KÖPRÜDE, KÖRFEZDE, EJDERHA HER YERDE..

Nurdan Şahin 23 February 2015
UZAKDOĞU ÜÇLEMESİ- VİETNAM, LAOS, KAMBOÇYA – 2

 

KÖPRÜDE, KÖRFEZDE, EJDERHA HER YERDE..

 

Vietnam hava yollarıyla Saigon’dan Danang’a uçarken Merisa’yla yerimiz 8E ve 8G ama yanyana! “F” ye ne olduğunu çok merak ediyoruz doğrusu ; 13 gibi uğursuz mu acaba? Meğer alfabede F harfi yokmuş! Danang’ın içinden geçiyor ama durmuyoruz. Yeni yapılan Ejderha görünümlü kiç ötesi korkunç köprüyü görünce, bizim Haliç’teki Kadir Topbaş köprüsüne bile razı oluyoruz.

 

 

Yol çok güzel; Hai Van geçidinden geçiyoruz; okunuşuna bakmayın, anlamı güzel, Denize Kayan Bulutlar demekmiş; Türkçe ne anlama geldiğini söyleyince, gülmekten ölüyor pek de güleryüzlü olmayan rehberimiz.

 

Şehrin biraz dışında bir tatil köyünde kalıyoruz ve 4’lü çete olarak tabii yemekten sonra hemen Unesco Korumasındaki Hoi An’a iniyoruz gece. Thu Bon nehrinin iki kenarına dizilmiş 2 katlı binaların altında, rengarenk fenerler yanıyor cadde boyunca, harika bir görüntü. Kulağımıza bir gitar sesi çalınıyor yürürken ve biz de sesin geldiği, nehrin üzerindeki tekne-kafe/bara geçiyoruz hemen. Menüden bir şişe beyaz şarap seçiyoruz ama bir türlü gelmiyor.Siparişi alan kızcağızın gözü yollarda, biz sordukça ağlamaklı oluyor! Derken bir motosikletli yanaşıyor tekneye ve işte şarabımız-biraz sıcak ama ne yapalım; gencecik kızı üzecek halimiz yok elbet.

 

 

Ertesi sabah gündüz gözüyle dolaşıyoruz bu güzelim kenti. Avrupalıların Vietnam’da ilk ayak bastıkları yermiş.Baharat,çay ve seramik ticareti için gelen Çinli ve Japon tüccarların, Mançurlardan kaçan Ming hanedanı yanlısı mandarinlerin 18.yyda inşa ettirdiği 2 katlı evler, tapınaklar, müthiş güzel bir köprü ve araba girmeyen sokaklarda çok keyifli bir yürüyüş – e biraz da alışveriş tabii. Her boş zamanda, herkes alışveriş yaparken mutlaka bir kafe ya da bar bulup keyfeden bizler bile alamıyoruz kendimizi çakma Kipling çantalar almaktan.

 

 

Öğle yemeğinde yerel bira içiyoruz; Ho Chi Minh City’de Saigon bira içmiştik; burada 333 ya da Vietce, “BaBaBa” denemeye karar veriyoruz; 3 tane istemek de çok kolay: Ba BaBaBa! Otobüsle yola koyuluyoruz; yolda mermer yatakları zengini 5 tepeden oluşan Mermer Dağlarını ve Vietnam’ın en eski halklarından, önce Hinduizmden, sonra Budizmden etkilenip, en sonunda Müslüman olan Çam’ların müzesini geziyor ve Vietnam’ın en Frankofil kenti Hue’ye varıyoruz. Otelimiz şehrin göbeğinde, tarihi bir binada ve çok güzel. Hue, 19yy dan, Fransız egemenliğinin inkıtaa uğradığı 1945’e kadar başkent. Gerek yangınlarda, gerekse savaşta çok tahrip olmuş; savaş sonrasında adeta yeniden inşa edilmiş bir saraylar, tapınaklar, imparator mezarları cenneti; dolayısı ile UNESCO dünya mirası listesinde çok hoş bir şehir. Ho Amca’nın da doğduğu yer. Tapınak tapınak dolaştıktan sonra, akşam üzeri Hanoi’ye uçuyoruz. 2 gece Hanoi’deyiz.

