Kraliçe Elizabeth’in Kıbrıs’ta İngilizler'i karşısına toplayıp; Kıbrıs İngiltere’dir, İngiltere Kıbrıs’tır demesi, eğer İngiliz değilse hangi Kıbrıslı’yı mutlu eder ki?

Alper Hraça 28 October 2013
Kosova’da Bir Neo-Osmanlı

 

Erdoğan geçtiğimiz Çarşamba, Priştine Havalanı’nın açılış konuşması için Kosova’daydı.

 

Başbakan’ın Kosova’yı Türkiye, Türkiye’yi de Kosova ilan ediverdiği konuşması ardından Sırp kamuoyu ayağa kalktı. Sırbistan Cumhurbaşkanı tepki olarak, Balkanlar’da istikrar için Bosna-Hersek ve Türkiye’yle yürüttükleri üçlü görüşmeden ayrıldıklarını açıkladı. Başbakanı konuşmayı bir provokasyon olarak niteleyerek, Belgrad ve Priştina arasında ilişkileri normalleştirmenin yolunun bu olmadığını ifade etti. Dışişleri Bakanı da bu tür söylemlerin dostane kabul edilemeyeceğini, iki ülke yetkilileri arasında güven ilişkisini ortadan kaldıracağını söyledi. En hasmane tutumu takınan Başbakan yardımcısıydı; Erdoğan’ın Balkan savaşlarının sona erdiği günden bu yana Kosova’nın Türkiye olmadığını çok iyi bildiğini söyledi.

 

Böylece komşularla sıfır sorun politikasının ayakta kalan son burcu Sırbistan’la ilişkiler tehlikeye girerken, Türkiye Balkanlar’da kazanmaya çalıştığı “yumuşak güç” şansını da kaybetmiş oldu.

 

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Erdoğan’ın sözlerinin yanlış anlaşıldığını söylese de, milliyetçi köklerini Osmanlı karşıtlığında bulan Sırp kamuoyunda bu açıklamanın kalıcı sonuçları olacağı açık. Mesele bir gaftan ibaret olsaydı tamiri o kadar da zor olmayabilirdi. Ancak Erdoğan’ın açıklaması coşkulu kalabalığı görünce gaza gelerek kırılmış bir pot değildi. Bir süredir Türkiye’yi içerde kutuplaştıran, dışarda yalnızlaştıran Neo-Osmanlı siyasetinin bir gereğiydi bu açıklama. Yoksa bir lider, bir başka ülkenin davetlisi olarak gittiği bir havaalanı açılışını neden kendi bağlantılarıyla örgütlediği bir mitinge çevirir ki? Neden emperyalizm karşıtı bir nutukla Balkanlar’dan Ortadoğu’ya mesaj verme çabası içine girer ki? Neden söylemini, gittiği ülkeyi kendi ülkesinin bir belediyesinden bahsediyormuş gibi kurar ki?

 

AKP’nin dış politikasının Neo-Osmanlıcılığa kaydığı yönündeki eleştiriler hem Davutoğlu, hem Erdoğan tarafından daha önce reddedilmişti. Hakları da vardı. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır söylemi” Türkiye’nin çevresinde etkisini arttırırken, hareket alanını da oldukça genişletiyordu. Hükümet’in o dönemde kurduğu ilişkilere eşitliğin dili hakimdi ve çözülmesi zor pek çok soruna özgüvenle yaklaşıyordu. Bu perspektifle attığı adımlar sayesinde AK Parti hükümeti Türkiye’yi, Suriye ve Sırbistan dahil pek çok ülkeyle karşılıklı vizeleri kaldıracak denli yaklaştırmayı başarmıştı. Türkiye’nin bölgede bir yumuşak güç olarak yükselmesi uluslararası arenada takdirle karşılanıyor, İran gibi netameli bir meselede dahi ABD politikalarıyla örtüşmeyen adımları yine batıda taraftar ve destek toplayabiliyordu. Türkiye’nin dış politika haritası, belki uzun ama güvenilir adımlarla katedeceği bir yolu işaret ediyordu.

 

Bu siyaseti tümden terkeden Hükümet, ülkenin iç ve dış politika atlasını birleştirien, Neo-Osmanlı eleştirilerini de haklı çıkaracak türden bir siyaset tarzına yöneldi. Tüm kazanımlar da birer birer elden uçtu gitti. Bu değişim tam olarak Arap Baharı’nın başlayıp yayıldığı, Erdoğan’ın içerde devlet üzerinde tam hakimiyet sağladığı döneme dek geliyor. Değişimin sebebini irdeleyen uzmanlar çeşitli sebeplere işaret ediyorlar. Daha önce izlenen politikanın getirilerinin azımsanması, kurulması muhtemel yeni rejimlerle daha sıkı ilişkiler, AK Parti’nin İslamcı kökleri sayılan sebepler arasında. Hangisinin ne denli ağırlıklı olduğunu kestirmek güç olsa da, Erdoğan’ın bölgede etkinliğini arttırmak adına bölgeye has çatışmalar içinde Türkiye’ye yer açmaya çalıştığı kesin. Bu yüzden şaşırtıcı bir değişimle, dışarıda müdahaleci, mezhepçi bir söyleme yönelirken, içeride sürecin  yaratacağı dirence karşı otokratik ve kutuplaştırıcı bir yönetim anlayışına yöneldi. Erdoğan yeni siyasetinin, Türkiye’nin hareket alanını daraltacağını elbette biliyordu. Ancak  hedeflediği bölgede konsolide bir ilişki ağı kurmayı daha çok önemsedi. İşler beklediği gibi gitmedi ve hiçbir cephede istediğini alamadı. Suriye’de muhalefet parçalanarak yenildi, Mısır’da İhvan bir darbeyle iktidardan uzaklaştırıldı, İran Ortadoğu ve ABD’ ye barış mesajları yollamaya başladı.

