“Atatürk’le bir ilgisi var mıymış gerçekten, torun olmak…” diye sordum Albert’e Şaşırmış gibiydi, “Atatürk mü? Öyle bir şeyi hiç duymadım” dedi, sigarasından bir nefes çekip. “Yeni çıktığı adama, soyuna dair başka şeyler anlatmış”. Sustu biraz, “Bana da Mitterrand’la kan bağı olduğunu anlatmıştı bir zaman”

Erhan Hapae 11 December 2014
FERMİNA’nın SONBAHARI

“Annem bizi terk edip Duesseldorf’a gittiğinde 5 yaşındaydım. Ağlamış mıydım? Sarılıp ağlamışımdır herhalde. Yazın geleceğim tatile, sizi de en yakın zamanda götüreceğim cümlelerini hatırlar gibiyim. Ben, babam ve yaşlı halamla Ankara’da kaldık. Alıştım sonra annesiz hayata. Çocuklar çabuk alışıyor. Beni eğitip büyüten halamdır. Halam diyorum da, kadın babaannemmiş meğer! Annem çok sonraları söyledi bunu. Bu neden saklandı benden bilmiyorum. Necatibey caddesi civarında bir devlet lojmanında otururduk. Babamdan hayal meyal hatırladığım pek az şey var, biri; memur maaşını bir haftada yiyip bitirdiği için her seferinde, babaanneden yediği zılgıtlara karşı sinik haliydi.

Pansiyon olarak işletmeye çalıştığı evinin baş odasında yüzükoyun uzanmıştı yatağa, çıplaktı. ‘Sırtımı okşa biraz’ dedi. ‘G noktam orası.’

Güzelliğini geçen yıllar yıpratmıştı biraz ama yatakta iyiydi hala.

Annem yaz tatilinde söz verdiği gibi geldi ama bize değil İzmir’e ve teyzemin yanına. Beni İzmir’e kim götürdü hatırlamıyorum ama babam değildi. Babamla artık görüşmek istemiyordu demek. O yazı orada geçirdim kuzenlerimle, mutlu bir yaz. Annemin tatili bitip geri döneceğini ve benim ise Ankara’ya geri döneceğimi öğrendiğim zaman çok ağladığımı iyi hatırlıyorum. Böyle olacaktı demek.

İlkokulu Ankara’da okudum. Her yaz annemle İzmir’de buluşuyor yaz sonu kasvetli Ankara’ya geri dönüyordum. Aslında babaanne ile beraberdim sadece, babamı çok az görürdüm.

Ortaokula İzmir’de başladım. Artık babaannem ve babamda uzaktaydı. İzmir’e gönderilmemin nedenini anlatan olmamıştı ama boşanmışlar ve babamda evlenmek istiyor, beni istemiyordu belki. Babaannem ise yaşlanmış bana bakacak halde değil. Bunlar benim tahminim.

Annem ’in bir Fransız Teknisyenle evlendiğini teyzem söyledi. Sıkıntı içindeydi. Ben ruhsuz bir şekilde dinlemişim, sanki beni hiç ilgilendirmiyormuş gibi. Gece yatağımda gizli gizli ağladığımı kimseye söylemedim’’.

‘Bir yıl kadar kaldım İzmir’de. Yaz sonu annem gelip aldı beni. Paris’e gidişimin hikâyesi böyledir. Saçlarımı da okşa’

Tedirgindim, iki oda ötede ortaokul öğrencisi oğlu uyuyordu. Odaya gizlice girmiştik. Ona görünmeden sabah nasıl çekip gidecektim buradan. O ise daha rahattı; “korkma, seni otel müşterisi zanneder.’’