 

 

Hanoi’de yerel rehberimiz Van; çok sevimli bir genç kadın, 6 aylık da hamile. Otele giderken, rehberimizin ricası üzerine bize saç şov yapıyor; açıveriyor topuzunu, saçlar dizinin altına iniyor- nasıl gür ve sağlıklı üstelik. Sonra iki saniyede, tokasız firketesiz, ayni topuzu yapıveriyor!

 

Sabah Ho Chi Minh’in mozolesini ziyaret ederek başlıyoruz güne; bizim Anıtkabirin küçük bir benzeri; önünde askeri tören vs hepsi mevcut. Ho Chi Minh’in çok mütevazi bir adam olduğu, mezar istemediği, yakılıp küllerinin savrulmasını istediğini öğreniyoruz- ne kadar doğru bilemem. Cuma günü kapalı olduğu için, içeri giremiyoruz. Oradan evine gidiyoruz; son derece sade bir ev; oturma odasında Marx ve Lenin’in fotoğrafı var.Hep saklanmak zorunda olduğu için,pek de oturmamış 1958’de yapılan bu evde. İkinci durak “Edebiyat Tapınağı” ; 11.yy da yapılan ve Vietnam’ın ilk üniversitesi olan bu tapınak Konfiçyus’a adanmış. Eskiden her 3 yılda bir yapılan sınavlar sonucu, sadece birkaç mezun veren bu okul, bugün bir müze . Medeni(!) Fransızların, Hanoi’yi terk ederken yıktıkları ve sonradan tekrar yapılan Tek Sütunlu Pagoda’yı ziyaretimiz sırasında bir ayinle karşılaşıyoruz ve rahatsız etmemeye çalışarak, uzaktan izliyoruz. İki genç kız ellerini kavuşturmuş, dua ediyorlar. Derken biri, bir küçük tabak içinde, iki tane madeni parayı havaya atıp, tabağa düşünce bakıyor; tekrar atıyor. Meğer, bu bir dilek tutma seremonisiymiş; iki paranın da ayni yüzü gelirse, dilek olacak; gelmezse de sorun yok çünkü defalarca denemek mümkün- bu sadece sürecin uzun olacağını gösteriyor. Umut güzel şey!

 

Otobüsle gölün etrafında dolaşıyoruz- Obama’nın 2008 seçimlerindeki rakibi John Mc Cain ‘in uçağı Vietnam savaşı sırasında bu göle düşmüş; oradan kurtulmuş kurtulmasına da, alıp Hanoi Hilton’a götürmüş misafirperver Vietnamlilar. Hanoi Hilton bildiğiniz Hilton’lardan değil; Fransızlar’ın , Vietnamlılar için kurdukları işkencehane; ama gün oluyor devran dönüyor, bu kez Vietler, Amerikalıları misafir ediyor orada. Mc Cain dayanıklı adammış doğrusu ; 5,5 yıl sonra oradan da çıkmayı başarıp sonunda başkan adayı bile olmuş olmuş da Sarah Palin’i başkan yardımcısı olarak seçtiğine göre, işkenceler muhtemelen biraz iz bırakmış.

 

 

Öğle yemeğinden sonra Hanoi’de bisikletli çekçeklerle 1 saatlik bir şehir turu yapıyoruz ve o zaman anlıyoruz iyice motosikletlilerin neden maske taktığını. Şahane bir macera; “egzostan bayılmazsam, her yönden gelen motosiklet, otomobil, çekçek, otobüs trafiğine kurban gideceğim” psikolojisine rağmen çok keyifli bir şehir turu. Güzel,modern bir şehir Hanoi; 1945’te başkent olmuş; savaşta çok yara almış; baskıcı rejimden dolayı çok sayıda Hanoili Çine göç etmiş ama, durum 1990’larda değişip, serbestleşme başlayınca,tersine göç başlamış. Kentin ortası kolonyal mimarinin güzel örnekleriyle dolu; çoğu resmi bina ve sarıya boyanmış. Bir çok lüks otel ve lüks araba görünüyor. Lüks arabalar,bir lokanta ya da otele gidince, bizdeki gibi valeye veriliyormuş; farkı ise, vale hemen bir araba örtüsüyle kapatıyormuş arabayı.Komünist ülkede zengin olmak biraz göze çarpıyor herhalde.

