Haber / Farklı kesimlerden 24 Nisan mesajları
14:06 24 April 2014

Agos Gazetesi Türkiye’nin farklı kesimlerinden bir çok aydına 24 Nisan’ı sordu. İşte görüşler;

‘Faciada canını kaybedenlerin ruhundan ve hatıralarından özür dileriz’

Ahmet Turan Alkan – Zaman gazetesi yazarı

Türkiye, 1915 Tehciri’nin acılarına artık samimiyetle sahip çıkmalı, konuyu “diplomatik başbelâsı” olarak değil, kendi tarihinin aydınlanması gereken bir sayfası olarak görmeli; Dersim, 33 kurşun vakası gibi…

1915’de kasten veya istemeden hayatlarını kaybeden binlerce Ermeni ile aynı tabiiyetten idik, komşuyduk, dosttuk, hemşeri idik. Konuyu 1915 ekseninde Türk tarafı-Ermeni tarafı diye ayrıştıran bizim zihnimizdir; Ermenilerle aramıza zihni mesafeler koyduk ve hâlâ derinleştiriyoruz bu mesafeleri.

Diplomatik bir krizi vaktinden önce önlemek adına değil; evvelâ hakikate duymamız gereken saygı icabı bu görevle yüzleşelim.

Hakikat odur: Türkiye’de 1915 senesinde binlerce, yüzbinlerce Ermeni vatandaşı idaresizliğimiz, gafletimiz, çaresizliğimiz, ihmâlimiz sebebiyle canından oldu; öyle ki bu menfur hadisede canlarını kaybedenlerden çok büyük bir çoğunluğu, Doğu Anadolu’daki Ermeni komitacılığı ile doğrudan ilgisi olmayan, bigünah sivil insanlardı.

Bu kara yıldan Müslüman nüfusa kalan kara miras, yüz seneden beri sanki bir şeyler olmamış gibi yaşamanın sahte iç huzurudur; hâlbuki o kara yılda Müslüman nüfus da trajediden hissesi aldı: Bilinci yaralandı ve o günden beri iyi değildir.

Cenab-ı Hak ve tarih önünde, Ermeni kardeşlerimize yaşattığımız bu büyük acılardan dolayı çok üzgünüz. Biz de acı çektik ve ağır bedeller ödedik. Keşke hiç yaşanmasaydı, keşke kanlı 1915 yılını, müşterek tarihimizden illetli bir ur gibi oyup çıkarmak mümkün olabilseydi.

Özür dileriz. Faciada canını kaybedenlerin ruhundan ve hatıralarından özür dileriz. Yakınlarından özür dileriz. İçlerinde akrabası olsun olmasın, dünyanın neresinde olursa olsun, her Ermeni’ye bu elîm hadiseden ötürü bir özür borçlu olduğumuzu düşünüyoruz. Anadolu’da güçlü ve üretken bir Ermeni nüfusu ile yan yana, iç içe geleceğe birlikte yürümek isterdik ama olmadı. Oysa ki, böylesi hepimiz için daha iyi olurdu.

Evet, açık ve samimi bir dille hakikate karşı özür dilemeli, büyük barış adına büyük acılarla yüzleşmeye göğüs germeliyiz.

 

‘Devletin Ermeni cephesinde yeni bir şey yok!’

Cüneyt Özdemir – Gazeteci

Bundan yıllar önce Nişantaşı’nda yürüyorum. Trafik sıkışmış. Arabalar durmuş. Hava sıcak, bazı şoförler kollarını camlardan dışarı çıkartmışlar. Kaldırımlar kalabalık. İşte o kalabalığın içinde şoförün biri, arabanın camından sarkıp kaldırımda önümde yürüyen bir kişiye laf attı. Gerçi küfür etmedi ama küfürden beter 1-2 cümle kurdu. Önümdeki kişi, söylenilen sözleri duydu ve adımlarını hızlandırdı. Bir baktım Orhan Pamuk. Tam o malum demecinin Türkiye’de malum çevreler tarafından çarptırılıp Türkiye’nin Orhan Pamuk’a dar edilmeye çalışıldığı günlerdeyiz. Orhan Pamuk adımlarını hızlandırdı. Ben de hızlandırdım, arkasından yanına yetiştim. ‘Orhan Bey takmayın böyle sözleri, siz yalnız değilsiniz’ dedim. Beni görünce şaşırdı. Ayaküstü yürürken tedirgin birkaç cümle daha ettik, sonra ayrıldık. Öğleden sonra telefonum çaldı. Orhan Pamuk, verdiğim destek için teşekkür ediyor.