“Babamı o zamandan beri görmedim” dedi, başını kaldırıp. ‘’Sadece bir defa telefon ettim bir ihtiyacın var mı diye Paris’ten, o kadar. Şimdi yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum. Evlenmiş beni İzmir’e gönderdiğinde, bir kızı daha olmuş, onu duydum. Annemi ise on yıl önce kaybettim”

Hüzünlü bir hikâyeydi, saçlarını usulca okşuyordum sessizce dinlerken. Kalktı izin isteyip, tek bardakta buzlu bir viski ile döndü yatağa. Sırayla yudumluyorduk .Konuşmanın seyri değişti sonra.

“Babaannem’’ dedi ‘’Atatürk’le yakın arkadaşmış öyle der ve tapardı ona. Ankara Palas balolarında dans etmişler ikisi. Çok güzel fotoğrafları var. Çoğunu kaybettim.”

Babaannesinden bahsederken düzelmişti ses tonu. Onunla gurur duyuyordu sanki. Kim duymaz? Atatürk’le defalarca dans etmiş bir kadının biricik gelini, biricik kızını dans edene bırakıp neden Almanya’ya işçi olarak gitmek zorunda kalsın ki diye düşünüyordum ben, bütün köprüleri yakarak. Ardında hüzünlü, güzel küçük bir kız bırakıp hem. Ne olmuştu da böyle? Babaannesine duyduğu saygı, babasından bahsederken pek hissedilmiyordu.

Sabah uyandığımda odada yalnızdım ama çıkamadım ve gelmesini bekledim. Bir süre sonra gülümseyerek girdi odaya, ‘yollar temiz’ dedi, ‘çıkabilirsin.’

******

Onu ilk gördüğümde ilgimi çekmişti. Hiç de düşündüğüm gibi çıkmamıştı. Uzun boyu ve zarafeti ile bir İskandinav güzeliydi sanki. Fransız bir kadın, butik oteli var diye ondan bahsedildiğinde; biraz ihtiyar, biraz buruşmuş, emekli bir sürgün diye düşünmüştüm oysa.

Ara sıra kasabanın sokaklarında karşılaştığımızda ayaküstü bir merhaba ve bir iki şakalaşma dışında pek bir muhabbetimiz olmazdı. Elektrikli bisikletiyle ofisin önünde durur “nabeerrr’” derdi, işveli bir gülüşle. Ofistekiler kahveye davet eder o da reddetmezdi pek. Ben çok az müdahil olurdum muhabbete.

Aradan geçen birkaç ay sonra benim evin bahçesinde kalabalık bir gurupla yemek yedik. Eğlenceli şamata bir gurubun içinde oda vardı. Rakı servisini ben yapıyordum, soda ile içtiğini söyledi, değiştirdim. İkincisinde sodayı unutunca bozulduğunu hissettim ve yine değiştirdim. Özen gösterilmesi gereken bir özel olmak istiyordu.

Gecenin sonunda yeni aldığı arabasını göstermek istedi ve dağılan kalabalığın içinden, diğerlerinin meraklı bakışları arasında çekip çıkardı beni. İyi araba kullanıyordu sert ve hızlı. Kasabanın sokaklarında dolaştık bir süre. Sarhoştum, başıma ne geleceğini bilmiyordum. Bir yerlerde bir kahve ile mırın kırın konuşmalar. Sonra getirip evin önüne bıraktı beni. Ben böyle istemiştim, birazda pişmanlık duyarak. Onun ne istediğini ise bilmiyordum. Sigaram yoktu, param da. Biraz şaşkındım, sigara aldı bana. İçimden saçlarını okşamak geldi ve dokundum. Sonra utanıp ellerimi geri çektim. İtiraz etmemişti. Sonradan o anı unutmadığını söylemişti bana. “Nereye gidelim” diye sordu, bir fikrim yoktu. “Eve bırak” dedim, iffetini korumaya çalışan bir genç kız gibi.

******

Sonra bir kaç ay daha geçti aradan. Bir cesaretle yemek davetinde bulunduğum da, ret edecek diye ödüm koptu. “Başka bir kasabada başka bir lokanta olsun” deyince mutlu oldum. “Yapıştırmasınlar şimdi”. Yabancısı olduğum bir terimdi bu, itiraf edeyim.