 

Akşam Sofitel’de caz dinlemeye gidiyoruz; Amerikalı bir kız çok güzel söylüyor. Ben sigara içmeye bahçeye çıkıyorum; yan masadan da hoş bir hanım geliyor. İsviçreli bir doktormuş; 8 yıldır mimar kocasının işi nedeniyle Hanoi’de yaşıyormuş. 8 yılda müthiş değiştiğini söyledi. İnsanların pek güleryüzlü ve dost canlısı görünmediğini söylediğimde hak verdi ama uzun bir tanıma sürecinden sonra, iyi dostlar edinebildiğini söyledi. Haklı adamlar, Portekizinden Fransızına, Amerikalısına çekmedikleri kalmamış beyaz adamdan; nasıl hemen güvenip dostça davransınlar.Ho Amcanın çok sevildiği söyleniyor,doğru mu yoksa resmi görüş mü diye sordum; evet dedi, tapıyorlar ona. En büyük nedeni de çok mütevazi olması ve hep halkla iç içe yaşaması imiş.

 

Sabah Ho Chi Minh’i huzur içinde gibi bir ifade ile uyurken ziyaret ettik ebedi istirahatgahında. Giriş için, askeri nizamda, ikili uzun bir kuyruk oluşturuldu; sonra birer birer, sessiz ve disiplinli, Ho amcayı tavaf edip çıktık-resim falan çekmek yasak. Ziyaretin hem mistik hem askeri bir yanı vardı- Bizim Ho Ho Ho Chi Minh’in mezar ziyareti farklı olmalı diye düşünmüşüm herhalde, çıkarken “kafamda bir tuhaflık” vardı.

 

Indochine filminin geçtiği mağaralara hareket etmek üzere, otobüslere biniyoruz yine. Yolda yerel rehberimiz Van’la sohbet imkanı. Vietnam’da 2 çocuk kısıtlaması varmış. Ancak kırsal kesimde ve dağlarda yaşayanlarda, bu kontrol çalışmıyormuş; 5-6 çocuk varmış oralarda. Değişik etnik gruplar yaşıyor Vietnam’da; ancak resmi dil ve eğitim dili Vietce- anadilde eğitimin olmadığı bir sosyalizm; dahası eğitim ve sağlığın paralı olduğu! Kafamdaki tuhaflık artıyor giderek.

 

 

Yol uzun, Indochine filmini izliyoruz; ben yıllar önce izlemiştim; seyahate çıkmadan hemen önce yeniden izledim, ve şimdi bir kez daha. Ama işe yarıyor,alt yazı yok, ben diyalogları ezbere tekrarlıyorum yakın koltuklara- bedavadan dublaj hizmeti.

Indochine filminin çekildiği Tam Coc mağaralarına gitmek üzere, iki kişilik sallara biniyoruz. Salları kadınlar kullanıyor ve kürekleri ayaklarıyla çekiyorlar. Elleri boşta; ya telefonla konuşuyorlar, ya da teknenin içinde bir kaba sakladıkları meyve,elişi vb satmaya çalışıyorlar. Bu arada, ince ince,kesintisiz bir yağmur yağıyor. 1 saat 45 dakika süren bu olağanüstü yolculukta hem ıslanıyor hem de çok üşüyoruz ama değiyor doğrusu- insan kendini kah tiyatrocu kılığında bir Vietkong gerillası gibi hissediyor, kah Fransız subaya aşık Vietnamlı kız.

