Beyaz adamın yatacak yeri yok!

Nurdan Şahin 01 November 2013
Gündemin dışında bir gezi yazısı: AFRİKA ÜÇLEMESİ – 1

 

“NAMİBYA, ZAMBİYA, BOTSWANA”

 

Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında yol alıyoruz. Rehber/şoförümüz Derek’ in telefonu çalıyor, şaşkın bir sesle ve tabii İngilizce “peki tanıyor musunuz siz Mr. Cemal’ i?” diyor. Aldığı cevap olumlu olsa gerek, telefonu, seyahat arkadaşlarımızdan Hasan Cemal’ e uzatıyor. Hasan Cemal, son derece şaşkın, alıyor telefonu, yüzünde mutlu bir gülümseme ile kısa bir konuşma yapıyor. İnternete oteldeki wifi dışında ulaşılamayan, telefonun bazen çektiği Namibya’ dan Hasan Cemal’ in T-24 e yazdığı yazıyı okuyup, hiç üşenmeden bir dedektif gibi izini sürerek bizim rehbere ulaşan ve telefonu Hasan Abi diye açan Celal Bey, 80 darbesi sonrası Türkiye’ den Almanya’ ya giden; yolu, evlilikle mutlu sona ulaşan bir aşk nedeniyle Namibya’ ya düşen ve 20 yıldır orada yaşayan bir Türkiyeli Kürt. Bu sürpriz hepimizin çok hoşuna gidiyor ama bir yandan da nereye gidersek gidelim , teknoloji nedeniyle artık bir süreliğine kaybolmak gibi bir lüksü yok kimsenin diye düşünüyoruz. Büyük Birader her daim bizi gözlüyor!

 

Bayramdan iki gün önce, 3 eski bankacı, 2 reklamcı, bir gazeteci ve iki lise öğrencisinden oluşan 8 kişilik bir grup olarak, içimizden bir arkadaşımızın lokal bir acenteyle organize ettiği 12 günlük Afrika Üçlemesi gezisi başlıyor.. Birkaç gün önce hepimiz sarı humma aşılarını olduk; sıtmaya karşı 40 gün sürecek antibiyotik kürüne başladık. Dünyada gidecek başka yer mi kalmadı gibi yorumları kulak ardı edip, 9 saatlik bir yolculukla Johannesburg’ a , orada valizleri alıp hemen bir başka uçakla Namibya’ nın başkenti Windhoek’ e uçuyoruz. Ertesi sabah da, dünyada ölmeden görülmesi gereken 100 yerden biri olan Kızıl Çöle uçacağız. Namibya, eski bir Alman sömürgesi, daha sonra Güney Afrika Cumhuriyetinin korumasına girmiş ve 1990′ da da bağımsızlığına kavuşmuş. 824 bin km2 yüz ölçümüne karşın, 2,5 milyon nüfusu var – yani sokakta bir insana rastlama olasılığı oldukça düşük! Otelimiz son derece sıradan; akşam yemeğine Joe’ nun birahanesine gidiyoruz tavsiye üzerine. Menüde pek tanıdık bir şey yok: kudu ızgara( bir tür antilop), zebra söğüş, geyik bonfile – seç seçebilirsen. Herkes değişik bir şey söylüyor, birbirimizin yemeğinin tadına bakıyoruz. Etler lezzetli ama sert; çok koşan kaslı hayvanlar bunlar.

 

Sabah erkenden havalimanına gidiyoruz. Uçak şirketinin adı “Manzara Hava Yolları”. O da ne? Pistte iki tane küçücük pır pır uçağı – Cessna 210. 8 kişi , ikiye bölünüyoruz; dörder dörder biniyoruz. Uçaklar zaten pilot dahil 6 kişilik ama, bir kişinin yerinde de sınırlı kilodaki eşyalarımız duruyor. Bizim pilot Reinhard 22 , kullandığı uçak ise 35 yaşında!Güney Afrikalı bir beyaz olan Reinhard uçak hakkında bilgiler veriyor- saatte 350 km hız yapacağımızı, 3500-4000 metreden uçacağımızı söylüyor. Telefonlarımızı kapatmalı mıyız sorusuna ise gülerek cevap veriyor – telefonun bozacağı bir elektronik donanım yok elbette bu emektar uçakta. Bir gürültüyle havalanıyoruz; bir arkadaşımızın arada bir attığı çığlıklara karşın, çok keyifli bir yolculuk bu. O kadar alçaktan uçuyor ki, insanın uzanıp dokunası geliyor yere. Gerçi dokunacak bir şey de yok – uçsuz bucaksız bir çölde gidiyoruz. Bir saate yakın uçuştan sonra, çölün ortasına iniyoruz. İki tane baraka var sadece; biri benzin ikmali istasyonu, öteki de tuvalet! Memleket alışkanlığıyla, korkarak giriyoruz tuvalete ve inanılmaz bir temizlikle karşılaşıyoruz. Sonra buna alışıyoruz; üç ülke de inanılmaz temiz.

