Ne banliyöymüş ama- dünya çapında iki önemli isim çıkmış içinden…

Nurdan Şahin 31 July 2019
ORTA BATI’da MUTLU BİR İSTANBUL’LU (2)

 

Kısa Detroit gezisinden sonra sıra Şikago’ya gelmişti. Cuma sabahı gideceğiz; 2 gece kalacağız ve Pazar günü ben İstanbul’a , Merisa’da minik kasabasına dönecek.

 

Michigan gölü kıyısında bulunan Şikago, halen ABD’nin en önemli şehirlerinden biri. Adını, soyları kırılan Amerikan yerlilerinin dilinden almış;  bu bölgede yaşayan Kızılderili dilinde, bir bitki adı olan “shikaakwa”, zamanla Checagou ‘ya ve sonunda Chicago’ya dönüşmüş.  1780’lerde ilk yerleşimlerin görüldüğü Şikago, 1837’de 4000 nüfusuyla şehir kategorisine geçmiş ve hızla gelişmiş. Michigan –Illinois kanalı açılmış, et paketleme sanayii gelişmiş, 1870’de nüfusu 300 bini bulmuş. 1871 deki büyük yangınla, binalarının çoğu ahşap olan şehir neredeyse yerle bir olmuş;100 bin kişi evsiz kalmış. Ama çabucak toparlamış ekonomi;nüfus artmaya , şehir büyümeye devam etmiş.Hatta 1884’te dünyanın ilk gökdeleni, 10 katlı Home InsuranceBuilding inşa edilmiş;bunu ünlü mimarların çizdiği başka gökdelenler takip etmiş. Bugün Şikago “Mimari Şehri” olarak tanınıyor.

 

Şikago çeşitli ayaklanmalarla, şiddet olaylarıyla ve mafyasıyla da meşhur, özellikle de filmlerden bilindiği üzere. Haymarket olayını duymayan pek kalmamıştır ama özetlemekten zarar gelmez. 1886 yılı 1 Mayıs’ında sendikaların yaptığı çağrı sonucu, Amerika’da ve Kanada’da işçiler 8 saatlik işgünü için greve  gider.Şikago’da eylem iş koşullarının da düzeltilmesi amacıyla, geniş bir katılımla, birkaç gün daha sürdürülür.  3 Mayıs’ta, toplanan kalabalığa polis saldırır;3 kişi ölür. Bunun üzerine, 4 Mayıs akşamı, Haymarket meydanına yürür işçiler ve aileleri. Barışçı bir şekilde dağılacaklarken, polislerin olduğu tarafta, hala kim tarafından atıldığı bilinmeyen(!) bir bomba patlar, 7 polis ve 4 sivil ölür. Bunun üzerine polis kalabalığa ateş açar ve pek çok kişi yaralanır. 8 işçi lideri olaydan sorumlu tutulur ve tutuklanır. Yeterli kanıt olmamasına rağmen dördü idam edilir. Biri intihar eder; diğer üç kişi 5 yıl sonra,  delil yetersizliğinden serbest bırakılır.(6)Haymarketanısına, 1889’da Paris’te,  olayların başladığı 1 Mayıs, İşçi Bayramı olarak kabul edilir. Ne gariptir ki, dünyanın geri kalanının aksine, ABD’de işçi günü 1Mayıs’ta değil,  Eylül’ün ilk Pazartesi günü kutlanıyor. Diyorum ya, tuhaf bir ülke burası.

 

Şikago’daki bir diğer ünlü şiddet olayı ise Sevgililer Günü Katliamı.(7)1929’da, ünlü gangster Al Capone, en büyük rakibini yok etmek üzere, toplantı yaptıkları bir garajı Sevgililer Günü sabahı basarak, güpegündüz 7 kişiyi öldürtüyor. Pek çok filmde seyrettiğimiz Şikago’nun ünlü çetelerinin güçlenmesi, 1920’de Amerika’da alkol üretimi,tüketimi ve satışının yasaklanmasına dayanıyor. 13 yıl süren bu yasaklı dönemde, önce kaçak ithalat yapılıyor, sonra üretime ve dağıtıma geçiliyor ve bu işi de ünlü çeteler gerçekleştiriyor. Yasakla bir sorunun çözümü nerede görülmüş ki? Al Capone bunların en ünlülerinden biri; sonunda paçayı kaptırıyor ama içki kaçakçılığından ya da işlediği pek çok cinayetten değil, vergi kaçırmaktan!

