl bizim oradan üç kişiyi Türkiye’ye davet edip ağırlamamız, onların da bizden üç kişiyi Anayurt’a davet edip ağırlamaları biçimindeydi. Ben 1979 baharında askere gittim, dönüşümde de 12 Eylül darbesi bastırdı. Maalesef biz oradan kimseyi davet edip ağırlayamazken, onlar bizim dışımızda iki grubu daha davet edip ağırladılar.

 

Ne yazık ki 12 Eylül darbesi nedeniyle biz bu ilişkileri sürdüremedik. Bu dönemde bir-iki örnek dışında önemli bir dönüş de yaşanamadı.

 

1978 sonlarında (veya 1979 başlarında) muhaceret gözüyle Anayurdu gözlemlemek, hem diasporada hem Anayurtta “Dönüş Hareketi”ne öncülük etmek üzere 12 ailenin Anayurda Dönüşü için resmi müracaatlarını sağlamıştık. Hatta 1980 sonlarına doğru her ay ikişer aile olmak üzere bunların dönüşlerinin kabul edildiği bilgileri de alınmıştı. Acaba piyango önce hangimize vuracak, heyecanını bile yaşamaya başlamıştık.

 

Ne var ki, 12 Eylül askeri darbesi, her şeyi alt-üst etti. Korku içinde güçlükle ziyaret edebildiğimiz SSCB Büyükelçiliği’nden, “askeri darbe nedeniyle her şeyi askıya aldık. İlişkilerimizi olumsuz yönde etkileyebilecek hiçbir şey yapmayacağız. Sizin müracaatlarınız da bu kapsamda yok sayıldı” biçiminde bir cevap aldık.

 

B) 1980-1990 dönemi, belki en büyük faşist baskıların yaşandığı, neredeyse herkesin “gölgesinden korkar” hale getirildiği bir askeri dikta dönemin başlangıcıydı. O kadar ki, pek çok “dönüşçü” bile, çok önem verdiğimiz demokratik ulusal var oluş mücadelesinden kopmuş, kendi gemisini yüzdürebilmenin derdine düşmüştü.
Önce eşim, ardından da, askerden yeni dönmüş olmama rağmen ben gözaltına alındım. Bizim yayınladığımız Kamçı gazetesini kahvelerde okutmaktan, satmaktan, dağıtmaktan başka kusuru olmayan başka bazı arkadaşlarımız da gözaltına alındılar hatta hüküm giydiler.

 
Bütün diğer dernekler gibi bizim derneklerimiz de kapatıldı. İnsanlar Çerkeslik sözünü söylemekten bile çekinir, korkar hale getirildiler.

 
1983 yılında derneklerin yeniden açılmasına izin verildiğinde, öğretmenler başta olmak üzere kamu görevlilerinin derneklere üye bile olması yasaklanmıştı. Bizi Anayurda Dönmeliyiz dediğimiz için konüminst, en azından sakıncalı, potansiyel suçlu gibi görüp dışlamaya çalışanlar bile, adeta kendilerine ikram edildiği halde, derneğin yönetim sorumluluğunu almaktan çekindiler. Yaşı,  ekonomik durumu, siyasal geçmişi nedeniyle bizimle aynı kategoride görülemeyecek durumdaki Aslan Arı ağabeyimiz dernek yönetimine cesaretle talip oldu. Onun başkanlığında, üye olmasında sakınca bulunmayan az sayıdaki arkadaşlarımızdan uygun olan birilerinin de katılımıyla yönetim kurulu oluşturuldu. Elbette bizler de gayrı resmi olarak yardımcı olacaktık ama biz kendi derneğimize, kapıda kimlik bırakıp misafir kartı alarak girebilir durumdaydık. Bu da bizim katkılarımızı minimize ediyordu. Entelektüellerimiz, devrimcilerimiz başta olmak üzere halkımız, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Herhangi bir faaliyet yapmak şöyle dursun, derneğe gelip gitmeye bile korkar durumdaydı.

