Sebepler elbette tamamen duygusal, sonuçlar son derece hoyrat.

Nurdan Şahin 18 January 2019
BEYRUT, BEYRUT… (1)

Bu kez hiçbir hazırlık yapmadan çıktım yola. Ne tarihini okudum bu kadim şehrin, ne de an itibarıyla görülmesi gereken yerlerini. Tembellikten miydi yoksa hem çok şaşaalı günler geçirmiş hem de çok acılar çekmiş sokaklarında kaybolmak mı istedim bilmiyorum. Sonuç olarak, elimizde valizlerimiz puslu bir Aralık sabahı indik Hariri havalimanına. Daha otel yolunda Beyrut bizim şehrimiz olmuştu bile…

 

Kısa süre önce Beyrut’a gitmiş bir arkadaşımız kanalıyla ilişkiye geçtiğimiz, bizi 2 gün gezdirecek olan Nasır (Nasser) çıkışta karşıladı, sıcacık bir gülümsemeyle. “Hoş geldiniz, hangi otele gidiyoruz?” “Le Bristol”. Oteli booking.com’dan bulmuştuk; ünlü Hamra caddesiyle, Verdun’un kesiştiği yerdeydi. Kampanyadaydı ve gayet iyi bir fiyat yakalamıştık. Nasır, “ooo dedi, en iyi otel” ; daha çok işinsanları kalırmış. Sevindik doğrusu- tabii henüz iki gün sonra bir lokantada tanışacağımız dünya şekeri Kiara’nın otele de, şehrin bu kesimine de dudak bükeceğini bilmiyorduk. Oysaki Le Bristol, Beyrut’un en eski otellerinden biri; 1951 yılında açılmış, iç savaşta bile kapanmamış ve Kızılhaç merkezi olarak hizmet vermiş; barış görüşmelerine evsahipliği yapmış, Şah Rıza Pehlevi’den, Prenses Diana’ya, Başkan Chirac’dan, Boutros Gali’ye kadar pek çok önemli misafir ağırlamış tarihi bir otel.

 

Valizleri bıraktığımız gibi attık kendimizi sokaklara. Merisa benden tedbirli davranmış, Monocle adlı bir Beyrut kitabı almıştı. Rotayı oradan çizdik ve sahile yürüdük. İlk durak Roches el Raouche ya da Güvercin Kayalıkları adı verilen doğa harikası oldu.

 

Beyrut - 1

İzmir’in kordonuna benzeyen Corniche boyunca sahilde biraz yürüyüp, yeniden sokaklara daldık ve kitapta önerilen Cafe Younes’da ilk molamızı verdik. 1935’te açılmış bu otantik kafeyi çok sevdik. İkinci durak, çok sevdiğim bir arkadaşımın mezunu olduğu Beyrut Amerikan Üniversitesi (AUB) oldu. Beyrut’un nerdeyse bütün doğal güzelliklerine hâkim harika lokasyonu, birbirinden güzel binaları, tropik ağaçlarla dolu şahane bahçesi ve etkileyici arkeoloji müzesiyle gerçekten çok güzel bir kampüs olan AUB, 1866’da, Daniel Bliss adlı Amerikalı bir misyoner tarafından Suriye Protestan Koleji olarak kurulmuş. 1920 de AUB adını alan üniversitenin, halen 8000 civarında öğrencisi var.

 

Öğle yemeği için, yine Monocle’un önerdiği, Mezyan’a gittik. Bir pasaj içinde, arkada sokağa bakan bir balkonu olan, modern – yerel bu lokantada önce Lübnan biralarımızı söyledik; sonra siparişimizi verdik: tabuleh, humus ve patataharra. Hepsi o kadar güzeldi ki, ister inanın ister inanmayın her gittiğimiz yerde ve her öğünde bu üçlüyü yemeye devam ettik. Humus gerçekten çok lezzetli Beyrut’ta ve soğuk yeniyor. Bir kez sıcak istedik; üstüne bizdeki pastırma yerine kıyma konmuştu ve doğruya doğru pek olmamıştı. Tabuleh, bol yeşillik ve çok az bulgur ilavesi ile yapılıyor. Patataharra ise, bolca taze kişniş ve baharatlarla lezzetlendirilmiş, küçük parçalar halinde kızartılmış patates. Kişniş zaten bizim Çerkes mutfağının vaz geçilmezidir, patatese de inanılmaz yakışınca, her öğün soframızda yerini aldı doğal olarak.

