‘Neyi arıyorsunuz siz dedim?’ ‘Köklerimi’, dedi gülümseyerek.

Erhan Hapae 29 December 2014
ZEYTİN AĞACI

 

 

Elinde bir kroki ile pansiyonun önünde durup, kırık Türkçesiyle, arka avluda yaşlı bir zeytin ağacı olup olmadığını sorduğunda şaşırmıştım. Genellikle boş oda var mı diye sorarlar burada. Henüz kırkına varmamış yabancı bir kadındı.

 

Vardı.

 

‘Onu görmeye geldim’ dedi ‘uzaktan, Taaa Girit’ten’. Göstereyim isterseniz dedim ben, buyurun. Sessizce peşime takıldı. Resepsiyonun içinden geçip iç avluya oradan taş basamaklarla arka bahçeye geçtik. ‘Burası restore edilmiş’ dedi ‘hiç fena olmamış’. Eski fotoğrafları var dedim istersen göstereyim. Fotoğrafları alıp döndüğümde yaşlı zeytin ağacının dibindeki ahşap kanepede oturuyor buldum onu. ‘Evet, bu olmalı’.

 

‘Neyi arıyorsunuz siz?’ dedim.

 

‘Köklerimi’, dedi gülümseyerek.

 

‘Burası dedemin bakkal dükkânı olmalı dedi, evi de yan çıkmazda’. Krokiyi uzattı bana. İyi çizilmiş bir krokiydi ve yanda bir çıkmaz sokak vardı gerçekten. Krokide işaret edilmiş olan avlulu ev; virane, sahipsiz ve bakımsız bir halde duruyordu orada. Gel gidelim dedim, göstereyim orayı da. İç bahçeyi kat ettik, taş merdivenleri inip resepsiyondan dışarı çıktık. Dedesinin olduğunu iddia ettiği evin önündeydik. Kapıdaki zelveyi kaldırıp iç avluya girdik. Taş avluyu otlar bürümüştü, kertenkeleler sarmış etrafı. Taş merdivenlerin arasından fışkırmış, yabani badem fidanlar taşların şemalını bozmuş, iki basamağı un ufak etmişti. Yine de üstteki verandaya ulaşmak mümkündü.

 

‘Evet’ dedi ‘burası dedemin evi’. Veranda ’da çekilmiş bir fotoğrafını çıkardı çantasından. Veranda; arkadaki yaz ocağı, tavandaki kestane mertekler tıpa tıp tutuyordu. Dede bıyıklı, fesli bir Osmanlıydı, elinde tespih.

 

Nasıl bir duygu içinde olduğunu bilmiyordum. Belki bir hayal kırıklığı? Yitirilen şeyler uzun bir süre geçince abartılarak anlatılır. Umduğunu bulamamış mıydı yoksa. Yüzünde ne bir sevinç belirtisi vardı nede hüzün. Bütün odaları gezdi, bütün dolapları açtı, tavandaki tomruk kirişi, onu kesen kestane mertekleri saydı tek tek, altta yunak olarak kullanılan dolabı gördü, hamam tasını aradı yoktu.

 

Sürgündü, köklerini arıyordu. Atalarının belki de binlerce yıl yaşadığı, dedesinin doğup büyüdüğü,  gaz-tuz- bez sattığı dükkanı, sonra sürülüp atıldığı toprakları, taş sokakları, taş merdivenle çıkılan evinin verandasını merak edip peşine düşmüş ela gözlü bu şuh kadına iyi davranmalıyım. Ela gözlü, kestane saçlı, beyaz tenli bir Giritli? ‘Annem’ dedi ‘Bela Rus’. Gözlerine ve suratına çok mu bakmıştım kendimi ele verip, yoksa güzelliğini bir adalı-Giritliye yakıştıramadığımı çok mu belli etmiştim.

 

‘Dedenin evi harabe ama istersen seni zeytin ağacının olduğu pansiyonda ağırlayabilirim’ dedim. ‘Kaç para’ dedi o, ‘dedenin evi dedim burası, istediğin kadar kalabilirsin misafirsin sen’. İtiraz etmedi, memnun olduğunu da okumadım suratından. Küçük valizini alıp Erendira isimli odaya yerleştirdim. Şömineli bir süitti. Yer senin.