 
1986 yılında derneğimizin kuruluşunun 25. Yıldönümünü vesile edinerek ilk etkinliğimizi gerçekleştirdik. Bu, bir silkiniş hamlesiydi ve fena olmamıştı. Yavaş yavaş kendimize gelir gibi olduk.

 
Ancak kendimizi ifade edebilmek, kitlemize ulaşabilmek için bir kitle iletişim aracına, yayın organına ihtiyacımız vardı. 1987 yılında yayınlamaya cesaret edebildiğimiz derginin adına Çerkes bir yana Kafkas sözcüğünü bile içerecek bir ad koymaktan çekindik, adına “Kafdağı” dedik. Dergide yayınlanacak her yazıyı, içinde geçecek, bölücü, sakıncalı olarak algılanabilecek sözcükler bakımından ayrıca denetleme, sansür etme zorunluluğu hissediyorduk.
Yine Anayurtla ilişkilerimiz kopuktu. Büyükelçiliğe bile uğrayamaz olmuştuk.

 
1989 yılında yeniden anayurtla ilişki kurabilmek adına, yine “Rodina” olanağını değerlendirerek Anayurda üç aile birlikte bir aile gezisi, akraba ziyareti yapmaya karar verdik. Gezinin resmi dernek temsiliyeti yok gibiydi ama geziye katılanlardan biri Dernek Başkanı, biri de Başkan Yardımcısı olunca Anayurtta resmi bir temsil algısı oluştu. Ben yalnızca danışman, mihmandar, tercüman konumundaydım. Çünkü öğretmen olduğum için derneğe düz üye bile değildim.

 
Bu gezi sayesinde Anayurtla yeniden ilişki kurma imkânı bulmuş olduk. Bu ilişkiyi geliştirebilmek, bir hamle daha ötesine geçebilmek amacıyla bu kez atalarımızın anavatanımızdan sürülüşünün 125. yılı vesilesiyle ülkelerarası katılımlı bir kültür haftası düzenlemeye karar verdik.

 
Anayurttan dernek adına kimseyi davet etme hak ve yetkimiz yoktu. Ancak kişiler olarak anayurttan birilerini; akrabalarımızı, arkadaşlarımızı davet edebilirdik. Öyle de yaptık. Kişisel konuklarımızın gelişi, o haftaya denk geldiği için, konuklarımızı toplantılara götürdük. Böylece anayurttan gelen konuklarımızın toplantılarda konuşma yapmalarını, çalıp söylemelerini, kitle ile doğrudan iletişim kurmalarını sağlamaya çalıştık.

 
1989 ilk güzünde gerçekleştirdiğimiz ülkelerarası kültür haftası, tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri oldu. Tek başımıza aşamayacağımız birçok sorunu ülkelerarası katılım sayesinde aşabilmiş, Türkçe’den başka bir dille müzik kaseti dinletmenin bile yasak olduğu bir dönemde biz, sahneden kitleye canlı olarak Çerkesçe hitap etmeyi bile başarabilmiştik. Dünya Çerkes Birliği düşüncesinin ilk kıvılcımı da bu deneyim sırasında çaktı. Demek ki, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Çerkesler olarak, birlikte hareket edebildiğimiz takdirde bir şeyler yapabilir, bazı engelleri aşabilir, bir şeyleri başarabilirdik.

 
Bu fikir, 1990’da Hollanda toplantısında geliştirilip, somutlandı, 1991 yılında da Nalçik’te pratiğe geçirildi ve DÇB kurulmuş oldu.

 
C) 1991-2000 dönemi, DÇB’nin ve DÇB çatısı altında halkımızın oldukça etkili ve umutlu olduğu bir dönemdi. Bir defa, hep engel olarak önümüze getirilen “komünizm” artık yoktu, özgürlük ve demokrasi yolu açılmıştı. Ama bu defa iş ve geçim sorunları ortaya çıkmıştı.

