İktidar için değil, iktidara karşı mücadele!

Erdoğan Boz 11 August 2014
Yeni Tarz-ı Siyaset

 

Uzun süredir Türkiye gündeminin kilitlenmiş olduğu cumhurbaşkanlığı seçimleri dün gerçekleşti. Bütün süreç boyunca büyük tartışmalar yaşanmış olmasına, iktidar partisinin muazzam boyutlara ulaşan ‘reklam kampanyasına’ ve yapılan bütün katılım çağrılarına rağmen yaklaşık %75 gibi son 12 yılın en düşük katılımlı seçimi gerçekleşti.

 

Oy oranları ise hepimizin malumu: her yüz kişiden yaklaşık 52’si Tayyip Erdoğan’a, 38’i Ekmeleddin İhsanoğlu’na ve 10’u da Selahattin Demirtaş’a oy verdi. Bu sonuçlara bakıldığında, hem katılım oranı hem de adayların oy yüzdeleri üzerinden pek çok farklı sonuca ulaşmak mümkün. Henüz sandıkların tamamı açılmadan kazananlar ve kaybedenler üzerine hem partilerin yetkili ağızlarından hem de siyaset yorumcularından pek çok şey duyduk. Önümüzdeki günlerde de çokça duymaya devam edeceğiz. Elbette bu yorumlar siyaseti ve toplumu anlamak açısından çok önemli. Fakat meselenin bir de felsefi bir araştırma alanı olarak ‘iktidar’ ilişkileri boyutu olduğunu unutmamak gerekiyor.

 

Bu bağlamda, modern siyaset anlayışının temelini oluşturan kavramlardan bir tanesinin ‘iktidar mücadelesi’ olduğunu biliyoruz. Merkezileşmiş iktidar aygıtı olarak devleti ve dolayısıyla iktidarı ele geçirme mücadelesi ‘modern zamanların’ başat siyasi görünümüydü. Hala da bu anlayış büyük oranda hakim.

 

Kendi içinde pek çok tartışmayı barındıran bir mesele olmakla birlikte, post-modernizm olarak adlandırılan modernizm eleştirisi bu alanda da eleştirel bir yaklaşımla kendisini gösterdi. Akademik yaşamının büyük bir kısmını ‘iktidar’ araştırmalarına ayıran Foucault’ya göre iktidar artık eskiden olduğu gibi tek bir merkezde toplanmıyor; toplum, herkesçe malum, görünür bir merkezden kontrol edilmiyordu. Bunun yerine çok daha farklı tahakküm teknolojileri işin içindeydi. İktidar herkesin bir şekilde üzerinde hissettiği ama asla göremediği bir şekle bürünmüştü. Daha somut bir ifadeyle iktidara artık sadece karakollarda, kışlalarda, hapishanelerde, okullarda ya da devlet dairelerinde değil günlük yaşantımızın her anında, her alanında, hatta bir başımızayken, en mahrem zamanlarımızda dahi maruz kalıyorduk.

 

Elbette böyle bir iktidar anlayışının kimi siyasi sonuçlarının da olması kaçınılmaz. Öyle ki, iktidar her yerde olduğuna göre, iktidara karşı da her yerde mücadele edilebilir. Yani, küresel anlamda yayılmış, her yönüyle topluma sirayet etmiş iktidara karşı mücadele etmenin tek etkili yolu da farklı iktidar alanları içinde, yerel fakat küresel anlamda yaygın bir başkaldırıdır; aynen Gezi direnişinde olduğu gibi.

 

Gündemimize geri dönecek olursak, iktidar için mücadele eden biri eski, biri nispeten yeni iki odağın aksine, tam olarak %10 dahi oy alamamış olmasına rağmen kendisini seçimlerin galibi addeden bir adayla karşı karşıyayız: Selahattin Demirtaş.

 

Seçim kampanyasının ilk günlerinde dile getirdiği ‘radikal demokrasi’ kavramıyla aslında böylesi bir iktidar karşıtı mücadelenin sinyallerini vermişti Demirtaş. Bütün seçim kampanyası boyunca da sürekli olarak ezilenlerin hak ve kimlik mücadelesine vurgu yaptı, farklı alanlarda mücadele veren demokrasi güçlerine seslendi, sosyal ve siyasal alanda en az görünür olan kesimlerle defalarca kez bir araya geldi. Popüler siyasi anlayışların daha önce hiç dokunmadığı konulara dokundu. Sonuç olarak kendisini aday gösteren HDP-BDP bloğunun toplam oylarını ikiye katladı. Ve yepyeni bir heyecan yarattı. Bu heyecan devam ettirilebilirse şayet, tabanı büyük oranda Kürtlerden oluşan ama artık salt bir Kürt hareketi olmanın çok ötesinde bir siyasi anlayışa dönüşecek ve Türkiye siyasetinde önemli bir demokrasi odağı olacaktır.