 

*****

Belaya ırmağı boyunca uzanan yeşil vadiden tırmanıp bir dağ yamacına ulaştığımızda, karşıdan görünen Dahxe köyünü seyretmiştim uzaktan. ‘Al sana Abzah’ya’ demişti Berzegova, ‘belki atalarının köyüdür’.  Dahxeydi gerçekten, yani Güzel. Belaya ırmağına katılan küçük bir derenin ikiye böldüğü güzeller güzeli bir köydü. ‘Çerkes olarak yaşlı bir Nenej kalmış sadece’ demişti Berzegova ‘ne yazık’. Sessizce seyretmiştim bir süre, uzakta bulutlara el uzatmış dev meşe ormanlarını, suları, gökyüzünü. Ben Kaseyhable diye biliyorum kendi köyümü’.  Muzip bir şekilde dönüp bakmış, ‘öyle bir yer yok’ demişti, ya da ben bilmiyorum, biz Maykop’lularla idare et’.

 

*****

Ela gözlü Giritli ile ortak yanımız, ikimizin de sürgün çocukları olmamızdı.  O dedesinin zeytin ağacını benim mülküm sandığım avluda bulmuş, ben dedemin meşe ağacına ulaşamamıştım uzak yakın. Dönün diyenlerde bilmiyordu nerede olduğunu. Elimde bir kroki yoktu. Benden daha şanslıydı.

 

O gece onu Şişarka’ya götürdüm. Marika’nın rembetikosu çalınınca çingeneler tarafından, tabak kırmaya başlayacak bu diye ödüm koptu ama yapmadı. Masaya çıktı sirtakiye, etrafa karşı biraz mahcup olmuştum birden, in aşağı demek isterdim ama nafile. Masaya müzisyenler üşüştü hemen. Etrafında dans edip durduğu rakı kadehini, bin bir zahmet eğilip dudaklarıyla kaldırdığında alkıştan yıkılıyordu meyhane.

 

Sarhoştu, bende öyle. Güç bela yürüyüp birbirimize dokunmadan, otele bıraktım onu. Benle gel demedi, senle geleyim demedim.

 

*****

Sabah telefonum çaldığında akşamdan kalmaydım hala. ‘Kahvaltıyı yalnız mı yapacağım’ dedi ‘dedemin avlusunda’. Girit böreği alıp gittim avluya. Muhteşem bir kahvaltı hazırlanmıştı onun için. Rokfor-Çerkes-Otlu Van- Ezine- İğrenç kokan Fransız-Erzincan ve İzmir tulumu. Deli zeytin şu bu.

 

‘Sendemi yitirdin’ dedidedenin zeytin ağacını?’

 

‘Yitireli çok oldu dedim’ ben, ‘150 sene gibi. Sizinki 80 yıl. Sen benden daha şanslısın, ben bulamadım henüz. Sen buldun sayılır’, nasıl hissetmişti?

 

‘Bilmiyorum’ dedi, ‘daha yeni buldum. Bulduğumun gecesi bir Çerkes, bir boşnak meyhanesine götürdü beni. Girit’tekinden daha mutluydum dün gece’.

 

Maykop gecelerinde daha mı mutluydum ben? İyi kötü dilini konuşabildiğim muhteşem bir coğrafya içinde soyu belirsiz bir Sovyet şehriydi, bütün esprilerini anladığımı sandığım. Oraya ait miydim?

 

Bir aidiyet hissi uyandırmış mıydı bu kasaba? ‘Emin değilim’ dedi ama ‘karşı yakadayız hemen. Sakız’da amcalarım var. Sen?’

 

‘Maykop’ta kaldığım süreyi soruyorsan eğer, bende düşündüm bunu. Ev sahiplerim bir iç sürgün nedeniyle Kharkova düşmüş ve artık oralı olup ölmüş dayılarının cenazesini getirmek için bin kilometre uzağa gitmişlerdi 3 gün. Ana dilimde hayatı yaşayamayacağımı anlamıştım o süre içinde. Orada hayat Rusçaydı’.

 

Kudüs’te geçirdiği bir yılın sonunda; Benim anayurdum galiba Türkçe demişti, Türkiyeli bir Musevi yazar. Kambura yatmak değildi istediğim ama fena bir tespit değildi. Senin anayurdun ise Rumca,  şanslı sayılırsın. Sürüldüğün yer kendi dilinin konuşulduğu kendi yurdundu yine, benim hikâyem öyle değil.

 

‘Nasıldı?’ dedi, parmaklarını omzuma dokundurup. Masanın karşısından uzanıp yapmıştı bunu.

