Liberte
1:05 2 October 2014

Özgürlük denildiğinde aklımızda pek çok imge belirir ancak özgür bir halk dediğimizde aklımıza gelecek ilk isim Çingenelerdir. Çingeneler hiçbir yere hapsedilemeyen özgür ruhlu insanlar olarak tanınırlar. Ancak bu özgürlüğü elde etme çabası hiç de kolay olmamıştır. Katledilmişler, yerleşik yaşama geçmeleri dayatılmış ama onlar özgür ruhlarından ödün vermemeyi ağır bedeller ödeyerek başarmışlardır. Çingenelerin özgürlük uğruna yaşadıklarını en iyi temsil eden film ise bana kalırsa Tony Gatlif’in Liberte filmidir. Film 1943 yılında Fransa’da yaşayan bir Çingene ailesinin özgürlük mücadelesini konu alır. Gerçek bir öyküye dayanan filmde Çingenelerin özgürlüklerinin bağlı olduğu göç ve yolda olma mücadelesi oldukça iyi bir kurgu ve oyunculukla yansıtılmıştır.

Yersiz, yurtsuz, kimsesiz tek isteği özgürlük olan bir halkın dramı olsa da anlatılan, Çingeneler denilince aklımıza ilk gelenin müzik ve neşe olması da ilginçtir. Ancak bu halk için müzik öyle algılandığı gibi, her şeye gülüp geçen bir halk, indirgemeciliğinin çok ötesinde bir anlam ifade eder. Fonseca’ya göre Çingene şarkılarının çoğu yoksulluktan, imkȃnsız aşktan, kaybedilmiş bir özgürlüğe duyulan özlemden söz eden yürek burkucu ağıtlardır. Yine Çingene şarkılarının çoğu, hem konu hem müzik bakımından oldukça acıklıdırlar. Şarkılar yurtsuzluktan, lungo drum’dan yani uzun yoldan, gidecek ya da dönecek bir yerin olmayışından söz eder (2002:13.) Filmde kullanılan etkili müzikler en çaresiz anda yükselen keman sesi aslında bu durumun özetidir. Filmin sonunda çalan şarkının sözleri de aslında Çingeneler için müziğin nasıl bir ifade biçimine dönüştüğünün göstergesidir; “neden burada olmadığımızı soran olursa, ışıktan ve gökyüzünden sürüldüğümüzü anlat.” Işık ve gökyüzü bu şarkının en önemli imgesi, kapalı bir mekȃna hapsedilmek istemeyen Çingene halkı için ışık yani güneş ve gökyüzü bizim anladığımızın çok ötesinde bir anlama sahip olmalıdır. Yaşamını dört duvara, betonlar arasına sıkıştırmış bir insanlık durumunu yaşadığımız günümüzde gökyüzüne bakmayı bile çoğu zaman hatırlamadığımız düşünülürse, Çingene halklarının özgürlük üzerine yaktıkları ağıtların derinliği bizim yüklediğimiz anlamın oldukça ötesinde bir yerde yer alacaktır.

Filmde savaş nedeniyle zorunlu olarak bir süreliğine yerleşmeye mecbur kalan Taloş ve ailesinin yaşamı anlatılırken, onların yerleşik bir hayata nasıl “uyumsuz” oldukları da ortaya çıkacaktır. Çingenelerin tarihleri boyunca dönem dönem yerleşik yaşama zorlandıklarını yazar birçok kitap, ancak Fonseca’nın deyimiyle; oysa kimse onlara fikirlerini sormamıştır ve dolayısıyla tüm asimilasyon çabaları da boşa çıkmıştır (2002:17.) Filmdeki ailemiz içinde bu durum geçerlidir. Örneğin, filmin en özgürlük düşkünü karakteri Taloş belediye başkanının yerleştirdiği evin bahçesine çadır kurarak yaşamaya devam etmeye çalışır. Ailenin çocuklarının okula gitmesi gerektiği ise pek hoş karşılanmamıştır. Onlara çocukların okuma yazma öğrenmesi gerektiği söylendiğinde verilen cevap şöyledir; “çocuklarımızdan ayrılmayız, onlar hep bizim yanımızdadır” ya da “bize göre değil.” Çingene halkının yaşam ve geçim pratiği düşünüldüğünde gerçektende onların bir okula ihtiyacı yoktur. Ancak “aydınlanmacı” ve asimilasyoncu politikalar okul konusunda Çingene halklarına dayatma içinde olmuştur. Oysa onlar için okulda bir biçimleme mekȃnı olamayacaktır. Filmde ifade edildiği gibi, Çingenelerin belki de en büyük özelliği nereye giderlerse gitsinler özgürlüklerinden taviz vermemeleridir. Okula giden Çingene çocukların, istedikleri an müzik aletlerini çıkarıp şarkı söylemeye başlamaları ya da dersin bitip bitmediğini umursamadan bazen pencereden, bazen kapıdan çıkıp gitmeleri bu durumun en önemli örneğidir. Çünkü “uzun yol” Çingenelerin kaderidir ve onlar için bir yerde sabit kalmak ya da saate hapsedilmiş zamanın esiri olmak ölüme eş değerdir.