 

Genel durum böyle. Elbette bu yeni siyaset anlayışının biz Çerkesler tarafında da bir karşılığı olmalı. On yıllarca mevcut iktidar ilişkileri içinde kendisine siyasetçi ya da ‘aydın’ devşirerek çıkar elde etme ve konjonktürden kendisine pay çıkartma anlayışıyla bir tür ‘üst’ siyaset yapan, yapmaya çalışan Çerkesler, artık bu yaklaşımın sonuçsuzluğunu görmeli. Yaşadıkları ülkelerdeki iktidarın bir parçası olarak, kendilerine biçtikleri ‘köprü olma’ misyonuna bir son vermeli.

 

Böylesi bir anlayışın bizi götürmüş olduğu nihai noktanın tam bir açmaz olduğunu DÇB başkanı Sohrokov Hauti’nin yakın zamanlı röportajında(1) bütün çıplaklığıyla gördük. Bunun yerine, kendilerine dayatılan bu siyaset tarzına karşı çıkmalı, ilkeli bir siyaset anlayışı geliştirmeli, kendi mücadele alanlarını genişletmeli, yeni alanlar açmalı ve yeni ittifaklar kurmalı. Son yaşadığımız gazeteci Kuaşhev cinayeti(2) de bunun bir zorunluluk olduğunu gösteriyor bize. Dolayısıyla, Demiştaş’la ya da değil, Çerkesler de artık bu heyecana katılmalı, bu yeni tarz-ı siyaseti benimsemeli: İktidar için değil, iktidara karşı mücadele!

 

(1) http://www.gusips.net/news/7325-hauti-sohrokov-diyalog-ihtiyaci-karsiliklidir.html

 (2)http://www.gusips.net/news/7371-kabardey-balkarda-gazeteci-cinayeti-timur-kuazhev-olduruldu.html

Yorumlar (2)
  1. ahmetyermez on said:

    eskiden furkan dzapş yazardı böyle yazılar zevkle okurdum. şimdi sizden böyle içerikli yazılar okumak ne mutlu.

  2. Yusuf Tunçbilek on said:

    Çerkesler “iktidar eleştirisi” yaparak nereye gelecekler çok merak ediyorum. Türkiye’deki Çerkeslerin ne kadarı siyasi kişilik ki? Kaç tanesi politik de kaç tanesi iktidar eleştirisi yapacak? Çerkeslerin kaç tanesi “Çerkes” olduğunun bilincinde bir kere?

    Çerkeslerin Türkiye’deki en önemli, görünmez statüleri “misafir” olmalarıdır. Bu hem Çerkeslerin hem de Türklerin zihinlerinde böyledir. Misafir oluş, yani sessiz sessiz iktidara ses çıkarmayış, doğrudur, yanlıştır, o ayrı bir tartışma konusu, toplumsal realite budur, ve bu, öyle birkaç kişinin mücadelesi ile kırılamaz.

    Açık açık yazayım, Çerkesler “Kürtler” değildirler. İki topluluğun düşünme mantıkları birbirinden çok farklıdır. Kürtler “öz vatanında garip öz vatanında parya” durumundayken, Çerkesler “öz vatanında yok, ikinci vatanlarıyla uyumlu” durumdadırlar.

    Çerkesler Ruslara yenilmiş ve göç etmek durumunda kalmışlardır. Osmanlı-Türkler onları Türkiye’ye misafir olarak kabul etmişlerdir. Bir deprem olmuş ve siz akrabanızda kalıyorsunuz. Bu durumda misafir ev sahibine ne kadar itiraz edebilir? Evin durumunu ne kadar eleştirebilir? Yok olmaktan zor kurtulmuş bir halk, “iyi”yi kolay kolay aramaz, oturduğu yerden şükreder. Kabul edelim ya da etmeyelim, bu böyledir.

    Gezi Olayları ile beraber “iktidar karşıtı” olmak moda olmuştur. Fakat bu moda, bütün modalar gibi gelip geçici olma özelliğini taşımaktadır. Ve modaların “doğru” olduğunu iddia edemeyiz. Sadece göze hoş görünüyordur, fakat bir zaman sonra “herkes” yapmaya başlayınca tadı tuzu kalmaz.

    “Heyecan” gelip geçer, realiteye ve halkların ne istediğine bakmamız gerekmektedir. Unutmamamız gerekmektedir ki siyaset “olan”ın üzerinden yapılır, “olması gereken”in üzerine değil.

    Çerkes “heyecan” yapabilir, ama “Çerkesler” heyecan yapmaz. Bireyler heyecan yapabilir, ama halklar heyecan yapmaz.