 

1970’lerde Şikago bu kez Şikago Okulu ve Monetarizmin babası Milton Friedmann’la adından söz ettiriyor. Diktatör Pinochet döneminde, “Chicago Boys” olarak bilinen ve Friedmann’ın eski öğrencileri olan bir grup ekonomist, Şili’de özelleştirme, serbest piyasa, deregülasyon vb politikaları uygulayarak, gelir dağılımının hızla kötüleşmesi pahasına,  ciddi “başarı” kazanıyorlar; Şili Latin Amerika’nın en parlak ekonomilerinden biri haline geliyor. Ama ilk petrol krizinde de tepetaklak oluyor, o başka. Friedmann 1976’da Nobel alıyor; 1980’lerde ise Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın danışmanı oluyor – tanrı affetsin. Benim hayatımda da bir yeri var doğrusu; Boğaziçi’ni bitirdikten sonra girdiğim asistanlık mülakatında, jüri heyetindeki dekan,Friedmann’ın hangi okuldan olduğunu sormuş,ben de hemen Şikago demiştim; ne kolay soru diye de sevinmiştim üstelik. Adam demez mi, şimdi hangi okulda olduğunu soruyorum! Ne bileyim ve niye bileyim yahu diye düşünürken, bir başka prof, “yok artık,  bari nasıl tavla oynadığını da sor” diye şakaya vurmuştu da, kurtarmıştım paçayı.

 

FullSizeRender

 

İşte böyle bir şehre doğru yola koyulduk sabahın köründe. Bu kez yolculuk trenle; kesinlikle daha konforlu. Yine uçsuz bucaksız boş yeşil alanlardan ve filmlerde gördüğümüz, “hiçbir yerin ortasındaki”, birbirinin kopyası küçük kasabalardan geçiyoruz. Orta batı gerçekten dümdüz; bırakın dağı tek bir tepecik bile yok.Bu kez otelimiz pek güzel değil, ama yeri iyi. Hava karanlık, yağmurlu ve soğuk. Güzel bir öğle yemeğinden sonra, Merisa beni önce neredeyse şehrin sembolü haline gelen, Anish Kapoor’un CloudGate (Bulut Kapısı) adlı işine götürdü. Birkaç fotoğraf çektim ama kesinlikle kendisi çok daha etkileyici. Şeklinden dolayı, halk arasında adı “Fasulye-TheBean” imiş…. Hemen yakınındaki Art Institute of Chicago , ülkenin en eski ve en büyük müzelerinden biriymiş. Özellikle Çağdaş Amerikan Resmi bölümü çok ünlüymüş. Merisa beni müzeye bırakıp, yine okuma yapmaya gitti. Oku, oku nereye kadar…

 

Gerçekten çok çok güzel bir müze; ancak birkaç bölümünü gezebildim-  Empresyonistler, Amerikan Çağdaş Sanatı; 19.yy Avrupa vb. Bir de sürpriz tabloya rastladım; AlbertoPasini adlı İtalyan bir ressamın 1880’de yaptığı, “Bir Bizans Yapısının Kapısında, Komutanlarını Bekleyen Çerkes Süvariler” adlı resim. Ressam, aynı zamanda bir seyyahmış; “Şark” merakı, bir başka ressamın yerine, Fransız elçisi ile İran’a gitmesiyle başlamış. Birkaç kere İstanbul’a da gelmiş, hatta Sultan Abdül Aziz’in davetlisi olarak geleceği son sefer sırasında, padişahın vefatıyla Viyana’dan geri dönmüş. Dünya 19. Yüzyılda bile küçükmüş anlaşılan…

 

IMG_1039

Ertesi gün, pırıl pırıl bir havaya uyandık; açık havada, kısa kollu tişörtlerle kahvaltı ettik. Şikago nehrinin kenarında yürüyüş yaptık ve saat 15:00 için, Şikago Mimarlık Merkezi’nin nehir turuna bilet aldık. Hem bu güzel havada güvertede nehir sefası yapacağız, hem de o güzel binalarla ilgili bilgi edineceğiz. Söylendiği gibi saat 14:30 ‘da, rıhtımda kuyruğa girdik. Sıcaklık 28 derece, güneş altında yanıyoruz. Derken Merisa telefonuna bakıp, “anne, fırtına uyarısı geldi; 5 dakikaya başlıyor” dedi! Gerçekten 5 dakika sonra dolu yağmaya başladı- şaka gibi! Ardından çılgın bir yağmur;  tekneye binene kadar herkes sırılsıklam oldu. Tüm gezi sırasında, yağmur devam etti; biz de güverte sefası yerine ancak alt katta bira içip, minicik camlardan bakarak görmeye çalıştık binaları. Hayatımda bu kadar hızlı ve radikal değişen bir hava görmedim. Herhalde bu nedenle, oldukça pahalı olan gezi biletlerinin altında, “hiçbir koşulda para iade edilmez” yazıyor. Bunu yazıyorsanız, bari bekleme alanına bir tente koyaydınız!

 

Ve son gün gelip çattı; uçak akşam olduğu için, gezmeye vakit var. Bugün, ünlü mimar Frank Lloyd Wright’ın evinin ve ofisinin bulunduğu Oak Park (Meşe Parkı) adlı banliyö semtine gidilecek.

 

Frank Lloyd Wright,  ABD’nin gelmiş geçmiş en önemli mimarlarından. Binin üzerinde yapı çizmiş; 532si inşa edilmiş. Yapıların insan ve çevre ile uyumlu olması gerektiğini savunuyor ve buna “organik mimari” diyor.  Orta halli bir ailenin çocuğu olarak doğmuş; Wisconsin Üniversitesinde 1 yıl- evet sadece bir yıl- mühendislik okuyup, okulu terk etmiş ve Şikago’ya gelerek, o zamanın özellikle gökdelen projeleriyle ünlü Sullivan firmasına girmiş. 22 yaşında evlenmiş; Sullivan firmasından, onlar dışında kimseye proje yapmayacağı taahhüdüyle bir miktar borç para alarak, Oak Parkta, bugün müze olan ev-ofisini yapmış. Sözünde durmamış ama; gizli gizli ev projeleri yapmış,iyi ki de yapmış tabii. Sullivanda duymuş bunu elbet ve kapının önüne koymuş 3 çocuk babası Wright’ı! 42 yaşına kadar Şikago’nun bu banliyösinde yaşamış; evler, kiliseler yapmış. Kasabaya imzasını atmış tamamen. Yaşadığı evi,ofisini gezmek, kendi ürettiği eşyaları arasında dolaşmak ve çizdiği evlerin bazılarını dışardan da olsa görmek çok keyifliydi doğrusu. Çapkınmış da rahmetli;42 yaşında, bir müşterisinin karısına âşık olup,8 nüfusa ulaşan ailesini terk etmiş. Büyüklerimiz kırkından sonra azanı teneşir paklar demiş ama teneşir mimarımızı değil, sevgilisini paklamış. Kadıncağız ve çocukları feci bir şekilde ölmüş. Wright, aldığı iş teklifleriyle uzunca bir süreyi Japonya ve Avrupa’da geçirmiş; çeşitli gönül maceraları da olmuş tabii.  Neyse, tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı malum, tekrar Amerika’ya ama bu kez bayağı ünlü olarak dönüp, sadece Şikago’ya değil, ülkenin çeşitli yerlerine imzasını atmaya devam etmiş.(8) New York’taki ünlü Guggenheim Müzesi de onun eseri. Bu yazıyı yazarken, Google hazretleri sayesinde öğrendim ki, 2019 Temmuz’unda, yani bu ay, Wright’ın 8 binası Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Bu Amerika’da bir ilkmiş. Daha önce, Avrupa’da, ünlü mimar Le Corbusier’in bazı eserleri de Unesco tarafından korumaya alınmış.(9)  Böyle bir mimarın yaşadığı, çalıştığı yeri ve eserlerinin bazılarını görebilmek müthiş değil mi? Gerçekten bazen çok şanslı olduğumu düşünüyorum.

 

IMG_1149

 

Oak Park, ünlü Amerikalı gazeteci-yazar Ernest Hemingway’in de doğduğu ve çocukluğunun geçtiği yermiş meğer. Vakit darlığından, evinin ancak önünden geçip, bir resim çekebildik. Ne banliyöymüş ama- dünya çapında iki önemli isim çıkmış içinden…

 

Eskiden, hiç görmediğim bir yere giderken, epeyce araştırır, görülecek yerleri saptar, bilgili olarak giderdim. Son yıllarda tersini yapıyorum; özellikle bir daha gitme ihtimalim olan yerlere hiçbir hazırlık yapmadan gidiyorum; serbestçe dolaşıp, ufak tefek notlar alıyorum ve dönüşte araştırmamı yapıyorum. Okuduğum yerleri gözümde canlandırabilmek daha çok hoşuma gidiyor. Bu arada bazı şeyleri de ıskalamış olduğumu da fark ediyorum tabii. Ayni Detroit ve Şikago’da olduğu gibi… Ama ne gam; Merisa daha en az dört yıl Ann Arbor’da olacağına göre, ben de 1-2 kez gider, hem hasret giderir, hem de eksiklerimi tamamlarım nasıl olsa.

 

  • tps://www.chicagotribune.com/nation-world/chi-chicagodays-valentinesmassacre-story-story.htmlht

Comments are closed.