Yemek boyunca muhallebiciye gitmiş eski zaman flörtleri gibi konuya hiç yanaşmayan konuşmalar yaptık birazda eğlenceli. O sadece bir duble içti tedbir olarak. Saçını okşadığım akşamki atak hali yoktu. Daha entelektüel bir muhabbete ihtiyacım vardı ama zorlama bir hal alınca saçmaladığımı fark ettim. Bari o konuşsun.

Paris’te lise derecesinde bir meslek okulu okumuştu. Fransızcasının iyi olduğunu söylüyordu. 18 yaşına gelip çalışmaya başladığında, Fransız cici baba artık ev giderlerine katkıda bulunmasını talep edip tavır alınca, evi terk edip kendine yeni bir hayat kurmuştu. Zor ama özgür. Hayatını hep kendi kazanmıştı o günden beri. Polis olmak istemiş Paris’te. Fakat vatandaş değilmiş o zaman ve olamamış. Sekreterlik, büyük mağazalarda müşteri temsilciliği yapmış bir süre. Sonra küçük bir butiği devir almış kendi işini kurmuştu. Sonra Lokanta işletmiş bar açmış, yapmış da yapmıştı.

“Sanki” dedi, “Paris’te hiç erkek kalmamış gibi geri geldim, Foça’lı ve üniversiteli bir disk jokeyle evlenip onu Paris’e götürdüm. Sonra o da beni annesi yaşında bir kadınla aldattı.”

Pat diye söylemişti bunu. Bir hınç ifadesi yoktu yüzünde. Şaşkındım. Polis olmak isteyip, olamayınca Foça’dan oğlan kaçıran ve kaçırdığı oğlan tarafından kısa bir süre sonra aldatılan yaralı bir kadınla yemek yiyordum ilk, üstelik birazda gönlü kaymış olarak.

Bir çocukla boşanma. Sonra ikinci evlilik. Yine bir Türk ama bu sefer “eğitimsiz bir cahil.” Böyle tarif etmişti. Ve bir oğlan daha.

“Eğitimsiz bir cahille nasıl evlenebildin?” dedim. Öylece ağzımdan kaçıvermişti. Bunu hor görür bir duyguyla söylediğimi hissedip tedirgin olmuştum ama alınganlık göstermedi. “Yaptım işte” dedi. “ilkini ben seçmiştim iki ailenin karşı çıkmasına rağmen. Olmadı. İkincisini ise annem. O çok daha kötü çıktı. O da aldattı beni.” Dura dura konuşuyordu, gözlerine bakamadım. “Annemin öldüğü günün ertesinde kovdum.”

Aylarca görüşmedik.

******

Biraz yıpranmış ta olsa bir seksapellik olduğunu düşünüyordum onda, zarafetle karışık. Ama konuşacak çok fazla bir şey yoktu aramızda. Üniversiteye gitmemişti. Dünyayı gezmişti fuardan fuara ama dünyada ne olup bittiğinden bihaberdi. İki koca eskitmiş, iki oğlan doğurup birini Fransa’da babasına bırakmış, birini de yanına alıp, Paris’te uğraşıp bunaldığı yaşam mücadelesinden kaçmış, bu küçük Ege kasabasına sığınmıştı. “Özgür bir kadın olarak yaşıyorum tek başıma.” Tam da böyle söylemişti. Beş odalı pansiyonunu işletmeye çalışıyordu. Paris’te sahip olduğu dükkândan aldığı küçük bir kira geliri dışında geliri yoktu. Birinden kurtarmıştı belki ama küçük oğlu vardı bakıp büyüteceği.

Kadındaki bu mücadele azmi hoşuma gitmişti anlattıkları doğruysa ama parçalanmış bir ailenin ateşinde kavrulup gitmiş, kendisinin çalkantılı kısa evlilikleri ve babasının hayatta olup olmadığını bile merak etmeyen hali ürkütmüştü beni. Belki de anlattığı gibi değildi her şey.