 

Gelişmeler bu siyasetin lehine işleseydi dahi, Erdoğan’ın heves ettiği Neo-Osmanlıcı anlayıştan istediğini alacağını düşünmek tarihsel bir hata. Türkiye merkezinde yer aldığı yeni ilişki ağını kendi yararına tesis etmek isteyebilir ancak söz konusu ülkelerin bu türden bir ilişkiye razı geleceğini düşünmek, Türkiye’ nin emperyal geçmişiyle yüzleşmemesinden kaynaklanan  sorunlu bir varsayım. Bu gerçekle yüzleşen bir zihniyet bölgede attığı adımları çok daha dikkatli atıyor, çok daha dikkatli söylemler kuruyor olurdu.

 

Erdoğan’ın İhvan’ın iktidara geldiği dönemde Kahire’de yaptığı konuşmada tercih ettiği tepeden bakan uslüp bu yeni Osmanlıcı anlayışın bir ürünüydü elbette. İhvan içinde bulunduğu hassas ve heyecanlı dönemin de etkisiyle, bu konuşmayı sineye çekmeyi tercih etti. Suriye’de ortaya çıkan felakette Türkiye’nin üstlendiği azımsanmayacak rol de bu müdahaleci anlayışın bir sorunu. Yine, Gezi olayları sırasında Erdoğan’ın Balkanlar’da sahip olduğu etkiyi, Türk nüfusunu da kullanarak kendisine destek mitingleri düzenlemek için kullanması da aynı siyasi perspektifin bir sonucuydu. Kosova’ nın Türkiye, Türkiye’ nin de Kosova olduğunu ifade ettiği son konuşmasının yalnızca Sırplar’ı rahatsız ettiğini düşünmek için, Arnavutlar’ ın Osmanlı’ya alkışlarla katılıp, çiçeklerle uğurlandığını sanıyor olmak gerek. Kraliçe Elizabeth’in Kıbrıs’ ta İngilizler’i karşısına toplayıp; Kıbrıs İngiltere’dir, İngiltere Kıbrıs’tır demesi, eğer İngiliz değilse hangi Kıbrıslı’yı mutlu eder ki?

 

Önümüzdeki dönemde, Erdoğan’ın bu siyasetten çark edeceğine dair bir işaret söz konusu değil. Kendi siyasi kaderini bu projeye bağlamış durumda. Doğrusu, bu bölgesel liderlik ve Osmanlıcı siyasetten Türkiye halkı da ziyadesiyle hoşnut gözüküyor. Kendisini anlatırken, Osmanlı padişahlarını örnek veren bir lidere gösterilen yoğun teveccüh de bu tarihsel şizofreninin bir sonucu.

 

Aslında Osmanlı’nın son iki yüz sene batı tarafından ayakta tutulduğu, vilayetlerinin merkezden daha güçlü olduğu ve merkezin kaderini defalarca belirlediği gerçeğine yabancı olduğu için topluma pek de anormal gelmiyor bu söylem. Oysa, mesela İstanbul’ a yürüyen Mısır ordularını batının durdurduğunu bilseydi Türkiye toplumu, bugün benimsenen siyasetin ferasetten ne kadar uzak olduğunu anlama şansı da olurdu.

 

Belki bu sürecin sonunda, yaşayacağımız onca kaybın ardından bu gerçekle yüzleşmek için bir şansımız olur. Belki de bu süreç başlı başına yüzleşmenin kendisidir.

 

Hep birlikte göreceğiz.

Yorumlar (2)
  1. ayşen hadimioğlu on said:

    Dünya dan, özellikle Avrupa’dan dışlanmanın doğal bir sonucu da olabilir. Ses yarışmasında sabahlara kadar oy verilmediğini yaşadık- Hava terminallerinde uzun uzun arandık- upuzun kuyruklar da dizildik. En çok mizah satan yazarımız na yaşar ne yaşamaz alaycılığı ile hem ülkede yapılmış nüfus dairesi yangınlarını örtbas edip hem de maruz kalanı %60 aptallar nüfusuna ilave etti. Almancıların almanyadaki hırpalanışları 3 cü nesle kadar sürdü ve köşe yazarları şunu dedi: biz almanyaya gidenlerle apartmanımızda kapıcıyken- ya da bakıcı- temizlikçi iken ahpaplık- dostluk ve herhangi yakınlık kurduk mu ki – almanlar bizden farklı davranabilsin. Hatırlayın bunları ve dünya önünde bu hükumetin varoluş biçimine , saygınlığına sevinenleri empatiyle kendinizle eşitleyin. Anti osmanlı- islamofobi dışında kafamızın alacağı sahici yaşam pratikleri bunlar. Deyişleri ise ingiltere kraliçesi saçmalığıyla asla benzeşmiyor. Sırpların alınganlaşacağı ihtimali ise yaptıkları zulümlerden utanmaları anlamında hayırlara vesile olur diyelim.

  2. Erkan Hak'aşe on said:

    Alper biliyor Ak Parti’li olmadığımı. Kraliçe Elizabeth yada Sırp milliyetçiliği mi zemin? Yemişim Ak Parti’yi? Biraz ciddiyet pls…Modır-mıdır, ne diyonuz özetle? Demokrasi lütfen?