Sürgün, travmatik aidiyetsizliğe gark olarak biraz tutsak, dünyanın herhangi bir yerinde yaşamayı becerebilecek kadar da yeteneklidir.

Dilek Qudey 12 May 2014
VE YOLA ÇIKARSIN!

 

Dünyada olup bitenleri “olduğu” gibi kabul etmek, sağından solundan yontarak kendimize göre uyarlayıp yön duygusunu kaybetmeden ilerlemek bedeli ağır bir yolculuktur. Sürgün, travmatik aidiyetsizliğe gark olarak biraz tutsak, dünyanın herhangi bir yerinde yaşamayı becerebilecek kadar da yeteneklidir.

 

“Bütün bu yolculuklar geçmişini yeniden yaşamak için mi?” diye sordu. Şöyle sorabilirdi: “Bütün bu yolculuklar geleceğini yeniden bulmak için mi?”

(Italo Calvino/Görünmez Kentler)

 

Ve yola çıkarsın!

 

Bazen neden gittiğini, neden geri döndüğünü bilemesen de yolda olmak güzeldir. Yaşadığın bütün şehirleri, sokakları, bulduklarını, yitirdiklerini hatırlamazsın. Hayallerinde büyüttüğün bir ufka sabitlersin gözlerini.

 

İnsan dikkatini verip kulak kabarttığında uzak sesleri de duyabilir. Yıllardır duyduğum bu seslerin peşine takılıp Maykop’a doğru yola çıktım.

 

Bir zamanlar “biz” olan, geçmişin kabuklarından öykü öykü koparılıp “ben” haline getirilen tüm Çerkesler gibi ben de kendi öykümün peşindeydim.

 

Şu anda köklerimin salındığı topraklarda olmanın tatlı sersemliği içindeyim.

 

Kadim zamanlardan beri burada yaşamış ve soykırıma uğrayıp, sürgüne yollanmış insanların öyküsünü anlatan yağmuru dinliyor, yitip gidenleri sarmalayan karanlık sessizliği duyuyorum. Adımladığım topraklarda Ölülerin ağaç köklerine düğümlenmiş bedenlerinin titreşimlerini hissediyorum. Toprağa karışan bedenlerden can bulan fidanların rüzgarla dans edişlerini, atların kızgın soluğunu, uğuldayan kıvranan acıların boşlukta sürüklenişini yön duygumu kaybetmeden hissetmek ne kadar da zor. Sözcüklerim umutsuzca susup içime akıyorlar. Bu topraklarda yürüdükçe ölenlerin nabız atışlarıyla birlikte atıyor nabzım. Unutulan adları, sesleri, öyküleri rüzgar fısıldıyor kulağıma.

 

Asırlar öncesinden halka halka iç içe geçen öyküler, kendi hayatımın sıcaklığında üşütüyorlar beni. Durmadan anlatmak istiyorum. Durmadan hayaletlerle konuşmak istiyorum. Tam olarak hangi duygularla anlatmalıyım bazen bilemiyorum. 21. Yüzyıldan gelen sürgün torunu bir diasporayım. Koca bir dünyayı kocaman bir boşluğa getiriyorum. Bir yaranın izini takip edip buralara geldiğimi anlamalarını diliyorum. Yaralar her zaman kanamaz, bazen kabuğunu koparıp kendiniz kanatırsınız ve o zaman korkutucudur kanamanın sesi. İmgeleri, ruhları hiçliğin derinliklerinden çıkarıp sohbet etme çılgınlığı içindeyim. Cümlelerim delik deşik. Belleğim dumanlı dağlar gibi. Kendi hayatımı çırıl çıplak soyup ortaya koyuyorum anlasınlar diye. Gerçek dünyanın dışına savrulmak, bilmediğim şeylerin peşinde sürüklenmek istiyorum. Ölülerle konuşmak minnet duygusu oluşturuyor.

 

Bizi bir arada tutan soluklar ciğerlerimizden çıkıp buharlaşsa bile, nefesleri duymak ve kabullenmek.

 

Ölenler de yaşayanlar da bu dünyanın içindeler. Parmak uçlarımı iyice uzatsam dibe değebilir miyim acaba? Yüzeye çıkmak için buna ihtiyacım var.

 

Yağmur, toprak, çamurlu ayaklarım. Vatanda adımlıyorum ruhlarla sohbet ederek. İç döküşlerim serpilsin her bir yana. Toprağın altındakiler gibi ben de yürüyorum buralarda, adımlarımı büyük babamın adımlarının yanına bırakıyorum.

 

“Ben geldim” diyorum. “Buradayım” … bu iki sözcük benim için çok şey ifade ediyor.

 

Yaşamı diz üstü çöktüren bu zorba dünyada Sürgünün sözcükleri cılız kalıyor. Hayaletlerin parmakları saçlarımı okşuyor.

 

Ve ruhlar bana sesleniyor:

 

“Git! Yat ve uyu. Sen var olduğun sürece güneş her zaman doğacak. Işıklar renkleri doğuracak. Sorularının cevaplarını yaşarken bulacaksın. Soluğun daha anlamlı olacak. Yaşamış herkes, şu anda yaşayanlarla, yaşayacak olanlarla zamanın bir yerlerinde hep yan yana olacak. Şimdi git ve unutma! Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

 

Altın rengi ışıklarla yeniden başlamak. Uçsuz bucaksız bembeyaz kağıtlara çırpınan kelimelerle ve titreyen bir kalple sesleri çınlayan öyküler yazmak…

Comments are closed.