Ben bir adım atmış onu yemeğe davet etme cesareti gösterip yapacağımı yapmıştım. Öyle düşünüyordum. Geri çekilip beklemeye durmuş, karşı hamleyi ondan bekliyordum artık.

Aradan geçen uzun bir süre sonra küçük bir gurup yemeğinde tekrar karşılaştık. O gecenin sonunda geldi evime ilk.

******

“Dedeni hatırlıyor musun?” dedim, “Babanın babasını yani?” “Yok dedi, öyle bir şey hatırlamıyorum.”. Böyle bir soruyla ilk defa karşılaşmış gibiydi. “Annem de hiç bahsetmedi ondan, bilmiyorum hiç bahsi geçmez.” Bir süre sustu. “A aaaaa” diye bağırdı şaşkınlıkla ve ilk defa aklına geliyormuş gibi, “belki de yok!”.

Evde tehlike yoktu, oğlan uzakta ki pansiyonda uyuyordu. Fısıldaşmaya gerek yoktu, gülüşmeler yüksek sesle olabilirdi, serbest. Atatürk’le dans eden bir kadının torunuydu. Sadece bu kadarsa mahsuru yok. Kuşku.

“Seni leylekler getirmiş olmasın” dedim usulca, “Ya da babaannen Meryem Ana.” Bir an duraksadı, şaşkınlığını üzerinden atıp ne dediğimi algılayınca tepine tepine gülmeye başladı yatakta. Bu durumdan da gurur duyacaktı nerdeyse. En azından bir rahatsızlık duymamıştı. “Atatürk Orman Çiftliğinden her ay ciddi kumanya gelirdi bize bira da dahil. Bak cidden.” Kahkahaları daha da arttı.

Atatürk’ün torunu muydu yoksa? Ehlibeytten.

Eski Paris’li sevgililerinden bahsetti, sormadığım halde. Bir Fransız bankacıdan, Bursalı bir Çerkesten, Karayipli bir melezden. Bunları peşpeşe saymıyordu elbet, mavra yapıp gülüşürken araya sıkıştırıyordu. Bozulmuştum biraz. “Daha çok var mı? diye sordum. “Oldu bir iki daha” dedi. “Eee o zamanlar genç ve güzeldim tabi.” “Yine güzelsin” dedim, hoşuna gitti uzanıp yanağımdan öptü. Bizim memlekette cinayet sebebiydi, bu anlattığı her şey.

Genç yaşta iki kocası tarafından aldatılmış olmaktan mı kaynaklanıyordu bu sık sevgili değiştirmeler? Yoksa ruhu mu bu? Erkekler mi terk ediyordu onu yoksa o mu? Neden sürdüremiyordu bir ilişkiyi. Belki de eski kocalarından ya da erkek milletinden intikam almaya çalışıyordu topyekûn. Ya da bu hikâyeleri duyan erkekler sırra kadem mi basıyordu bir süre sonra onu çaresiz bırakıp. Ve kocaları değil de o mu aldatmıştı hep? Hepsi mümkündü. Aslında birazda kendini aldatıyordu belki. İnsan, böyle bir şeyi de isteyebilir bazen.

Bunları zihnimden geçiriyordum, birazda onun adına üzülerek ama gel geç bir ilişki olacağı şimdiden belli olan durumun keyfini çıkarmaya çalışayım diyordum. Ara sıra görüşürüz keyifli bir ortam olursa.

Öyle olmadı.

******

Kısa bir süre sonra sık görüşmeye başladık. Oğlunu okula gönderdikten sonra soluğu benim evde alıyor, “Ben geldiiiim kahven vardır umarım” diye sesleniyordu kapıdan. Vardı. Sonra gidiyor, akşamüstü yine geliyordu. Gelemediği zamanlar, beni pansiyonun bahçesine çağırıyordu zeytinlerin altına. Ben de gidiyor ve hoşlanıyordum durumdan ama bu kadarı biraz fazlaydı benim için. Öyle diyordum ama etkisinden de kurtulamıyordum.