 
DÇB esasen Rusya’ya karşı savaşmak amacıyla kurulmuş bir örgüt değildi. Tam tersine, devletle, daha doğrusu devletlerle iyi ilişkiler kurmak suretiyle “Anayurda Dönüş”ün realize edilmesi, Anayurtta ve dünyada anadil Çerkesçe’nin yaşatılması ve geliştirilmesi, ulusal tarihimizin gerçekçi, yansız bir yaklaşımla yeniden yazılıp yapılandırılması, böylece halkımıza bir tarih bilinci kazandırılması gibi temel amaçlar için demokratik, diplomatik ve hukuksal bir mücadele yürütmek üzere kurulmuş bir örgüttü.

 
DÇB örgütünün yalnızca kurulabilmiş olması bile başlı başına bir başarı ve umut kaynağı idi. 127 yıldır birbiriyle ilişkisi olmayan farklı ülkelerin kültürleriyle kendine yabancılaşmaya başlamış, konuştuğu dil ve kavramlarla salt anlaşabilmesi bile mucize gibi görülen bir halkın temsilcileri, büyük özverilerle anlaşmaya, iyi-kötü bir çatı altında birleşip bütünleşmeye karar vermiş ve bunu gerçekleştirmiş oluyordu.

 
Devletle iyi ilişkiler kurarak amaçları doğrultusunda olumlu sonuçlar alabilmek için örgütün başına devletin güven duyduğu saygın bir isim olarak Rahmetli Khalmıkh Yura, genel kurulda “Devlet kanadını temsil eden Rodina” örgütünün başkanı Yefendı Kosta tarafından, üstelik henüz seçim gündemine bile gelinmeden ön alınarak önerildi. Rahmetli Khalmıkh Yura, DÇB delegelerinin kahir ekseriyeti tarafından tanınmıyordu. Daha önce Çerkeslik adına bir cümle yazmış veya söylemiş biri değildi. Genel kurulda da yoktu. Ancak Nalçik’teydi.

 
Belki seçim gündemine gelinip, genel kurul delegelerine “ne dersiniz? Kimi seçelim?” diye sorulsa, büyük olasılıkla Nalo Zawur ismini önerebilirlerdi. Çünkü Nalo Zawur, geçmişteki çalışmaları, yazıları, konuşmaları, özellikle de genel kurul sırasında gösterdiği performansla dikkat çekmiş, saygı ve güven kazanmıştı. Ama ön alınarak, kişiliği yüceltilerek Khalmıkh Yura önerilince artık kimse hayır diyemedi.

 
Ben kuruluşundan itibaren ilk iki-üç dönem, rahmetli Khalmıkh Yura’nın Başkan Yardımcısı olarak görev yaptım. Ölenin arkasından olumsuz konuşulmaz elbette, çok iyi bir insandı, yumuşak huylu, güven uyandıran bir beyefendiydi, çok iyi bir hukukçuydu, SSCB’nin de RF’nun da üst yöneticilerinin en yakınlarında çalışan, en güvendikleri yüksek bürokratlardan biriydi. DÇB başkanı olduktan sonra yerinde ve zamanında iyi tavırlar da gösterdi.