Bu anı bir kez daha burada anlatmamın nedeni, Türkiye’de Ermeni Soykırımı konusunda çok korkunç zamanlardan geçmiş olduğumuzu hatırlatmak. Nasıl PEKAKA’ya yıllarca, PEKEKE bile denilemediyse Ermeni Soykırımı’na da yıllarca ‘soykırım’ denilemedi. Başına ‘sözde’ eklemeden hâlâ denilemiyor.

Yıllardır Türkiye’nin farklı devlet organlarını, polisi, askeri ilgilendiren çeşitli insan hakları ile ilgili haberler yapıyorum. Yakın dönemde izlediğim, haberleştirdiğim pek çok davada hep aynı duvar karşıma çıkıyor. Devletin devleti korumak konusunda müthiş bir refleksi var. Memurunu korkunç sahipleniyor. Devlete kapağı bir kez atan, hatalı hatasız aldığı her kararda arkasında devleti buluyor. Bu yüzden, devlet için kurşunu atan da yiyen de şerefli ilan ediliyor. Bu devlet geleneği, kuşkusuz bir günde oluşmadı. Bir geleneğin dünden bugüne taşınması, o kadar… 1915 yılında, Anadolu topraklarında yaşananlar da tuhaf bir şekilde Türkiye devleti tarafından sahipleniliyor. Tıpkı Gezi parkı olaylarında 8 gencin öldürülmesinin gözden gelinip polisin destan yazması gibi… Orhan Pamuk’un o günkü deyimi ile ‘Evet, 1915 yılında Anadolu’da bir şeyler oldu.’ İyi de, ne oldu? Bu sorunun cevabının bu topraklarda verileceğine dair bir umudum yok. Her geçen gün Ankaralılaşan, tek parti rejimine doğru sürüklenen, devletin birey karşısında takviye edildiği bir siyasal ortamda Türkiye’de yeni bir şey çıkacağını da beklemiyorum.

Güvercin tedirginliğinde adımlarla korkmaya devam!

‘Her şey o kız çocuğunun konuşmasının engellenmesiyle başladı’

Ece Temelkuran – Gazeteci-yazar

Türk. Bu sözcük mağarada bir eko gibi. Ses, bir kere senden çıktı mı dalga dalga keşfeder ya mağaranın hiç göremediğin yerlerini. Eko uzayıp karanlıkta yayıldıkça bir tedirginlik sarar insanı. “Demek o kadar derin”, “Demek dibi bucağı yok”… Eko, boşluk duygusu yaratır, bir tür çaresizlik. Ses büyüdükçe mağarada, sen küçülürsün. Mağaranın büyüklüğüyle baş edemeyeceğini düşünürsün. “Belki hiç girmemek en iyisi”…

Ermeni. Bu sözcük, kocaman bir dünya ona “Tadımızı kaçırma” dediği için artık konuşmamaya karar vermiş bir kız çocuğu gibi. Söz, söylenmeye söylenmeye etrafı kalın bir kabuk tutar, Anadolu’da kabuklu bir kız çocuğu bu. Onun başına gelenleri herkes biliyor. Ama hatırlamaktan, duymaktan o kadar çok korkuyorlar ki, kız konuşur endişesiyle o kadar çekilmez bir gürültü ediyorlar ki, o da susup büyük gözleriyle hayret ediyor.

O kız çocuğunu, derinliğinden ve karanlığından korkup geri çıkanlar mağaradan hızla uzaklaşmaya çalışırken, mağaranın ağzında durup, kendi dilindeki o türküyü tek başına söylerken hayal ediyorum. 24 Nisan böyle bir şey bana kalırsa.