Bir süre sonra ilgisiz bir kadını bahane edip kıskançlıkla saldırıya geçti. Bu kadar yoğun, bu kadar dominant. “Yahu, bahsettiğin kadının sevgilisi var ve beraber yaşıyorlar benle ne alakası olabilir?” desem de “Senin ne menem bir şey olduğunu tahmin edebiliyorum bir, ikincisi ona benden daha çok değer veriyorsun” diye cevap veriyordu pek bir sinirli. Tanrı Türkü korusun. Onun kendi hayatıyla ilgili anlattıkları ile çelişiyordu bu kıskançlık halleri.

Savuşturmaya çalıştığım salvolardan sonra bir olay daha oldu. O gün bir geziye gitmiş, benimde kendisiyle beraber gitmemi istemişti. Gurup çekebileceğim bir grup değildi o da biliyordu bunu. “Peki gelme.” dedi.Geç döneceklerdi. O gece onun nefret ettiği kadın beni yemeğe davet etti (eger bir programın yoksa diye) Yoktu, olur. Başka bir kadın daha vardı beş kişilik masada. İş konuşuyorduk. Bir şekilde ya öğrendi yada hissetti evime geldi gece yarısı. Evi kapalı görünce telefonla aradı birkaç kez ama cevap alamadı benden. Telefonu evimde unutmuştum zira. Sonra masadaki başka bir arkadaşı aradı ve durumu öğrendi. Aradığını bilsem ilgilenir masaya davet ederdim diye düşünmüştüm, böyle söylüyordum herkese, tamda olduğu gibi.

Kırgınlık ve nefretle terk etti beni.

Onun aradığını eve dönünce gördüm gece aramadım, sabah ararım diye düşündüm. Üzülmüştüm bu duruma ve durumu anlatabilmek için iki defa aradım ama telefonlara çıkmıyordu artık. Bitmişti. Bir bakıma iyi olmuştu ama ona herhangi bir şekilde, başka denizlerde dolaşmadığımı izah etmek istiyordum, nafile. Peşini bıraktım. Ayrılmış olduk.

Kasabanın sokaklarında karşılaştığımızda suratını öyle sert bir şekilde çeviriyordu ki nefreti işaret ediyordu direkt. Burkmuştu beni. Onun nefreti mi burkuyor beni, yoksa sandığımdan daha derin duygular mı besliyordum ona? Belki ikisi birden. Hüzünlüydüm. Belki de yenik düşmek üzmüştü beni. Psikolojik üstünlüğü ona kaptırmıştım, beni rahatlatacak olan tek şey onun beni hala sevdiğini öğrenmek olacaktı, hani bir daha hiç görüşmeyecek bile olsak.

Terk edilmiş birisi olarak kendi kendimle dalga geçiyordum bir nevi iç savunma. ”Terkedilmiş birisiyim ben” diyordum eşe dosta. Eş dost ise benim anlayamayacağım şekilde memnundu durumdan. Bu biraz tuhaftı.

Gerçi terk edilme konusunda tecrübeliydim. Terk etmek yerine terk edilmeyi daha uygun buluyordum bütün şartları hazırlayıp. Ama yine de burulmuştum epey.