 

Karnımızı doyurup, biraz da dinlenince, Hamra’dan Zokak el Blat’a yürüyüşe geçtik. Bu mahalle 1800’ lerin ikinci yarısından, 1930’lara kadar, sarayların, villaların bulunduğu çok seçkin bir mahalle imiş; adı da, ilk taş döşeli sokak olmasından geliyor. İç savaşın acımasız kurşunlarıyla delik deşik edilmiş, hala direnen, inanılmaz güzel binalar, 15-20 katlı cam cepheli, her biri tower ya da hill adını taşıyan soysuz rezidanslar arasında sıkışıp kalmış. Hüzün en çok burada çarptı bizi. Zokak el Blat, 1970’te başlayan iç savaşta, doğudaki Hristiyan yerleşim bölgesiyle,  Müslüman Batı Beyrut’u ayıran ünlü Yeşil Hat’ın tam üzerinde kalmış ve yaşayanların neredeyse tamamı birkaç yıl içinde bu güzelim mahalleyi terk etmiş. Ayakta kalan binalardan Heneine Sarayı, yıllarca yasadışı işgal edilmiş; her odasında başka bir aile yaşarmış. Onu geçince, kitapta ziyaret edilebilir gibi anlatılan Kasr-ı Ziade’ye ulaştık, ama yüksek duvarların çevrelediği bu binaya giremedik. Ya Noel tatili nedeniyle kapalıydı ya da artık girilemeyecek durumda. Yan tarafından geçerken balkona bir kız çocuğu çıktı, fotoğraf çekebilir miyim diye sorunca hemen kaçtı içeri.

 

Beyrut - 2 - FullSizeRender

İç savaşın acılarını insanın ta yüreğinde hissettiren Zokak el Blat’tan, Başbakanlık Sarayının bulunduğu meydana doğru yürüdük, yürümek denirse buna. Her taraf bariyerler, tel örgüler, ful silahlı askerlerle dolu. Fotoğraf çekmek kesinle yasakmış ama biz henüz bunu öğrenmeden, askerler de fark etmeden birkaç fotoğraf çekmiş bulunduk. Çıktığımız yokuş -bu arada, Beyrut çok eğimli bir şehir; ne de olsa etrafı dağlarla çevrili- Refik Hariri’nin bir heykelinin de olduğu, basamaklarla düzenlenmiş bir meydana paralel. Refik Hariri her yerde zaten- afişleri, heykelleri vs.

 

Meydanın bittiği yerde ve başbakanlık sarayının önünde bir Roma hamamı kalıntıları uzanıyor boylu boyunca. Başbakanlık Sarayı aslında eski bir Osmanlı Kışlası. Lübnan 400 yıl Osmanlı yönetiminde kaldığı için, Osmanlı eserleri oldukça fazla. Bina çok hoş; Selimiye Kışlası örnek alınarak yapılmış. Hemen yanı başındaki saat kulesi ise, II. Abdülhamit’in tahta çıkışının anısına yapılmış.

 

Beyrut - 3

Beyrut saat kulesi yönünden çok zengin zaten. Yürüyerek Nejmeh Meydanına iniyoruz; inanılmaz güzel binaların olduğu 6 sokağın açıldığı bu meydanın da tam ortasında 1930’larda yapılmış art deco bir saat kulesi var. Dört tarafında, çalışır durumda olan saatler Rolex marka imiş ve halen bu saat kulesinin sponsoru da Rolex’miş. Meydan kafelerle çevrili ve binaların alt katlarında birbirinden lüks markalar yer alıyor ancak neredeyse boş. Burayı da, Refik Hariri’nin, iç savaştan sonra şehri “yeniden yapılandırmak” için kurdurduğu, kısmen halka açık bir kamu-özel kuruluş olan Solidere düzenlemiş. Ancak, iç savaş öncesi şehrin en canlı yerlerinden olan bu meydanın artık fiilen halka kapalı bir zenginler mahallesi haline geldiği söyleniyor. Solidere’in şehri çok hoyratça değiştirdiği, eski, güzel, terkedilmiş binaları bir şekilde yıkıp yerine camdan kuleleri diktiği ve bundan ele edilen kazancın önemli bir kısmının Hariri’lerin hanesine yazıldığı söyleniyor. Şehri korumak için 1995 yılında bir yönetmelik çıkmış ve 94’ü Zokak el Blat’ta olmak üzere 1019 bina koruma altına alınmış. Bu sayı fazla gelmiş olmalı ki, 1997’de toplam sayı 520’ye, el Blat’taki bina sayısı ise 65’e inmiş. 1998’e gelindiğinde, kala kala 26 bina kalmış el Blat’da koruma altına alınan! Sebepler elbette tamamen duygusal, sonuçlar son derece hoyrat.

 

Akşam yemeği yine Monocle’un tavsiyesine uyarak, T-Marbouta adlı kitapçı-lokantada; bizim için menü değişmiyor. Lokantada hiç turist yok; öğlen Mezyan’da yemek yerken gördüğümüz at kuyruklu, orta yaşlı adamla bu kez de burada karşılaşıyoruz ve kitabımızın önerdiği mekânlar hakkında fikrimiz netleşiyor!

 

İkinci güne felaket bir yağmurla başlıyoruz. Kahvaltı Cafe Younis’te, sevdik ya bir önceki gün… Labne(h) peynirinin Lübnanlı olduğunu bilmiyordum doğrusu. Ben “Labneh”li simit, Merisa Hellimli sıcak sandviç söyledi; paylaştık. İkisi de harikaydı. İstanbul’a birçok açıdan benzettiğimiz Beyrut’un önemli bir eksiği demleme çay olmaması.

 

Yağmur bizi durduramaz elbet; otelden kaptığımız kocaman bir şemsiyeyle yürürken yol üstü bir kilisede vaftiz törenine rastlıyoruz. Bütün tören boyunca gık demeyen, gülücükler dağıtan bebişi sevgiyle selamlayıp, ıslak yürüyüşümüze devam ediyoruz. Önümüze ağır silahlarla delik deşik edilmiş, zamanının önemli bir binası olduğu anlaşılan, yüksek bir yapı çıkıyor: Holiday Inn, Ein el Mraysseh. Mimarı, modern mimarinin babalarından Le Corbusier’in öğrencisi olan otel, tam da 1975 yılında, şaşaalı bir şekilde açılmış. Çatısında, tüm Beyrut’a hakim dönen lokantası, Akdeniz manzaralı yüzme havuzuyla bu şık otelin kaderi, birkaç ay sonra başlayan iç savaşla tamamen değişmiş; nişancıların merkezi olmuş.

 

Beyrut - 4

Halen akibeti meçhul; tamir mi edilecek, pek çok benzeri gibi yok mu edilecek belli değil. İçimizde kardeş kavgasının ağırlığı, pek konuşmadan ilerliyoruz.   Çok şık bir binanın giriş katında, Dizayn Bienali yazısını görünce dalıyoruz içeri. House of Today (Bugünün Evi) adlı, Lübnanlı dizaynırları desteklemek amacıyla kurulmuş bir sosyal girişim tarafından düzenlenmiş, küçük çaplı bir sergi. Gerçekten güzel işler vardı; özellikle bir çalışma masasına bayıldım.

 

Şehrin orta yerindeki başka bir arkeolojik kazı alanını geçip, Refik el Hariri’nin yaptırdığı mavi kubbeli, Masjid Al Amin camiine geliyoruz. Eskiden burada bahçe içinde, küçük bir cami varmış; şimdi pek bahçe kalmamış ama gerçekten güzel bir cami ve neredeyse şehrin her yerinden görünüyor. Örtülere sarınıp, içeriye giriyoruz. Ferforje korkuluklu camlardan, hemen yanındaki Saint George Rum Ortodox Kilisesinin saat kulesi (evet yine saat!) görünüyor.