Büsbütün unutmak diye bir şey yok. Çünkü unuttuğunu bile hatırlamamak diye bir şey yok. İnsan hiç değilse, bir şeyi unutmuş olduğunu hatırlar. 24 Nisan daha gelmeden başlayan, “Hayır hayır!” diye bağıran gürültü bundan. Daha kız çocuğu ağzını açmadan…

Hatırlayanla alay eden, onu zayıf bulan, yürümeyi, ilerlemeyi, devam etmeyi engelleyen düşman olarak görüyor bu toprak. Ermenilerle ilgili değil bu sadece. Ama bu arazın başlangıcı muhakkak ki onlarla ilgili. Şimdi Berkin deyince, “Hatırlatıp hatırlatıp çocuğu kullanıyorsunuz” diyenlerin çiğliğinin tarihi Ermenilerle ilgili. Daha Roboski sözcüğü ağzımızdan çıkmadan lafın ağzımıza tıkılması da, Uğur Kaymaz deyince sanki kötü bir hatıraya bağlanıp kalmışız gibi horlanmamız da, Ceylan Önkol dediğimizde, Hrant dediğimizde sanki bu memleketin çok tadı varmış da, biz kaçırmışız gibi düşmanlaştırılmamız bundan. Her şey o kız çocuğunun konuşmasının engellenmesiyle başladı. Ve sonra işte o seller bu çamurları getirdi.

Ben o kız çocuğunun neden sustuğunu hatırlıyorum. Onu dinliyorum. Eğer o isterse sarılıyorum…

‘Kur’an’da insanları yurtlarından çıkarmak kuvvetli biçimde lanetlenir’

Fatma Bostan Ünsal – AK Parti Kurucu Üyesi

Doksan dokuz yıl önce 24 Nisan 1915’de başlayan “Büyük Felaketimiz”e insanlığın bütün değer, din ve birikimlerinden, büyük insanlık trajedilerinden çıkarılan derslerden süzülerek oluşturulan ‘İnsancıl Hukuk’tan ziyade sürekli olarak “yurtlarından çıkarmak” ağır suçunun bahsedildiği Kur’an’a muhatap bir Müslüman olarak konuya yaklaşmak istiyorum. Resmi söylem, bu olay için I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilere uygulanan “zorunlu tehcir“ ifadesini kullanıyor, hemen hepimiz biliyoruz ki, konu insanların yerlerini değiştirmesinin çok ötesine geçmiştir. Fakat ben burada, sanki çok normal bir husus gibi görülen, “zorunlu tehcir”in, Kur’an buna “insanların yurtlarından çıkarılması” diyor, İslam’da nasıl kabul edilemez olduğuna değinmek istiyorum.

Bakara Suresi, 84-85’deki “Birbirlerinizin kanlarını dökmeyeceksiniz ve birbirinizi yurtlarından çıkarmayacaksınız diye sizden sağlam bir söz almıştık… Sonra birbirinizi öldürüyor ve bir kısmınız bir kısmını yurtlarından çıkarıyor… Bunun sonucu dünya hayatında rezil olmak kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine uğramak” ifadeler, “insanları yurtlarından çıkarma”yı çok güçlü bir şekilde lanetlediği halde, şaşırtıcı şekilde Müslümanlar olarak bu konuda ilgisiz kalıyoruz.

Kur’an’ın, daha önceki milletlerin yaptığı yanlışları anlatarak öğüt, emir, nehiyde bulunduğunu biliyoruz. Bu yüzden, yukarıda bahsedilen olayları Yahudiler de yapsa, bunun Kur’an’da geçmesinin sebebi, “tarihsel bir bilgi vermek değil”, bu konudaki yanlışa dikkat çekmek ve böyle bir yanlışın Allah nezdinde nasıl ağır bir suç olduğunu göstermektir. Bu kadar açık Kur’an hükümlerine rağmen, bin yıldır birlikte yaşadığımız, bu topraklara yerleşmemizi kendileriyle ittifak yapmaya borçlu olduğumuz ve bu itibarla kader birliği ettiğimiz için bir millet olduğumuz bir gruba, yani Ermenilere karşı “zorunlu tehcir”e yönelik güçlü bir Müslüman itirazı gelmemesi ve resmi söylemin bunu nötr bir durum gibi yansıtabilmesi şaşırtıcıdır.

