Sokaklar gayet güvenli...

Nurdan Şahin 23 March 2016
İRAN GEZİ NOTLARI -1

 

TAHRAN

 

Hazırladığım en zor bavul bu oldu; bolca pantolon, ona uygun tunik ve hepsine uyan şal. Habire koyduklarımı değiştirdim ve İran’a vardığımızda, yedi benzemezi getirdiğimi fark ettim ama biraz geç oldu.

 

Zor destinasyonların değişmez organizatörü Fest ile bu kez İran’a gidiyoruz. Elimde Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın adlı son romanı. Tesadüfün böylesi olmaz; kitabın kahramanı  da   iş nedeniyle İran’a gidiyor; zaten kitabın temel öğelerinden biri de Firdevsi’nin Şehname’si. Rüstem ile Sührab yol boyunca bana eşlik ediyor.

 

DSCN8759

3,5 saatlik bir yolculuktan sonra, Tahran İmam Humeyni havaalanına varıyoruz.  Uçaktan inmeden boyundaki fularlar başörtüsü haline geliyor – hem İranlı kadınlar, hem de bizim tarafımızdan. Pasaport kontrol oldukça ağır ilerliyor. Yerel rehberimiz Peyman ile tanışıyoruz; 40 yaşlarında,oldukça yakışıklı bir adam. Otobüsümüz hazır; binerken bir duty free mağazanın resmini çekiyorum – vitrinde neler var neler! Çamaşır makineleri, elektrik süpürgeleri – adeta bir beyaz eşya dükkânı.

 

Yolda, gerçek bir İran tarihi uzmanı olan rehberimiz Mustafa Bey anlatıyor: İran, halen 1,6 milyon km2 yüzölçümüyle, en küçük sınırlarında imiş. En geniş zamanı, Ahamenişler döneminde, 8,5 milyon km2 imiş. Vay canına diyoruz ama sonra bizim de Osmanlı’nın en güçlü döneminde 13 milyon km2 olduğu aklımıza geliyor.

 

Şehre doğru yaklaştıkça, trafik bir facia haline geliyor; İstanbul’u hiç aratmaz.

 

DSCN8746

 

Yollarda bol miktarda Peugeot 405 ama bayağı eski bir modeli – İran’da üretiliyormuş; bir de onun çok benzeri bir yerli araba markası. Giderken, eski Amerikan Büyükelçiliğinin önünden geçiyoruz; hani şu 4 Kasım 1979’da, İran İslam Devriminden sonra, ülkeden kaçan Şah’ın ABD’ye tedavi için kabul edilmesinin ardından, Tahran’daki tepkili öğrencilerin ABD büyükelçiliğini işgal etmesiyle ve elçilik görevlilerini rehin almasıyla başlayan ve yaklaşık 1,5 yıl sonra elcilikte halen rehin tutulan 50 civarında kişinin salıverilmesi ile sona eren krize ev sahipliği yapan bina. Şimdi, Devrim Ordusu Kütüphanesi imiş. Yol uzadıkça uzuyor ve otobüsün yarısı, tuvalet ihtiyacı ile kıvranıyor. Nihayet varıyoruz otele ama hemen girmek ne mümkün? Meğer Davutoğlu ve ekibi de bizim otelde kalıyormuş ve bu nedenle mobil güvenlik kurulmuş; otelin girişinde bir kamyonete X ray cihazı konmuş; oraya çanta vs veriliyor, sonra otele giriliyor. Akşam, yemekte yerel rehber diyor ki, gelen resmi misafirler hep bu otelde kalır ama daha önce bu kadar tedbir görmedim; iki de Mercedes araba gelmiş Türkiye’den! Yemekten sonra, 3 arkadaş sokağa çıkıyoruz; her yer cıvıl cıvıl; herkes alışveriş yapıyor çünkü Newroz yaklaşıyor. Sokaklar gayet güvenli, bol miktarda orta karar AVM var ve tıklım tıkış.

 

Sabah kahvaltıdan sonra otobüsle Gülistan Sarayı ve Ulusal Müzeyi geziyoruz. Tabii otobüsle giderken de etrafı gözlemliyoruz.

 

DSCN8683

Görünen o ki, Tahran’da fazla çarşaf giyen yok; genellikle pantolon üstü tunik ya da, kısa pardösü; başın yarısından azını örten şal şeklinde bir eşarp yeterli. Öyle ortalıkta ahlak polisi falan da dolaşmıyor; en azından biz görmüyoruz. Bu arada, el ele dolaşan gençler de görüyoruz. Genellikle bodrum katında bulunan çayhanelerde, kızlı erkekli nargile bile tüttürülüyor.