******

Ayrılık uzun sürdü, ertesi bahar yine ortak arkadaşlarımızın düzenlediği bir partide karşılaştık. Kırılıp küsmekte ve terk etmekte haklı olduğunu söyledim ona, bir köşeye çekip. ‘Kırılmış onurunu tamir etmek bana düşer ve hala aynı duygular içerisindeyim. Ayrıca nefret edilen birisi olmak kahredici bir yükmüş, bilmiyordum. Benden kaçıp saklandığın zaman boyunca anlatmak istediğim şeyler bunlardı. Bu kadar. Şimdi istediğini yapabilirsin hadi bir daha terk et, serbestsin’. Esas istediğim bu değildi tabi. Geceyi tertiplemeyi onun düşünmüş olduğunu ve benimle karşılaşmak istediğini bilsem dökülür müydüm bu kadar, emin değilim. ‘Bunu arkadaşımdan ben istedim’ diye itirafta bulunmuştu daha sonra. Demek peşimdesin ha, bir yandan kaçar gibi yaparak. Psikolojik üstünlüğü ele geçirmemin huzuru içinde Nirvana’ya ermiş bulundum. İstediği yere kaçabilirdi artık, serbest. Hiçbir yere gitmedi. O gece barışıp oteline gittik. Atatürk’ü, babaannesini, Ankara Palası, Paris’i dinlediğim o.

Sonra sıkıntılar.

******

Önünde rengârenk sandalların sıralandığı salaş balıkçı meyhanesinde hafifçe girdim konuya.”Yakmışsın o adamı “dedim, “İlk kocanı yani.” “Nasıl?” dedi biraz şaşırmış.

“ODTÜ işletme mezunu adamı götürüp ananın lokantasına garson yapmışsın. Yıl 86-Özal zamanı, bu ülkede kalsa bir kariyer sahibi olurdu ya da Amerika’ya gitse canını kurtarırdı. İki dominant kadın eziyet etmiş olabilirsiniz ona, sınıfsal geçişlerin neredeyse imkânsız olduğu Fransa’da’’. Ummadığım bir şekilde sakin karşılamıştı söylediklerimi ve “Hiç bu açıdan düşünmemiştim” dedi. İlk koca eski müflis bir film yapımcısının oğluydu. Ana sevgisinden uzak büyümüştü. İyi bir eğitimden geçmiş, disk jokeylik yapacak kadar müzik derinliği olan biriyken Paris’te bir gurbetçi lokantasında döner kesiyordu bilemedin. Hadi de garson.

Kayınvalide, benden geçiniyorsun bakışlarıyla yıkıyordu adamı. “Annesi yaşında biriyle aldattı beni” dedi. “Ama hala onunla birlikte.” Bilmiyordum bunu. “Demek ki sadakat problemi yok adamın, senin dediğin gibi değil, kusur sende olmasın sakın?”.

“Onurumu kırıp oturmalıydım mı diyorsun, ya düzelirse belki? Yapamadım. Oğlumu kaptığım gibi evi terk ettim. Bitirip annemin evine döndüm.” Uzunca bir süre sessiz kaldı, esen rüzgarla koyda hafifçe sallanan renkli sandallara yüzünü dönüp. Ben susmuştum. “Yine de ilk oğlum şanslıydı” dedi zorlanarak, sodalı Kara Efe kadehinden sıkı bir yudum çekti. “Babası, amcalarının desteğiyle çekip aldı elimden onu, ben büyüteceğim dedi. Gitti Strasburg’a yerleşti, bir bankada yönetici şimdi.” Pişman gibiydi.

Nasıl verdin dört yaşındaki bebeğini diye sorma cesareti gösteremedim. Gözyaşları içindeydi artık.

******

“Babam yaşıyormuş” dedi o gün. Başka bir yerde kahve içiyorduk. Teyzemi aramış, buralara yerleşecekmiş. Teyzeme Paris’te yaşadığımı söyle dedim, görmek istemiyorum onu.” Limanda dizilmiş beyaz teknelere dalıp gitmişti gözüm. Kırk yıldır görmediğim ve benimle hiç ilgilenmemiş babamın yaşadığını öğrensem bir vakit, nasıl davranırdım acaba? Babasından, çocuklarının babalarından nefret eden bir kadınla beraberdim tanrı korusun. Benden de nefret ediyordu kim bilir?

“Hayır” dedi “Seni seviyorum ben”. Benim de aynı şeyi söylememi istediğini hissetmiştim ama ne yapsam. Kadınlar ne kadar rahat söyleyebiliyor bunu. Erkekler için ne kadar zor.