 
Esasen ben, kim olursa olsun, halkına hizmet etmeye çalışmış insanların yüceltilmesi ve yeni kuşaklara tanıtılması gerektiğine inanıyorum. Bu, ulusal tarih bilinci bakımından da halkın umudunu koruması ve arttırması, ufkunu açması bakımından da çok önemli bir iştir. Ne yazık ki, bunu, özellikle muhaceret kesimi olarak hiç yapamıyoruz. Bugün en az 101 (bana göre 258) yıl devam etmiş olan Rus-Kafkas savaşlarında neredeyse kimse Şeyh Şamil dışında kimsenin adını bile bilmiyor. İki kişi birlikte misafirliğe bile giderken birinin Thamade/Thamate diğerinin yardımcısı olarak örgütlendiği, örgütlenme geleneği olan bir halk, bunca zaman devam eden savaşlarda hiç mi önder, kahraman yetiştirmedi?! Sadece 1800-1840 yıllarında ordu komutanlığı, toplum önderliği yapmış olan Hawudıkhue Mansur, Yindarıkhue Muhamed, Hajpague Muhamed, Khalewubatekhue Şuwpague, Ğırtsıjj Sultanıkhue, Dazığıkhue Şuwpaşe, Şırıxhukhue Tığujj, Tığujjıkhue Khızbeç, Béslanıkhue Aslan, Hat’oxhuşşokhue Muhamed, Degumıkhue Haje, Haje Xhuzbeç, Berzec Haje, Hajemıkhue Haje, Tséy Ş’ützejjıkhue, Jançate Ğırtsıjjıkhue Ale, Zanekhue Seferbiy, Jansitokhue, Ceriyıkhue Şamız, Merşanıkhue Yerışawe gibi isimler kimseye bir şey ifade etmiyor. Bunları da, başkalarını da, rahmetli Khalmıkh Yura’yı da anmalı, yüceltmeliyiz.  Bu anlayışta olduğumdan, rahmetli Khalmıkh Yura’yı Nalçik’te milletvekili bile seçmeyen, seçtirmeyenlerin, ölümünden sonra da olsa ona sahip çıkmalarını sevinçle ve takdirle karşılıyorum.

 
Rahmetli Khalmıkh Yura, özellikle de kimsenin ismini bile anmadığı saygıdeğer Meç’et’éy Abdulah, devlet başkanlarına yakınlıkları sayesinde, geçici de olsa Çerkes halkının Anayurda dönüşünü kolaylaştıracak düzenlemeler yaptırmışlardır. Çerkeslere “yurt dışında yaşayan yurttaş (saateçestvennik)” statüsü kazandırmışlardır.
Bu dönemde DÇB’nin açtığı yol sayesinde kendi olanaklarıyla Anayurda dönenler çok olmuştur. Sanırım İmdat Kip de onlardan biridir.

 
Rahmetli Khalmıkh Yura’nın, “Rusya adalet bakanlığı makamını Çeçenistan’a askeri yöntemlerle müdahale edilmesine muhalefet ederek feda” ettiği doğrudur. Lakin bu tavrın uzun erimde doğru olup olmadığı da ayrıca tartışma konusudur. Olaya öyle bakılması gerekiyorsa, ondan önce “Adalet Bakanlığı için DÇB başkanlığını feda ettiğini” de bir başka gerçek olarak unutmamak gerekir.

 
Şayet RF Adalet Bakanlığı, DÇB başkanlığını feda etmeye değecek kadar önemli, Çerkeslik yararına hizmet etmek için daha elverişli bir makam idiyse, o zaman, azledilmedikçe o makamda kalarak Çerkeslik davasına hizmet etmek daha doğru olmaz mıydı? Ama artık uyuşmazlık açıkça ortaya çıktığından azledilmesi söz konusu idiyse elbette azledilmeden istifa etmek daha doğru bir tavır olarak değerlendirilebilir.

 
DÇB’nin başına getirilen bütün başkanlar (dediğim gibi, bir ölçüde Şhalaxhue Abu ve Akhbaş Boris hariç) bir biçimde devlet tarafından işbaşına getirilmişlerdir ve hemen hemen benzer fonksiyonlar icra etmişlerdir. Her başkan, sahip olduğu imkânları Çerkeslik adına değerlendirdiğini inanarak savunabilir, örnekleyerek ispat bile edebilir.

 
Ben, İmdat Kip’in o çok beğenip yücelttiği 2000 kongresi öncesindeki dönemin içinde bir biçimde yer aldım. 2000 kongresinin de içindeydim. Oradaki tavrımızın ne olduğunu da açıkça anlatabilir, savunabilirim. 2000’den sonraki dönemler ise, artık benim şahsen içinde yer almadığım dönemler olmakla birlikte onları da bilebildiğim kadarıyla tartışabilirim.