 

Öğleden sonra, Milli mücevherat müzesine gidiyoruz; burası bayağı bir hazine dairesi; çok ciddi güvenlik var. Ama içerdekiler de korunmayacak gibi değil; Farah Pehlevi ve Rıza Şah’a ait taçları tanır gibi oluyorum – çocukluğumda, Hayat mecmuasında çok çıkardı resimleri. Bir sonraki durağımız Cam ve Seramik müzesi.  Akşam Ali Kapı lokantasında yemeğe gidiyoruz. Tahran’ın tek müzikli lokantasıymış. Hem turistler var; hem yerel halk. Birazdan çok kalabalık bir İranlı grup geliyor; hepsi çok şık; bir nişan törenine tanık oluyoruz. Müzikler hep oynak ama dans etmek, oynamak yasak. Yahu işkence gibi bu durum, bari biraz ağır şeyler çalsın derken, solist yüzünü bize dönüp Mavi mavi masmaaaavi diye çığırmaya başlamaz mı? Tabii ki eşlik ediyoruz.

 

Sabah kahvaltıları açık büfe ve bize çok uygun; peynir çeşitleri, yeşil zeytin, domates, salatalık, bal, reçel, yoğurt. Domatesler ve yoğurt inanılmaz güzel; 10 gün boyunca bu hiç değişmedi. Zeytin pek lezzetli değil, dolayısı ile de zeytinyağları daha çok diğer sıvı yağlara benziyor. Kahvaltıdan sonra, Niavaran Sarayına gidiyoruz; Şah Muhammed Rıza Pehlevi ve Farah Diba’nın önce konukevi olarak yaptırdıkları, sonra beğenip kendilerinin de oturduğu saray. Böylece Tahran’ın hem rakım olarak hem de gelir olarak yüksek bölümlerine çıkıyoruz. Tahran 3 seviyede kurulmuş bir şehir. 1200, 1400 ve 1600 metrede. Ekonomik sıralama da aynı şekilde gidiyor. Bugüne kadar gördüğümüz şehir bayağı çorak, yeşili olmayan, vitrinleri bir kasabaya benzeyen, bakımsız binalarla dolu iken, yukarı çıktıkça yemyeşil parklar, güzel binalar, uluslararası markalar göze çarpıyor. Şehri çevreleyen Elbruz dağları ise, görüntüye ayrı bir güzellik katıyor. Penceresinde ya da balkonunda çiçeğe rastladığımız tek ev de bu rakımda.

 

Bu arada, her tarafta siyah bayraklar var; rehberimiz hem Hz. Fatma’nın ölüm yıldönümünün yaklaştığını, hem de Estan-ı Qods meclis başkanının öldüğünü, çifte matem olduğunu söylüyor. Estan-ı Qods’un ne olduğunu ancak Meshed’e varınca anlayacağız. Özellikle Hz. Fatma’nın ölüm yıldönümü nedeniyle, daha sonra gittiğimiz şehirlerde de taziye çadırları ve sebil olarak dağıtılan çaya rastladık bolca, hepsinden de içtik.

 

Şah Muhammed Rıza ile Farah Pehlevi’nin sarayı oldukça mütevazi; rehberimiz İslam Devrimi sırasında ya da sonrasında, hiçbir saray ya da müzenin yağmalanmadığını, tahrip edilmediğini, aynen korunduğunu söylüyor. Farah Diba’nın birkaç kıyafetini görüyoruz, ben yine bir tuvaletini hayal meyal hatırladığımı söyleyince, arkadaşlarım dalga geçiyor.

 

DSCN8780

 

Niavaran Sarayının bahçesinde güzel bir kafe var; açık havada kahvelerimizi içip keyif yapıyoruz. Öğleden sonra Meshed’e gitmek üzere, havaalanına doğru yola çıkıp, dünyanın 6.büyük kulesinden şehre bakacağız diyor rehberimiz. İki arkadaşımız, programda olmayan Modern Sanat Müzesine gitmekte ısrarlı; kuleden vazgeçip müzeye gidiyoruz hep birlikte ama ne yazık ki müze kapalı. İçeriye şöyle bir bakabiliyoruz sadece; mimarisi çok hoş- NewYork’taki Guggenheim müzesini andırıyor. Otobüse giderken, yerel rehberimiz Peyman’a şehrin her tarafındaki genç erkek posterlerini soruyorum; şehitlerimiz diyor. İran – Irak savaşı sırasında ölenler mi deyince, ciddi bir tepkiyle karşılaşıyorum: “Öyle bir savaş yok” diyor Peyman; “Irak’ın saldırısı ve bizim öz savunmamız ve var olma mücadelemiz var!”

 

Havaalanına yaklaşırken, Şah tarafından, Pers İmparatorluğunun kuruluşunun 2500. yılı anısına yaptırılan ve şehrin batı girişinde bir meydanın tam ortasında bulunan 45 metre yüksekliğindeki anıtı ziyaret ediyoruz.

 

DSCN8843

 

Devrimden sonra Azadi (özgürlük) Anıtı adını almış. Fotoğraf çekip, Meshed’e uçmak üzere havaalanına gidiyoruz…

Comments are closed.