 

Hikâyemi kahvaltıda anlatabilecek biri değildim ben. Anlatırım’ dedim daha sonra söz’. ‘Kahve ister misin yanında sakız likörü?’ Gözleri muhteşemdi. ‘Badem likörü olsun’ dedi, sakız sevmem ben’.

 

*****

Bizim kuşak Çerkes gençliğinin bir bölümü, dedelerinin zeytin ağaçlarını bulmanın peşinde değillerdi sadece, gidip atalarının topraklarında zeytin ağacının altında yaşamak istiyorlardı ömürlerinin sonuna kadar. Mutsuz yaşadıkları Türkiye topraklarını terk edip gidecek, eski yurtlarında büyüteceklerdi çocuklarını ve orada ihtiyarlayıp, orada öleceklerdi.  Çerkeslerin mutluluğu eski topraklardaydı, Çerkesya’da.

 

Mutsuz olmakta haksız sayılmazlardı. Yetmişli yıllardı. Her on yılda bir gerçekleşecek darbelerin henüz ikincisi yapılmış, sıkıyönetimlerden bir türlü başını kurtaramayan, nüfus başına yıllık geliri bin doların altında yoksul bir ülkeydi yaşadığımız yer. Özgürlük yoktu, parada. İyi bir eğitim şansı küçük bir azınlık için vardı sadece ya da bir şekilde çok zeki çok çalışkan olursan. Kalırsak dilimiz ve geleneklerimiz yok olacaktı. Çerkes kalmak için tek çare buydu onlar için.

 

‘Çerkes kalmak?’ Sorduğu soruyu anlayabilmiş değildim?

 

‘Şöyle söylesem açıklar belki’ dedim. ‘Deden topraklarını ve belki servetini yitirdi ama Grek kalabildi. Eski doğup büyüdüğü torakları özledi, üzüldü gözyaşı döktü ama o, ne dilini unutmak zorunda kaldı ne şarkılarını. Çocuklarını kendi dilinde büyüttü, bu gün AB üyesi bir torunsun sen, kendi dilinde felsefe okumuş’.

 

‘Derdim seninkinden büyük diyorsun’.

 

‘Bilmiyorum ama onlar için öyleydi. Dertleri seninkinden büyüktü’.

 

Osmanlıda daha bir Çerkes kalmışlardı, belki de köylerde yaşadıkları için. Ama siz kentlerde yaşıyordunuz ve yine de Grek’tiniz. 1863 ve1864 yılları sizler için başka bizim için başka yeni kader çizdi. Biz topraklarımızdan sürüldük, siz bağımsızlığa kavuştunuz. Anadolu da kalanlarınız için sıkıntı başladı biraz biliyorum, nihayet 1927-28 de ikinci büyük tehcir. ‘Deden o zaman mı sürüldü’ dedim ben.

 

‘Herhalde’ dedi, hatırlamıyorum’.

 

‘Peki, ne oldu onlara?’

 

Tabi onlar bunu bireysel bir talep olarak istemiyorlardı. Bu toplumsal bir kurtuluş projesiydi. Bütün Çerkeslerin talebi olmalıydı, bir siyasete dönüştü.

 

Evet, yaşadığımız ülke yoksuldu ve ikide bir darbelerin devreye girdiği yarı diktatörlüktü. Sınırlar açılsa, mesela Amerika veya Almanya’da sınırlarını açsa, belki ülkenin yarısı ülkeyi terk edebilirdi o zamanlar ama gidilecek yer, Sovyetlerdi Çerkesler için.

 

Zor.

 

Nazım Hikmet ve birkaç arkadaşı dışında kimsenim gitmediği o ülke. İstatistikler fena değildi aslında. Nüfus başına düşen gelir beş bin dolardı, eğitim ve sağlık bedava, işsiz ve evsiz kimse yoktu, üstelik Çerkesçe eğitim veren bir fakülte bile vardı edebiyat ve tarih dalında. Yeterde artar. Yoksul bir diktatörlükten görece zengin bir diktatörlüğe gidecek ve Çerkes kalacaklardı.

 

Nazım Hikmet kim dedi ela gözlü şuh.

 

Şair dedim, Kavafis gibi. Bir tepki vermedi. O kadar mühim birimi der gibiydi.

 

Lakin Berlin duvarı yerli yerinde duruyordu. Herkes o duvarı aşıp batıya kaçarken, onlar tersini yapmaya çalışacaklardı. Sovyet’in bu işi isteyip istemediği ise belli değil.