 

İkinci uçak da sağ salim inince, gelen arabaya doluşup otelimize gidiyoruz. Çölde, bir vahanın ortasında tek başına bir bina daha doğrusu bir kale. Güneş batarken, otelin önündeki su birikintisine önce birkaç antilop, sonra zebralar ve bir iki de “gnu” (çirkin bir antilop türü) geliyor su içmeye. Hayvanları izlemek olağanüstü; günbatımı renkleri çölde bir başka güzel. Ama bu güzellikleri seyrederken, biraz pis bir koku yayıyoruz; çünkü hepimiz sivrisineklerden korunmak için spreyler sıkıyor, özel bileklikler takıyoruz.

Sabah 6:30 da, rehberimiz Bafanga ile Sossusvlei’ ye, ünlü Kızıl Çöl ve Ölü Vadi’yi görmeye gidiyoruz. İnanılmaz bir görüntü – turuncu ve kırmızının her tonunu, müthiş gölge oyunları ile dört bir yandan esen rüzgârların oluşturduğu devasa kumullarda izlemek mümkün. Çölde yaklaşık 45 dakika yürüyoruz ve Ölü Vadiye varıyoruz. Ölü Vadinin adı İngilizce Dead ile Afrikaans dilindeki Vlei –yani bataklık kelimelerinden Dead Valley ‘e dönüşmüş. Bir zamanlar bir bataklık ya da göl olan bu yer, iklim değişince yüksek kumullar ortasında kalmış; bitki örtüsü kurumuş. Üzerindeki simsiyah olmuş ağaç gövdelerinin,900 yıllık olduğu söyleniyor.

 

Hızla geri dönüyoruz; çünkü komik uçağımız 11 de kalkacak ve 1,5 saatlik bir manzara uçuşundan sonra, eski bir Alman şehri olan Swakopmund’a inecek. Bu kez, Atlas okyanusuna doğru uçarken, yaklaşık yarım saat Kızıl Çölü havadan seyrediyoruz – gerçekten çok etkileyici. İskelet Sahili’ nin bir yanı deniz, bir yanı çöl. Yemyeşil okyanus suları, kıyıya bembeyaz dalgalar halinde vuruyor, çünkü denizden karaya esen sürekli ve kuvvetli bir rüzgar var. Kıyının adı da zaten bu rüzgar ve dalgaların kıyıya sürükleyip bıraktığı balina ve fok iskeletlerinden geliyormuş. O da ne? Sahilde koskoca bir gemi iskeleti – anlaşılan iskelet sahilinde her türlü iskelet bulunuyor.

 

Havaalanında bizi rehberimiz Derek karşılıyor ve eski gar binasından restore edilerek otele çevrilen güzel otelimize götürüyor. 5 – 6 gün birlikte olacağımız Derek otuzlu yaşlarda, çok neşeli, çok konuşkan, çevresine pozitif enerji yayan bir genç adam. Akşam, okyanus kıyısındaki deniz ürünleri lokantasında sohbet ederken, etnik kökenini sorduk; “ben piçim (bastard)” dedi! Ne diyeceğimizi şaşırdık, şakasına gülümsedik; şaşkınlığımızı fark edip açıkladı “piç değil pirç (baster)”. Meğer, Cape’e ilk gelen beyazlarla, yerli Khoisan halkının birleşmesinden olan melezlere “renkliler” ( coloured) ya da “piçler” anlamına gelen “bastards” deniyormuş; sonra bu kelime “baster” a dönüşmüş ve melezleri tanımlayan bir kavram olmuş. 1800 lerin sonlarında, 90 baster ailesi Cape’den Namibya’ya göç etmiş.”Bizim hepimizin tipi değişiktir “ diye devam etti Derek; “ailede ne kadar beyaz, ne kadar siyah olduğuna, bunların hangi millet ve kabilelerden geldiğine bağlı olarak değişir.” Derek üniversite mezunu, 3 yıllık evli, karısı ünlü denetim şirketi KPMG de çalışıyor; henüz çocukları yok ama 3 çocuk istiyor. “Annemler 12 kardeşti; biz 7 kardeşiz. Çocuk sayısı giderek düşüyor” diyor. Namibya’da nüfusun %85 inin Hristiyan, kalanın çoğunun Afrika çok tanrılı dinlerinden olduğunu öğreniyoruz. İslam inanışının yükselişte olduğunu, %1,5 lardan % 8 lere ulaştığını söylüyor. 2,5 milyon nüfuslu Namibya’da 13 yerel dil varmış; resmi dil İngilizceyle birlikte, çiftdilli eğitim yapılıyormuş. Keyifle,uzun uzun sohbet ediyoruz;ne de olsa yarın erken kalkmak yok,yolculuk yok. Tekne turu yapıp, fokları, pelikanları, şanslıysak balinaları bile göreceğiz. Anlaşılan şanslı değilmişiz; balina göremedik ama her dakika tekneye çıkan foklar ve neredeyse kafamıza konan pelikanlarla çok eğlendik.

 

Ertesi gün erkence, Damaraland’a doğru yola çıkıyoruz. Damara adı, Namibya’nın yerli halklarından Namaların dilinde “buraya yürüyenler” anlamına gelen Dama kelimesinden türemiş, çünkü Namalar, bu toprakları su içmeye gelen hayvanların ayak izlerini takip ederek bulmuşlar. Uzun bir yolculuk bu; benim için çok keyifli. Seyahatlerde hedefe varmaktan çok, yollarda olmayı sevdim hep. Yol macera demek, yeni deneyimler, yeni insanlar, hiç tatmadığın lezzetler, o güne dek bilmediğin kokular demek. Burnumu cama yapıştırmış, hiçbir şey kaçırmamaya çalışıyorum. Küçücük köy ve kasabalardan geçiyoruz, sapsarı çiçekli akasya ve mosmor çiçekli jakaranda ağaçları gözümüzü kamaştırıyor. Geçtiğimiz şehirlerden biri de Okahandja. Derek, Okahandja’nın yerli dilinde iki nehrin kesiştiği yer anlamına geldiğini söyledi; yani bizim Van’daki Çatak gibi-suların çattığı yer! İçimden sevgili Gülay ve Ömer amcaya selam gönderiyorum. Nihayet, Namibya’nın en yüksek dağı Brandberg’in eteklerindeki ilk safari kampımıza geliyoruz. Odalara yerleşir yerleşmez, kamyonetten bozma “cipimsi” bir araç ile kurumuş bir nehrin üzerinde yol almaya başlıyoruz. Namibya’da yağmur sezonu Kasımda başlayıp, Nisana kadar sürüyor; dolayısıyla an itibarıyla kuraklık zirvede. Nehir kurusa da, kenarlarında yeşillikler var ve hayvanlar bir nebze su bulabilmek için buraya geliyorlar. İşte ilk fil ailesi ve onları görür görmez, iki büklüm arabanın içine yatan arkadaşımız! Ama alışmak çok kolay oluyor; fillerin umurlarında bile değiliz. Kendi havalarında koca koca ağaçları kemiriyorlar. Fazla gecikmeden kampa dönüyoruz, yemek yiyip erkenden yatmak niyetindeyiz zira sabah erkenden yola çıkıp, yine uzun bir yolculuktan sonra bir Himba köyüne gideceğiz.

 

Benim için seyahatin en ilginç günlerinden biri olacak; her zaman değişik insanlar, değişik hayatlar, değişik kültürlerle tanışmak çok cazip gelmiştir bana. Saatlerce gidiyoruz, yine keyifle etrafı seyrederek. Verdiğimiz ilk molada, Bayram tebriği için ailemi arıyorum. Bir başka molada ise, Türkiye’den ben bir telefon alıyorum, hem de Cizre’den, bayram nedeniyle. Ne hoş bir şey hatırlanmak, hem de eski iş arkadaşlarından biri tarafından. Nihayet çevresi çitle çevrili, aynı filmlerde gördüğümüz gibi bitki saplarından damı olan kulübelerin oluşturduğu Himba Köyüne geliyoruz. Köydeki rehberimiz Denis ile tanışıyoruz; Denis gördüğümüz son giyinik insan! Burası aslında gerçek bir köy değil, bir çeşit öksüzler yurdu. Himbalar aslında ülkenin kuzeyinde yerleşikler; yıllar önce bir Himba kadın kanser oluyor ve tedavi için geliyor; tedavi sırasında tanıştığı varlıklı bir beyaz adamla evleniyor – bu arada Himbalar çok güzel bir ırk. 16 yıl önce, öksüz ya da ailelerinin alkolik vs olmasından dolayı bakımsız ya da kimsesiz kalmış çocuklar için kuruyorlar bu köyü; bakmak için yine Himba kadınlar getiriyorlar. Halen köyde 45 çocuk,25 kadın ve 6 erkek var. Çocukların sadece beşi okula gidiyor. Himba erkekleri çok eşli; eş sayısında bir sınır yok ama her evlendiği kadın için 5 ineği olması gerekiyor erkeklerin – 3’ü kızın ailesine veriliyor, ikisi de düğün için kullanılıyor. E tabii fakir oldukları için, sadece şef çok eşli. Himba kadınları yıkanmıyor; onun yerine toprak ve çeşitli tohumların yakılmasıyla elde edilen dumanla tütsülüyorlar bütün vücutlarını. Onun için siyah değil, kırmızımsı bir renkleri var. İnce uzun vücutlarının sadece kalça kısmı örtülü; saçlar da kızıl bir çamurla sıvanarak örülmüş. Gerçekten güzeller. Çok yoksul bir hayat sürüyorlar bu köyde ve bu tür bir turizmle hayatlarını sürdürüyor olmaları insanın içini acıtıyor.

Beyaz adamın yatacak yeri yok!

Comments are closed.