 

 

Çingenlerle ilgili hem film üzerinden hem de genel olarak üzerinde durulması gereken bir durumda doğa ile olan ilişkileridir. Yaşam pratiklerinin de etkisiyle bu halk doğadan ve onun verdiklerinden kopmamayı başarmıştır. Gerek sağaltım yöntemleri gerek kötülüklerden korunma yöntemleri doğal uygulamaları içerir. Filmde hastalanan atı kendi yöntemleriyle ayağa kaldırmaları ya da at tarafından yaralanan belediye başkanını çiğ yumurta ve hayvan gübresi ile iyileştirmeleri, evlerini “şeytandan” korumak için kapılara sarımsak sürmeleri hem Çingene kültürünü hem de doğayla ilişkiyi temsil eder. Orman, su, güneş doğanın verdiği her şey kutsaldır onlar için Taloş’un söylediği gibi; “kafanı dondur, toprakla, su ile seviş.” Böyle düşündüğü için Taloş, misafir olarak gittiği belediye başkanının evinde musluğu açık bırakıp çekip gitmiştir çünkü ona göre; sular musluklara hapsedilemez bu nedenle de özgür olmalıdırlar tıpkı Çingeneler gibi.

Çingeneler için yaşam tarihleri boyunca hiç kolay olmamıştır. Onlar dünya içinde gerçek anlamda yersiz yurtsuz bir halktır. Gittikleri her yerin yabancısı, kültürel olarak tüm “kirliliği” üzerlerinde barındıran, istenmeyen kimsesiz bir halk olarak varlığı devam ettirmek, romantize edilmeyecek kadar acı bir yaşamın karşılığıdır. Lévi Strauss’a göre; yeryüzünü bir dizi ikili karşıtlığa bölmeye meyilli, bilinçdışı bir “yaban düşünce” vardır. Bu karşıtlıklar iyi-kötü, yenebilir-yenmez, pişmiş-çiğ, evlenilir-

evlenilmez, yabancı-yerli şeklinde örneklenebilir (akt. Kearney, 2012:50.) Çingeneler bu ikili karşıtlığın hep olumsuz taraflarında anılmışlarıdır. Her yerde “kötü”, her yerde “yabancı”, her yerde “ahlȃksız” bu durum onları kendi etnik sınırlarını belirlemeye ve kapalı bir yaşam sürmeye itmiştir. Bu nedenle onlar kendi dışında kalanları “gadjo” olarak adlandırmışlardır anlamı “yabancı” demektir. Çingenelere göre kendi dışlarında kalan herkes yabancıdır. Kimsenin onları bu konuda suçlamaya ya da yargılamaya hakkı yoktur çünkü onları bu davranışa iten toplumlar içindeki “ötekileştirici” söylem ve politikalardır. Çingeneler hep temkinli olmak zorunda bırakılmışlar ve kendileri dışında kimseye güvenmemeyi öğrenmişlerdir. Filme dönecek olursak, benzer “ötekileştirici” pratikleri orada da görürüz. Yerleştirildikleri mekȃnı basan diğer köylüler onları burada istemediklerini açıkça ifade etmişlerdir. Çünkü onlara göre orada yaşamayı hak etmek için Fransız olmak gerekir hem Çingeneler zaten “hırsızdır.” Bu ön yargılı söylem hem ötekileştirici bir anlam ifade eder hem de dışlayıcı bu nedenle filmde belirtildiği gibi, Çingeneler; “oradan ayrıldıklarında ve kimsenin nerede olduklarını bilmediğinde” özgür olacaklardır.

Film Çingenelerin yaşadıkları sıkıntıları, özgürlük tutkularını, doğa ile olan ilişkilerini, yaşam ve geçim pratiklerini çok iyi yansıtmış diyebiliriz. Çingeneler için kurulacak cümleler onlar gibi sınırsız ve sonsuz onlar belki de Nietzsche’nin sözünü ettiği, özgürleşmiş, özgür, istemenin efendisi, egemen bireylerden (2013:75). Başka halkların hiçbir zaman tam anlamıyla talep edemeyeceği özgürlüğün gerçek temsilleri çünkü bir Çingene şarkısında söylendiği gibi; “Aydınlık, güçlü ve su gibi temizler. Sizde duyabilirsiniz ayak seslerini, duymanızı istediğinde onlar.”

Emek Erez

Kaynaklar

Fonseca, İ. (2002), Beni Ayakta Gömün; “Çingeneler ve Yolculukları”, (Çev. Özlem İlyas), İstanbul: Ayrıntı.

Kearney, R. (2012), Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar; “Ötekiliği Yorumlamak”, (Çev. Barış Özkul), İstanbul: Metis.

Nietzsche, F. (2013), Ahlȃkın Soy Kütüğü Üzerine; Çev. Ahmet İnam, İstanbul: Say Yayınları.

Kaynak: heyula.net

Comments are closed.