 

Beyrut - 6 FullSizeRender

Her iki kutsal mekan da, ortasında Osmanlı İşgaline (yoksa fethine mi demeli- nereden baktığına bağlı kullandığın sözler elbet) direnirken ölenler için dikilmiş ve kurşun delikleriyle dolu Şehitler Anıtının olduğu Şehitler Meydanına bakıyor. Ne kadar güzel diye değerlendirebilirdik bu yan yanalığı eğer kurşun deliklerini görmeseydik, yaşanan acıları bilmeseydik! Yukarıya doğru yürüyünce, ağır silahlarla delik deşik edilmiş yumurtaya benzer bir brüt beton binayla karşılaşıyoruz. 1960’larda, 1000 kişilik bir sinema, alışveriş merkezi ve işyeri olarak tasarlanmış ama asla bitmemiş bu binaya Beyrutlular da Yumurta diyor. Akibeti meçhul- rantçı Solidere satmış burayı da. Beyrutta nereye baksan Solidere!

 

 

Beyrut - 5Artık, Eşrefiye’ye, Sursock Müzesine gideceğiz ama yağmur felaket. Beyrut’ta bol miktarda eski Mercedes taksi var; pek de müşterileri yok herhalde ki devamlı korna çalıp, camdan el kol uzatıp müşteri kapmaya çalışıyorlar. Bize pek güven telkin etmediğinden, araç lazım olduğunda, Über’e başvurduk. Gayet iyi çalışıyor; yalnız, Über şöförleri belli ki aplikasyona pek bakmıyorlar ve binince nereye gideceğinizi soruyorlar! Neyse, bu kez anlaşmak kolay çünkü mahallenin adı da, sokağın adı da, müzenin adı da Sursock! Rum Ortodox kökenli Sursock’lar Lübnan’ın en önemli 7 ailesinden biri. 18.yüzyılda Osmanlı Devleti adına vergi toplayan ve böylece birçok imtiyaz elde eden aile, ticaretten imalata, bankerliğe kadar pek çok işle iştigal etmiş; Arap, Osmanlı ve Avrupa sosyetelerinde boy göstermiş. Halen o sokakta yaşayan Sursock mensupları da mevcut.

 

Müzeye girmeden önce, Sursock sokağını aşağıdaki sokağa bağlayan güzelim Saint Nicholas Basamaklarının hemen başındaki İtalyan kafesi Bavaglino’da soluklanıyoruz. Kahve içerken etrafı da gözlemleyince anlaşılıyor ki, Eşrefiye oldukça “seçkin” bir semt. Varlıklı aileler, güzel evler, konsolosluk rezidansları hep burada.

 

Beyrut - 7

Sursock Müzesinde bizi muhteşem bir sürpriz bekliyor; Gregory Buchakjian’ın Terkedilmiş Yerleşimler sergisi. 10 yıllık bir çalışma, 760 terkedilmiş ev, buralardan bulunan 800 objenin arşivi ve sahada çekilmiş 10,777 fotoğraf ile bütün bu çalışmayı özetleyen video filmi. Her an gördüğümüz, savaş nedeniyle terkedilmiş o güzelim binaların hikâyeleri ya da hayaletleri. İnanılmaz etkileyici, üzücü, hüzünlü… Sergi 11 Şubata kadar açık; bu aralar Beyrut’a giden varsa mutlaka o sergiyi gezmeli. Müzenin kendisi de hem bina, hem de sergilenen eserler açısından görülmeye değer. Müzede o kadar zaman geçirdik ki, açlıktan öldüğümüzü fark edip, çıkar çıkmaz, yine bir Über’e atlayıp, Saint George Marina’sındaki Babel Bay adlı deniz ürünleri lokantasında aldık soluğu. Aman efendim aman, o ne lezzettir, o ne ikram. Her yediğimiz birbirinden güzeldi. Pahalıydı ama değdi doğrusu. Bu arada, belirteyim ki Beyrut pahalı bir şehir. Yeme içme İstanbul’dan kesinlikle daha pahalı mesela.

 

Otele dönmek için Babel’den çıktığımızda, eskinin görkemli, şimdi terkedilmiş Saint George Otelini kaplayan STOP SOLİDERE afişi ile karşılaştık.

 

Beyrut - 8

 

Meğer bütün bu kıyıya da Solidere el koymuş ve denilen o ki, yakında sahil tamamen halka kapanacakmış. Bu her tarafı beton kaplama hevesi, bize bir yerlerden tanıdık geldi sanki!

 

 

 

 

 

 

Devam edecek…

Comments are closed.