Savaş dönemi ihanet söylemleri ile zorunlu tehcirin savunulması da, benzer tecrübeyi yaşamış Hz. Muhammed’in uygulamaları ile ne kadar ters olduğunu hatırlamak zorundayız. Küçücük bir kent devleti olan Medine’nin savunulması sırasında, Yahudi kabileleri ahitlerini yerine getirmeyince, sadece o kabileyi bağlayıcı şekilde davranıldığını hatırladığımızda, resmi söylemin kendini savunmak için söyledikleri bile bir Müslüman için kabul edilemez olmaktadır. 1 milyon kilometrekarelik bir coğrafyada, 1000 yıllık bir tarihi ittifak neticesinde kader birliği ettiğiniz bir millet olduğunuz ve ayrıca “korumak” sorumluluğu altında olduğunuz bir grubu toptan zorla “yurtlarından çıkarmak”, başka hiçbir kötü sonucu olmasa bile bizim için bu dünya ve öteki dünyada büyük bir laneti gerektirecektir. İşte bu yüzden sadece zorunlu tehcirle kalsa bile, bu “Büyük Felaket” sadece Ermeniler için değil, bu topraklardaki herkes için büyük bir felakettir. Anlatılanlardan da biliyoruz ki, zorunlu tehcir uygulama aşamasında insanlar katledilmiş, malları gasp edilmiş, bu göç sırasında olağanüstü sefalet çekilmiş, kız ve erkek çocukları yetim kalmış, aileler parçalanmıştır. O dönemde uygulanan bu büyük zulümler aynı milletin unsurları arasında derin yaralar açmış, bu uygulamalara yönelik doğru yaklaşım gösterilmediği için bu derin yaralar 99 yıldır kanamaya devam etmiştir. “Büyük Felaketi”mizi sağaltacak görüş ve feraset sahibi tutum alma ümidi ile…

‘1915’te yaşanan gerçek büyük felaketle yüzleşilmesi gerekir’

Harun Tekin – Sanatçı

1915’te bu topraklarda yaşanan trajedi, artık resmi tarih tarafından gölgelenemeyecek biçimde konuşulur olmaya, devlet katında bile bu konuda utangaç taziyeler seslendirilmeye başlamışken, şu iki noktanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Türkiye toplumunun sürdürülemez patolojisi, kimlik krizleri, ötekileştirme nöbetleri ve periyodik olarak kendisini içinde bulduğu türlü feci durumdan kurtulmasının belki de en önemli şartı, 1915’te yaşananların geniş toplum kesimlerince gerçek anlamda anlaşılması ve bu gerçek büyük felaketle yüzleşilmesidir. Bu yüzleşme gerçekleşmeden kendimize ve birbirimize olan dev öfkemiz dinmeyecek, sebebini de bilemiyor olacağız. İkincisi de, bu yüzleşmenin vurgusu isimlendirmede değil, ortak bir anlam düzleminde buluşabilmekte aranmalı.

Yaşananlar tam anlamıyla bir ‘soykırım’

Hüda Kaya – Yazar

Bir zamanlar şu ezberi övünerek kullanırdık. ‘Türkiye’nin % 98 i Müslümandır’ diye.

Bize öğretilen değil de, gerçek tarih ve vicdan ile tanıştıkça utanır olmuştum buna benzer sözlerden. Daha 80 yıl öncesinde bu toprakların en az yarısının Müslüman olmayan halklar olduğunu öğrendiğimde beynimde şimşekler çakmıştı. Neredeydi bu milyonlarca insan?

TC’nin her bir sayfası kirli ve kanlı idi.

100 yılın utancı idi yaşanılanlar.

Kimileri hâlâ ‘Soykırım’, kimileri de ‘Tehcir’ bile diyemiyorlarsa da, yaşanılanlar, gerçekler gün gibi ortadaydı.

Farz edelim ki, hiçbir katliam olmamış olsa bile milyonlarca insanın yerinden, yurdundan, evinden, köyünden zorla atılması, sürülmesi soykırımın bir başka boyutu değil midir?

Bir halkın hangi gerekçe olursa olsun, anayurdundan, toprağından koparılması köklerinden koparılasıdır ve bu başlı başına bir insanlık suçudur.

Oysa yaşananlar tam anlamıyla bir ‘soykırım’dır.

Bunun sayısal tartışmaları ile polemik yapmak tarihsel vicdansızlığın bir izdüşümüdür.

Benim inancıma göre ‘Bir kişiyi öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir.’

Bizleri affedebilecek misiniz?