 
D) 2001- sonrası dönem, ne yazık ki, Anayurtta ve hemen hemen tüm Rusya Federasyonu’nda (bir ölçüde Tataristan ve Başkurdistan dışta tutulabilir) bozulan asayiş ve ekonomik sorunların bahane edilerek bütün demokratik hakların yavaş yavaş geri alındığı, despotik bir yönetimin yeniden inşa edilmeye başlandığı, güvenlik ve bir lokma ekmek uğruna halkın da herhangi bir demokratik talepte bulunmadığı bir dönemdir.

 
Anayurda dönmüş olanlar kendi aralarında iyi ilişkiler kurabilmiş, örgütlenebilmiş, yerel halka iyi, olumlu örnekler gösterebilmiş olsaydı belki yerel halk da demokratik taleplerinden bu kadar kolay vazgeçmeyebilirdi.
16 Nisan 2011’de yürürlüğe giren vize serbestliği anlaşması ve özel sektör uçak seferlerinin başlamasıyla geliş-gidişlerin çok kolaylaşmış olmasına rağmen, biçimsel olarak olmasa bile özü itibariyle örgütlü olmayan toplumumuz bu kolaylıklardan yeterince yararlanamamış, anayurda dönüş taleplerinde bir artış olmadığı gibi, azalış olmaya devam etmiştir.

 
24 Kasım 2015’te ortaya çıkan uçak krizi, ilişkileri büsbütün kötüleştirmiştir. Her şeye rağmen, bu dönemde geçici veya süreli ikamet belgeleriyle Anayurtta yaşayan Türkiyelilerin (Çerkesler de dâhil olmak üzere) yaşadığı sıkıntıların KAFFED ve DÇB işbirliği sayesinde nispeten daha kolay bir biçimde atlatılabildiğini de unutmamak gerekir.
Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki, Dönüş Hareketi’nin canlı ve etkili olduğu dönemlerde Anayurtla ilişkilerimizde bir iyileşme trendi gözlenmiştir. Örgütlü Dönüş hareketinin olmadığı, Dönüşçülerin kişisel ve küçük grupsal etkilerinin de azaldığı dönemlerde, bu ilişkiler kötüleşmiştir.

 

Ben, örgütlü “Dönüş Hareketi”nin 1980 askeri darbesiyle sona erdiğini, ondan sonra da toparlanamadığını, “Dönüş” ana başlığı altında bundan sonra yürütülen çabaların kişisel veya küçük grupsal çabalar olduğunu söylüyorum. İmdat Kip de bunu vurgulayarak söylüyor ama aramızdaki fark şu: Ben bundan üzüntü duyuyorum, İmdat Kip sanki sevinç duyuyor gibi.

 
Biz geçmişte neleri nasıl bir yaklaşımla ele aldığımızı, neleri başarıp başaramadığımızı özetle ortaya koymaya çalıştık.

 
Şimdi örgütlü Dönüş Hareketi çoktan sona erdiğine, zaten ön kabulleri de artık geçerli olmadığına, mevcut koşullara uygun yeni bir öngörü ve çözüm stratejisi de ortaya koyamadığına göre şimdi meydan, “Çerkes sorununun, dönüşle sınırlı olarak ve dönüş çerçevesinde ele alınabilecek bir sorun olmadığı” görüşünde olanlarındır, “yeni şartlara uygun varsayımlarla yeniden hesap yapmanın zorunlu olduğunu” öngörenlerindir.

 

Buyurun, ya dönüş dışında bir çözüm ya da bizim deneyimlerimizi de değerlendirerek yeni ve farklı bir dönüş stratejisi üretin ve halkımıza önerin.

 

İçtenlikle başarılar dilerim.

Comments are closed.

HABER / En Çok Okunanlar