"Kendini tanı!"

Dilek Qudey 22 May 2016
DİASPORA SAYIKLAMALARI

 

“Yitik zamanların yitik kraliçesi!” diye mırıldandı.

 

Koltuğa bitkin bir halde yığılmış, pencereden yansıyan ışığın aydınlattığı loş odada eşyaya ve zamana yabancılaşmıştı.
Derinlerden gelen, bir türlü adlandıramadığı duygu durumu yaşamını öyle anlamsız kılıyordu ki; kendi varlığından bile şüphe etmeye başlamıştı.
Soru işaretlerinin kancalarına takılmıştı yine!

 

“Bura nere?
“Ben aslında kimim?”
“Bu bedenin içinde sağa sola çarpıp duran ruhun derdi ne?”

 

Gerçeklik üzerine düşünüp felsefe yapacak gücü bulamıyordu kendinde. Dehşet verici bir anlamsızlık anaforunda öylece sürükleniyordu.
Onu böylesine hissizleştiren şey ne olabilirdi?

 

Gündelik akış içinde çalışıp didindikten sonra, bir sürü insanla hayatın sıradan paylaşımlarını yaptıktan ve halden hale geçip bin çeşit duygu durumunu yaşadıktan sonra geceye ulaştığında elinde kalan bu mu olacaktı yani?
Anlamsız koca bir boşluk öyle mi?

 

Şu lanet olası koltuktan kalkıp son bir can havliyle sürüne sürüne uykunun kollarına emeklese, bu kendini yitiriş, bu rezil hissizlik hali kaybolup gider miydi acaba?

 

 

Bir sigara yakıp pencereye yöneldi. Sokağı izlerken, camdan yansıyan yorgun dağınık görüntüsüyle göz göze geldiğinde kırık, biraz da alaycı bir  tebessümle selamladı kendini.

 

 

“Fesapşı Adiğe Pşaşe. (Merhaba Adiğe kızı)

“Xetme wuaşış? (Kimlerdensin)

 

 

Dumanını penceredeki yansımasına doğru üflerken ruhunun en derin dehlizlerinden yukarıya doğru yükselen  mızıka sesine kulak kesildi. Ensesinden başlayıp omurgasını takip eden bir ürpermeyle titredi. Hep böyle olurdu zaten. Ne zaman mızıka sesi duysa tüyleri diken diken olur, içinde bir şeyler kıpırdar, şakakları uğuldar ruhu kanatlanırdı masalsı diyarlara doğru. Aşemez, puslu bir şafak vakti sarp bir kayalıkta Bjamiy’ini dudaklarına götürür, beyaz tarafına üflediğinde çiçekler açar doğa canlanır, siyah tarafına üflediğinde dünya kararır, fırtınalar kopardı.

 

Kabardey’den olma, Abhaz’dan doğma Pşaşe, derin bir iç çekerek çalışma masasına yöneldi.  İstanbul Metropolü’ nün geceye sinmiş dayanılmaz ağırlığını, Yunan Eleni Karaindrou’nun müziği hafifletiyordu. Lübnan’lı yazar Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” kitabından herhangi bir sayfayı açtı. Karşısına çıkan ilk paragrafı orta yerinden okumaya başladı.

 

“Her kişinin kimliği resmi kayıtlarda görünenlerle sınırlı olmayan bir yığın öğeden oluşur. Elbette insanların büyük çoğunluğu için dinsel bir geleneğe bağlılık söz konusudur; bir ulusa, bazen iki ulusa, etnik bir guruba, az yada çok geniş bir aileye, bir mesleğe, bir sosyal çevreye, bir eyalete, bir mahalleye, bir spor takımına, arkadaş gurubuna, siyasal bir partiye, bir derneğe, bir cemaate, aynı cinsel tercihleri, aynı fiziksel özürleri paylaşan ya da aynı zararlı etkilere maruz kalan bir insan topluluğuna ait olduğunu hissedebilir. Bütün bu aidiyetler aynı anda elbette ki aynı derecede önem taşımazlar. Ama hiç birisi de anlamsız değildir. Bunlar kişiliğin yapıtaşlarıdır, bir kısmının doğuştan gelmediğini vurgulamak koşuluyla, “ruhun genleri” denilebilir onlara…”

 

 

Soykırım ve sürgün yaşamış bir milletin ferdi olarak tüm aidiyetlerini gözden geçiriyordu. Uzun zamandır eski düşlerle beslenerek, atalarının bin yıllara dağılmış naaşlarının üzerinden ütopyalar geliştirerek, onların zaferleriyle büyülenerek fantastik kurgular içinde roller biçiyordu kendine. Araf’ta kalmış diğer yorgun diasporalar gibi aidiyet ruhunu tarihin külliyatından parçalar kopararak besliyordu. Dilini kaybetmiş, başka bir kültürün unsurlarına entegre olmuş fakat yüzünü dünya’ya çevirmekten de kendini alamayan kafası hayli karışık bir diasporaydı o. Uygar, eşitlikçi bir dünya vatandaşı olabilmek için kendini güncelliyor, keskin köşelerini törpülüyor ve evrensel bakış açısıyla yaşamayı kendine öğretmeye özen gösteriyordu. Bunu yaparken bile etnik kodlarının etkisinden kolayca sıyrılamıyordu. Varoluş meselesiydi bu. Oysa Köklerine sadık kalma ihtiyacı, kimlik ve ulusal bilinç, tarihten hesap sormak, geleceği bu doğrultuda şekillendirme arzusu, romantik bir bakış açısıyla ele alınamayacak kadar sert ve sarsıcı bir mecraydı. Yorgun başını avuçlarıyla kavrayarak kitaptan rastgele başka bir sayfa açtı.

 

 

“Kimlik bölmelere ayrılamaz. O ne yarımlardan oluşur, ne de üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim bir çok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir dozda onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş tek bir kimliğim var. Bana içimin derinliğinde ne olduğu sorulduğunda , ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin, doğuştan verilen özü’nün var olduğu inanışı yatıyor. Kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir…”

 

 

Kitabı bir kenara koyup derin bir of çekti ve mırıldandı:

“Kendini tanı!”

 

 

Zaman ilerlerken sorularına yarım yamalak cevaplar aramaktan yorgun düşen Adiğe Pşaşe, 21 mayıs  Çerkes soykırımı ve sürgünün 152. Yıl dönümüne de girmiş oldu. Dünyanın dört bir yanına dağılan halkı bugün  hep bir ağızdan bağırıp hesap soracaktı yine…

 

Ülkelerin, sınırların, bayrakların, savaşların arasından insanlar geçer büyük bir gürültüyle. Her uygarlığın rahminde dogmatik fikirler döl tutar. Doğan her fanatik canavarın plasentası da Tarihtir. İnsanlar öldürülürler, tarih de bu katliamlara şanlı şerefli sıfatlar verip kendini onurlandırarak, bilinçlerin en bereketli belleklerine yerleşip, yeni katliamlar için yeni canavarlar yetiştirir. Yeryüzü vatandaşları olarak bu dehşete son verme gücümüz olabilseydi keşke!

 

Comments are closed.