 

 

Akşam- herhalde Vietnam’a özgü- “su kuklası” gösterisine gidiyoruz; çok başarılı ama yine de 15 dakika yeterli; 45 dakikası biraz uzun oluyor doğrusu.

 

1 Şubat, Vietnam’daki son günümüz. Bugün efsanevi Ha Long körfezinde dolaşacağız 3 saat ve öğleden sonra ver elini Laos. Hava soğuk ve puslu. Gelmeden önce bazı arkadaşlarımın,Ha Long körfezinde denize girin dediklerini düşündükçe , anorağa daha bir sarınıyorum. Öğle yemeğini de yiyeceğimiz büyük tekneye biniyoruz tüm grupla. Yola çıktığınız an büyüsüne kapılıyorsunuz Ha Long körfezinin; inanılmaz bir doğa. Körfezin yeşil suları üzerinde yükselen, aralarında dolaştığınız yaklaşık 3000 sarp kayalık/adacıktan oluşuyor ve tabii ki Unesco dünya mirasında. Ha Long, “ejderhanın denize indiği yer” demekmiş. İnanışa göre, dağlarda yaşayan ejderha, denize inmeye karar verince, kuyruğu sağa sola çarpar tabii. Koskoca ejderha bu; kuyruğunun vurduğu yerlerde kocaman çukurlar oluşur, oluşan çukurlara sular dolar ve körfez meydana gelir. Oluşan güzelliği görünce, çok yaşa sen ejderha demek geliyor insanın içinden. Bu arada,yaşadığı da iddia ediliyor zaten; bizim Van Gölü canavarı gibi görünüyormuş zaman zaman, görmek isteyen gözlere-özellikle de kafayı bulmuş denizcilere.

 

 

Ne yazık ki, her güzel şeyin bir sonu var; otobüslere binip havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Boş vakitlerde alışveriş yerine hep bir kafede, barda oturup etrafı seyretmeyi ya da sokaklarda yürümeyi tercih ettiğimiz için, havaalanından birkaç hatıra almak niyetindeyiz. Erkenden varıyoruz ve Laos havayolları kontuarına pasaportları veriyoruz. Suratsız görevli, benim pasaportu pek sevdi, elinden bırakmıyor. Derken daha da suratsız bir başka görevliyi çağırıyor ve sonunda en suratsız kadın görevliye gidiyor pasaport. Pasaportumun bitiş süresi 6 aydan 3 gün eksik olduğu için (miş) bütün bu tantana. Herkes geçiyor, ben ve Merisa kalıyoruz. Tabii sevgili 2 arkadaşım da bizimle beraber. Hem rehberimiz, hem de 6 aylık hamile Van ellerinde telefon uğraşıp duruyorlar- tam 1,5 saat! Sinirler fena halde geriliyor; ben artık Vietnam İstanbul uçaklarını soruşturmaya başlarken, Laos’tan haber geliyor- kabul edilmişim ama 50 dolar veya üstü ceza ödenecek Laos girişinde; bir de rehberimiz benden sorumlu olacak! Neyse,alel tecel giriyoruz ; sevgili arkadaşım bir minik viski alıyor duty freeden;gaz odasına gidip bir sigara eşliğinde birkaç yudum içerek sakinleşmeye çalışıyoruz. Havaalanından alışverişimiz de bundan ibaret oluyor!

 

 

Laos havalimanına indiğimizde, bir resmi görevli, elinde benim pasaportun fotokopisi çıkageliyor. Beni ve rehberimizi alıp uzun bir koridordan bir ofise sokuyorlar; içerde iki kadın bir erkek görevli var. Allahtan bunlar güleryüzlü. Biri rehberimizi tanıyor;siz daha önce de geldiniz galiba sorusuna,18 kez cevabını alınca,yüzler daha da gülüyor; gülüyor da,bu bizi –daha doğrusu, tur şirketini-200 dolar cezadan kurtarmıyor.

 

Comments are closed.