“Bana bir Vespa al” dedi birden. “Çok pahalı “ dedim gülerek. O da güldü ama kızarak, “denemek istemiştim seni” dedi. “İyi, denemiş oldun.” dedim. Gergin bir durum çıktı aramızda ama çok fazla büyütmedi. Dobra isteği şaşırmıştı beni.

Dertlerini sıralamaya başladı her gün olduğu gibi yeniden ve bir daha yeniden; Bahçesi bakımsızdı, mutfağı dökülüyordu, bahçesine bir oda daha eklemesi gerekiyordu. Fransız babadan alkolik kardeşi yine işsizdi Paris’te ve yardım istiyordu sürekli. Storları bozulmuştu Allah kahretsin, kanalizasyon tıkanmış, yanındaki personeli kaçmıştı. Sezon kötü geçmişti, kışı nasıl geçirecek. Yoksa Paris’e dönüp eski banker sevgilisiyle mi evlenseydi. Ah kafa. Geleceğinden endişeliydi, oğlu lise imtihanlarından düşük puan almıştı. Otelini kiraya verip bir eve çıkmak istiyordu artık huzur yok. Bir gün ev reçeli imalatı yapmayı planlıyor ertesi gün bahçesinde ev yemekleri lokantası açmayı, sonra vazgeçip kendisine talip olan emekli albayla mı evlenmeliydi yoksa.

Bakımsız bahçesini düzeltmemi, dökülen mutfağını değiştirmemi, Paris’e götürüp banker sevgilisiyle evlendirmemi, olmadı ona bir ev tutup reçelci dükkânı açmamı, o da olmadı onu albaya vermemi istiyordu benden. İstekleri karşısında sessiz kalıyordum genellikle ama Fransız Bankacı meselesini makul buluyor, olmadı Albayı kaçırmamasını öneriyordum. Albay gider maaşı kalır. “Allah belanı versin” demişti sinirli bir gülüşle. Ben ciddiydim oysa.

Sorunlarımı çöz demek istiyordu bütün bunları anlatırken. Gözün kimseyi görmesin, feda et kendini……. Böyle bir ilişkinin yabancısı idim. Yabancı kaldım. Bitti Bitiyor.

Kendi sorunlarımı çözebilmiştim de sanki.

******

Fermina;

Ne sevdiğini söylüyor bana, ne bir derdime çare. Yanı başımda başkalarına iltifat edip çatlatıyor beni. Kadın erkek herkesle ilgili, herkese kibar. Kasıtla yapmıyor belki ama ne fark eder. Ben sadece benle ilgilensin istiyorum oysa. Gelecekle ilgili tek kelime çıkmadı ağzından şu kadar zaman. Soruyorum, sessizliğe bürünüyor. Halimi anlıyor aslında ama tavrı bu, kahretsin.

Yanımda sessizce oturup resim çizdiğinde huzur içindeyim hâlbuki. Güvenilecek mavi bir liman evet ama gel gör ki yanaştırmıyor. Bir aydır birlikte olmuyoruz, teklif bile etmiyor. Bende etmiyorum artık.

Dar günümde yanımda değilsin. ”Başka şehirler var dedin başka denizler.” Sen söyledin……………….. Beni unutamayacaksın asla.

******

“Atatürk’le bir ilgisi var mıymış gerçekten, torun olmak…” diye sordum Albert’e

Şaşırmış gibiydi, “Atatürk mü? Öyle bir şeyi hiç duymadım” dedi, sigarasından bir nefes çekip. “Yeni çıktığı adama, soyuna dair başka şeyler anlatmış”. Sustu biraz, “Bana da Mitterrand’la kan bağı olduğunu anlatmıştı bir zaman”

Dehşete düşmüştüm birden, “Sana da mı anlattı” dedim, “Yatakta çıplak?” Gülümsedi.

“O bir anlatıcı” dedi. “Herkes bilir bunu”

 

Erhan Hapae / Aralık 2014

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed.