Kapitalizmin başkentindeyiz; malların insanlardan daha değerli olması şaşırtıcı değil.

Nurdan Şahin 24 July 2019
ORTA BATI’da MUTLU BİR İSTANBUL’LU

 

“ Anne ben ancak Temmuz sonunda gelip, Ağustos sonunda da döneceğim” dedi telefonun ucundaki kızımın sesi. Bünye dört aylık ayrılıklara alışmıştı birkaç yıldır ama 6,5 ay biraz fazlaydı. Yok, ben gidecektim çaresiz.

 

Merisa bir yıldır Michigan Üniversitesinde doktora yapıyor. Üniversite, Orta Batı’da, Ann Arbor diye bir yerde; küçük bir şehir olduğu için havalimanı yok. (ABD bir Türkiye değil tabii; yolcu olsa da olmasa da havaalanı yapılmıyor maalesef) Hemen THY sitesine girip makul bir Şikago uçuşu aradım, buldum. Sıra gelmişti Merisa’dan onay almaya. Ertesi gün akşamüzeri bu da olunca,  gidiş geliş kalış toplam bir haftalık Orta Batı macerası böylece başladı.

 

Şikago uçağı ful idi; ama kızıma kavuşma heyecanından herhalde, hiç sıkıntılı geçmedi. Az değil ha, tam 11 saat. Allahtan güzel filmler, iyi ikram var. Bu konuda THY gerçekten iyi.

 

Biraz film, biraz kitap, biraz da uyku derken saatler akıp gitti. Ama Şikago havaalanında valizlerin tam 1,5 saatte gelmesi fazla oldu doğrusu. Neyse ki, sonunda, kapıda beni bekleyen kızıma kavuşuyorum. Dünyada bundan daha güzel bir an olabilir mi- hem de anneler gününde. Doğruca otele; Ann Arbor yolculuğu ertesi gün.

 

Sabah, dört saat sürecek bir otobüs yolculuğu için otogara gidiyoruz. İlk izlenimim, yüksek yapılaşmanın da estetik olabileceği- gerçekten güzel bir gökdelen mimarisi var Şikago’nun. Otobüs terminali ise bir felaket- inanılmaz deorganize; otobüs bileti elli dolar ama yerler numaralı değil; valizler ise numaralı! Kapitalizmin başkentindeyiz; malların insanlardan daha değerli olması şaşırtıcı değil.  Yemyeşil, dümdüz ve bomboş arazilerden geçiyoruz kilometreler boyunca. Yol boyu avukatlık şirketlerinin ilanları var billbordlarda: 32 diş meydanda sırıtan, kolları göğüste kavuşmuş güzel kadınlar ve yakışıklı adamlar, “ağır mı yaralandınız”  “eviniz mi yandı”  “her gün kamyon kazalarında 10 kişinin öldüğünü biliyor musunuz” gibi iç açıcı sorularla müşteri avlamaya çalışıyorlar.

 

Çeşitli nedenlerle yolculuk biraz uzuyor ve 5 saat sonra Merisa’nın en az 5 yıl yaşayacağı Ann Arbor’a varıyoruz. Yemyeşil, iki katlı evlerden oluşan, çok nezih, çok temiz, çok beyaz ve bir İstanbullu için çok minik bir şehir Ann Arbor. Her yer yürüme mesafesi. Aslında Michigan Üniversitesinin geniş alan kampüsü denilebilir. Nüfusu 110 000; bunun 40 bini üniversite zaten. Neredeyse çarşı diye bir şey yok; birkaç organik ürünler satan market, güzel bir ev eşyaları dükkânı, bir gelinlikçi ve bir de Urban Fitters mağazası gözüme ilişenler. Herkes arabalarına binip birkaç km mesafedeki avm’lerden alışveriş ediyormuş. Benim kızımda ne araba ne de ehliyet olduğu için, o buradaki dükkânlarla yetiniyor ya da internetten alışveriş yapıyor. Yaşasın Amazon! Kitaptan yumurtaya kadar her şeyi ısmarlamak mümkün.

 

İki gün boyunca Ann Arbor’da dolaştık: üniversiteyi gezdik; binalar, özellikle kütüphane gerçekten çok güzeldi ama dönem bittiği için çok canlı değildi; sokakları dolaştık; ben modern sanatlar müzesini gezerken, Merisa da bir kafede okumalarını yaptı. Arboretum’u gezdik- meğer Ann Arbor’un adı da arboretumdan geliyormuş- o kadar yeşil. Kışın eksi 25-30 derecelerde soğuk olan bu kentte, bir sürü erguvan ağacı olması ise beni hayli şaşırttı. İstanbul’un iklimi nerede Ann Arbor nerede! Çarşı pazar zayıf ama yeme içme kültürü gayet iyi. Dünya mutfaklarından seçmeler mevcut; ilk akşam bir Bask lokantasında, 2. Akşam bir Fransız lokantasında, 3.akşam bir Kore lokantasında, 4.akşam bir İtalyan lokantasında yedik- hepsi de iyiydi doğrusu. Kafeler de gayet güzeldi- hemen hepsi 3. nesil.

 

Foto 1

İkinci günün akşamı Merisa “anne Ann Arbor bitti” dedi- “görülecek her şeyi gördün. Yarın Detroit’e gidelim; sen müzede ve ünlü plak şirketi Motown’ın kurulduğu binada vakit geçirirken ben de okumalarımı yaparım”. Kız devamlı okuyor tuğla kalınlığında kitapları. Doktora böyle bir şey demek ki… Bana gezme olsun; hemen tamam dedim elbette.

 

Günübirlik gideceğimiz için, yemekle vakit kaybetmeyelim dedik. Ann Arbor’un en ünlü şarkütericisi olan Zingerman’a gittik sandviç almak üzere. Beklerken, şarküterinin dergisine göz atayım dedim ve şaşkınlıktan donakaldım!  Zigerman, Emma Goldman’ın, 150. doğum günü şerefine parti verecekmiş. Emma Goldman; hani bir zamanlar Amerika’nın en tehlikeli kadını diye tanımlanan; devrimden sonra Sovyetler Birliğine giden ve gördükleri karşısında büyük hayal kırıklığına uğrayıp Avrupa’ya kaçan, “dans edemediğim devrimi ben ne yapayım” sözü pek meşhur olan şu ünlü anarşist kadın! Derginin içinde, şarküterinin sahibinin –ki o da Michigan Üniversitesi tarih bölümü mezunuymuş- Emma Goldman’la İş Kurmak diye bir makalesi var! Adam diyor ki, “biz Food and Wine dergisinin, Çalışmak İçin En İyi 19 Lokanta Listesine girdik, çünkü ben işyerinde Emma’nın prensiplerini uyguluyorum, o yüzden personel de mutlu.” Bu Amerika gerçekten çok acayip bir yer!

 

Ne kadar garip olduğuna Detroit Sanat Enstitüsü – DIA ‘yı gezince tekrar şahit oluyor insan zira bu müzedeki muhtemelen en önemi eser, ünlü Meksikalı komünist ressam Diego Rivera’nın “Detroit Sanayii” adını taşıyan ve koskoca bir avlunun duvarlarını tamamen kaplayan müthiş duvar resimleri. Resimler, sadece Detroit’e Motor Şehri unvanını kazandıran araba endüstrisinin değişik safhalarını ve özellikle çalışan işçileri resimlemekle kalmıyor, bilimsel araştırmalardan, ırk ayrımına kadar pek çok konuyu da ele alıyor. Diego Rivera’nın en önemli eserim dediği Detroit Sanayii için aldığı 20 bin doları ödeyen ise, Detroit’te araba sanayiinin kurucusu olan Henry Ford’un oğlu Edsel Ford. Rİvera bu resimden hemen sonra, New York’ta Rockefeller Center’da duvar resmi için teklif almış, bayağı da yapmış ama resmin içine bir de Lenin portresi kondurunca, hem kontrat iptal olmuş hem de resim duvarlardan silinmiş. Eh Amerika’da da olsa, sanatçı özgürlüğünün de bir sınırı var yani…

 

Foto 2

 

Müzeden çıkıp, bir zamanlar Birleşik Devletlerin müzik endüstrisinde devrim yapan Motown Plak Şirketinin kurulduğu yere doğru yola koyulduk ve Detroit’in acı gerçeğiyle karşılaştık. Şehrin göbeğindeydik ama 3 şerit geliş, 3 şerit gidiş yolların üzerinde tek tük arabaya rastlanıyordu; ortalıkta dolaşan insan ise neredeyse hiç yoktu. Bahçe içinde, 2 katlı evlerin çoğu terkedilmiş, kırık camların yerine rastgele tahtalar çakılmıştı.. Şehrin neredeyse her yerinden görünen ve Amerika’nın ilk gökdelenlerinden olan,  ünlü mimar Albert Kahn’ın çizdiği Fisher Building hala etkileyici olsa da, Detroit terkedilmiş bir şehirdi…

 

Ünlü Motor Şehrinin yükseliş hikâyesi, kendisi de Detroit’li olan Henry Ford’un, dünyanın ilk otomatik motor montaj hattını çalıştırdığı devasa fabrikayı 1910’da burada kurmasıyla başlamış. Yine Albert Kahn’ın çizdiği, 485 bin metrekarelik bir alana yayılan fabrikadaki otomatik montaj hattı, 1913’te Ford’un Model T adlı arabasının montaj süresini 12 saatten 90 dakikaya düşürmüş. 1925’e gelindiğinde, General Motors, Dodge, Chrysler fabrikalarıyla Detroit, Motor Şehri olmuş bile. Nüfus artmış, ABD’nin kalanına göre oldukça yüksek ücret alan işçiler, güçlü sendikalar kurmuş. 1930 buhranından Detroit de payına düşeni almış; şehirde bazı isyanlar olmuş. 1950’ye gelindiğinde Detroit, 1,8 milyon nüfusuyla artık ülkenin 4. büyük şehridir ve yaklaşık 300 bin kişi imalat sanayiinde istihdam edilmektedir. ABD, yılda 11 milyon araba üretimiyle dünyada satılan arabaların dörtte üçünü üretmekte, bu üretimin önemli bir kısmı da Detroit’te yapılmaktadır.

 

1959’da ünlü plak şirketi Motown kurulur. Siyahların yaptığı müziği tüm Amerika’ya tanıtan/dinleten Motown’ın kadrosunda kimler yoktur ki: The Supremes- ki aralarından Diana Ross çıkacaktır; The Temptations, içlerinde Michael Jackson’ın da olduğu The Jackson Five, Stevie Wonder vb. Detroit sadece arabalarıyla değil, müziği, eğlencesi ile de önemli bir şehirdir artık. Ancak sendikaların güçlenmesi, maliyet artışları, karlarını düşürmek istemeyen üreticileri yavaş yavaş şehrin dışına taşınmaya iter. İşsizlik artmaya başlar ve 1967’de büyük bir isyan gerçekleşir: 5 gün süren isyanda 33’ü siyah 43 kişi ölür, 2000 kişi yaralanır; işyerleri, evler büyük zarar görür. İniş başlamıştır. 70’lerdeki petrol krizi, Detroit’de üretilen büyük ve lüks arabalara olan talebi düşürür. Japonlar, küçük ve etkin araba yapmakta ustalaşır, araba ithalatı giderek artarken, Detroit’in düşüşü de hız kazanır. Özellikle beyaz nüfus şehri terk eder; öyle ki, 1950’de 1,8 milyon olan nüfus, 2011’de 714 bine düşer; nüfusun %83’ü siyahtır artık. 2013’te şehir resmen iflas eder.

 

Şimdilerde, New York’ta, Şikago’da tutunamayan sanatçıların yerleşmeye başladığı söyleniyor- yani meşhur “mutenalaşma” süreci başlamış. Bakalım Detroit bu şekilde yeniden canlanacak mı, zaman gösterecek.

 

Detroit için kaynaklar: 

 

Devam Edecek…

Comments are closed.