‘Kürtler ve Türkler 1915-1916 sırasında olanlara dair insani bir şekilde empati kurmalılar’

İhsan Yılmaz – Fatih Üniversitesi öğretim üyesi

Özellikle Ermeniler ama aynı zamanda Kürtler ve Türkler 1800’lerde olanları, 1917 öncesi ve sonrasında olanları anlamaya çalışmalılar. Özellikle Kürtler ve Türkler ise 1915-1916 sırasında olanlara dair insani bir şekilde empati kurmalılar. Kendimizi eleştirmeliyiz, tarih olayların sırasını birbirine karıştırmamalı ve suçu diğer tarafa atmaya çalışmamalıyız. Mesela Kürtler ve Türkler, Ermeni çetelerinin Kürt ve Türklere yaptıkları vahşet ne olursa olsun, bunun savaş bölgesinde bile olmayan Batı Anadolu Ermenilerinin sürgününü meşru kılmadığını kabul etmeliler. Ayrıca güvenlik tedbirlerinden, gıda dağıtımına, Suriye’ye yaya yollamaya kadar başlarına gelenlerin savaş koşullarının yansız ve doğal sonuçları olmadığını ve bunların önemli ölçüde savaş şartlarında bile olsa önlenebilir şeyler olduğunu da kabul etmeliyiz. Kürtlerin ve de Türklerin bu masum sivillere saldırılarını ve bu çok ciddi gerilim on yıllardır bilindiği halde güvenlik tedbirlerinin çok zayıf oluşunu asla önemsizleştirmemeliyiz. Asla, 24 saat içinde ayrılmak zorunda kalan Ermenilerin arkalarında bıraktıkları mal ve mülklerinden kimlerin faydalandığını unutmamalıyız.

Geriye dönüp baktığımızda, Osmanlı vatandaşı Ermenilerin başına gelenler için ‘soykırım’ sözcüğünü kullanmak konuyu daha da karmaşık bir hale getiriyor ve Türklerin ve Kürtlerin kendi ülkelerinin tarihiyle yüzleşmesine yardım etmiyor. İkinci büyük sorun ise, meseleyi hukuka indirgemek oluyor. Konu bundan çok daha karışık ve hukuki sonuçlarıyla düşünmek yerine, tarihsel, insani, siyasi ve sosyal boyutlarına odaklanmalıyız. Üçüncü olarak, Rusya, Britanya, Fransa gibi yabancı güçler Ermeni sorununun oluşumunda kendi siyasi amaçları için olumsuz ama çok etkili bir rol oynadılar. Onların bu işe hâlâ karışmaktaki ısrarları, Türkleri ve Kürtleri anlaşılır bir şekilde kendilerini müdafaa etmeye zorluyor. Bunları söylemekle birlikte, Türklerin ve Kürtlerin özellikle de benim gibi dindar Müslümanların kendi tarihlerine tekrar bakmak ve laik, milliyetçi Jön Türklerin hatalarını savunmamakla ilgili insani ve de İslami yükümlülükleri ortadan kalkmış olmuyor.

1915’de olanlar akademisyenlerin, tarihçilerin, entelektüellerin ve gazetecilerin medeni bir tartışma ortamında konuşacakları bir şekilde sivil alana bırakılmalı. Soykırım kelimesini kabul etmek gibi ön şartlar koşulmamalı. Önemli olan, Ermeni, Kürt ve Türklerin başına gelen çok acı olayları öğrenmek ve onlarla özeleştiri yaparak yüzleşmek. Elbette farklı fikirler olacaktır ve insanlara bu görüşlerden birini zorla kabul ettiremeyiz. Fakat özgür bir tartışma ortamı, iki tarafın da birbirini empati kurarak anlamasına yardımcı olacaktır. Bugün taraflar sadece kendi pozisyonlarını kanıtlayacak noktaları seçip öne çıkarmakla meşguller. Ayrıca, konu, devletler, üçüncü ülkeler, yasal koşullar vesaire olduğunda da insanlar geriliyorlar. Eğer diyalog, tartışma ve konuşma ortamı oluşturabilirsek kamuoyları sadece 1915’de ne olduğu hakkında değil, öncesi ve sonrası hakkında da daha fazla bilgi sahibi olacaktır ki, bu da Türklerin ve Kürtlerin yararınadır.

Devamı için: http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=farkli-kesimlerden-24-nisan-mesajlari&haberid=7056

Comments are closed.

HABER / En Çok Okunanlar