 

Bir benzerlik daha var dedi o, biz de düşmandık uzun zaman. Dedem eski dükkânını gelip göremeden öldü. İstermiş oysa. Girit’te bir derneğimiz var, Çeşme sürgünlerinin toplandığı. Bu bilgileri ve krokiyi oradan aldım.

 

İzmir dedim Giritli dolu, onlar özlüyor mu Girit’i bilmiyorum.

 

*****

Seni yemeğe davet edeyim dedi akşam, hiç para almıyorsun madem.

 

Kasabanın Arnavut kaldırımı sokaklarında ince topuklu ayakkabıları ile güçlükle yürüyebilen, dekolte kızlar kalabalığının ortasında güçlükle ilerliyorduk. Zaman zaman durup bekliyorduk bir iki adım atabilmek için. Çocuklarını omuzlarına kaldırmış babalar, canlarından bezmiş bebekler, birbirini hasetle seyreden, süslenmiş botokslu kadınlar.

 

‘Sizin Girit’te böylemi’ dedim. Daha da kalabalık’ dedi daha da çılgın.’ Koluma girmişti, bu kalabalıkla ilgili miydi mecburen bilmiyorum ama durumdan memnundum. Yalnız yıllardır yürüyemediği için kapısının önünde oturup geçenlere laf atan ihtiyar komşumuzun önünden böyle geçemezdik. Sokağın sonuna doğru kalabalık azalıp kolumdan çıkınca rahatladım.

 

O zaman uzağa gidelim dedim bir kıyı meyhanesine. Izgara ahtapot, turp otu, biberli tereyağlı karides, kızarmış Germiyan ekmeği ve Yeni Seri 35 lik. Daha ne olsun?

 

‘Annen nasıl bulmuş’ dedim ‘babanı?’

 

‘Gemiden inmiş annem, akşam geri dönmemiş. Belki ailesini yakmış, işin o tarafını pek bilmiyoruz. Ama gemi Minsk’li güzel kadını adaya bırakıp saatinde demir almış. Minsk’teki köklerimin peşine düşemedim henüz. Annemin suskunluğu bazı ipuçları veriyordu belki. Babamla nasıl karşılaştığı konusunda çeşitli rivayetler var. Babam polisti ve bir konsolosluk kapısında nöbette. Annem oraya sığınmak istemiş. Darbeci dört albayın hüküm sürdüğü yıllar.’

 

*****

‘Erendira’nın babaannesi tarafından pazarlanan bir orospu olduğunu biliyor muydun peki?  Bilmiyorum dedi ama kitabı gördüm, okuyacağım.’ Yataktan kalkıp kitabı alıp getirdi, ‘ama bu Türkçe. Okumam yazmam yok.’ Bende Çerkesçe’de öyleydim. Okuma yazma bilmiyordum.

 

‘Mutluluğa gidenler oldu mu peki?’ sigaramdan bir nefes çektim, ‘Oldu’ dedim, ‘küçük bir kısmı mutlu. Diğerlerini bilmiyorum, mutlu olanlar açık beyan ediyor, diğerlerinin gıkı çıkmıyor. Bir kısmı tutunamadı geri döndü. Bir ikisi batıya gitti Türkiye’den de umudu kesip. İşin tuhafı Nalçik şehrini terk edenlerin sayısı 50 bin kişiyi bulmuş diyorlar son yirmi yılda. Huzurun peşine. Ayrıca Putin gittikçe daha da ağırlaştırıyor durumu.’

 

İki sürgün ne konuşur?

 

*****

‘Yarın döneyim diyorum’ dedi birden, beni Sakız feribotuna bindirebilirsen?’ Kaldığı bir hafta boyunca birbirimize alıştığımızı sanıyordum ben. Onu anladığımı, beni anladığını. Bu kasabada bir ilkti benim için. Değerliydi, bende değerli miydim onun için? Birden ne olmuştu da böyle.

 

‘Belarus’a gitmem gerekir herhalde, madem köklerimin peşindeyim dedi, teyzelerim hayatta mı?  Sibirya sürgünlerinde yitip gitmişler mi yoksa?’

 

‘Belki yine gelirim’ dedi gözlerimin içine bakarak. ‘Belki yine bir yaz günü’. Hüzünlüydüm. Feribottan el salladı. İmi timi belli olmadı uzun zaman.

 

Taa ki, denizler durulup, yağmurlar ininceye kadar.

 

Erhan Hapae / Aralık 2014

Comments are closed.