İç savaşları durdurmak, sürdürmekten çok daha zordur.

Alper Hraça 23 September 2013
Suriye’nin Kaderi Kimlerin Elinde?

 

Çoğu insan savaşmayı kendisi tercih etmez. Askerlik bu yüzden ya zorunlu bir vatandaşlık görevi olarak dayatılır ya da parayla yaptırılır. Savaş kapısına dayandığında ise çok az insan parçası olmaktan kurtulabilir. Bu yüzden iç savaşları durdurmak, sürdürmekten çok daha zordur.

 

Deraa’da bir grup çocuğun yazdıkları duvar yazısı yüzünden içeri alınıp kötü muameleye uğramasına tepki olarak başlayan gösteriler, Suriye’nin özgürleşmesi veya rejimin bir kez daha paçayı kurtarmasıyla sonuç bulmadı. Muhalefet verdiği savaşı bir devrim olarak adlandırmakta güçlük çeker hale gelirken rejim, muhalifleri yenemeyeceğini bir kaç gün önce itiraf etti. İnsanlar parçası olmadıkları bir savaşı kapılarında bulurken, varolmak için yenmek veya yenilmek dışında bir seçenek görmüyor artık. Yaşananlar bölgesel boyutları da olan mezhep, din ve etnik eksenli bir iç savaşı resmediyor bize.

 

Ortadoğu’ya dair toplumsal gerginlik adına ne varsa, Şii – Sünni, Hristiyan – Müslüman, Seküler – Şeriatçı tüm meseleler Suriye halkı üzerine ateş olup yağdı. Ülkede yüz binin üzerinde insan öldü, mülteci sayısı bir milyonu aştı ve süreç giderek Lübnan iç savaşında yaşananlara benzemeye başladı.

 

Savaşın hemen arifesinde taraflar bu sonucu hesap etse durum farklı mı olurdu? Hasmının zannettiği kadar zayıf ve desteksiz olmadığını bilmek, her iki tarafın da tutumunu değiştirir miydi? Rejim gösterilere müdahale etmektense demokrasi arayışına yönelir miydi? Veya rejimin saldırılarına rağmen muhalefet silahlı mücadeleden uzak durur muydu?

 

Bu senaryonun taraflarca tüm ciddiyetiyle kavranması halinde bugün Suriye’de farklı bir manzara söz konusu olacağından şüphem yok. Sonuçta kim ülkesini bunca öfkenin savaş alanına çevirmek ister ki? Fakat şimdi herkesin savaşmak için farklı bir sebebi var ve genellikle tüm savaşlarda olduğu gibi, savaşın ilk sebebinin pek bir anlamı kalmadı.

 

Okurlarımız hatırlayacaktır, Guşıps’ ın Ocak ayı dosya konusu Suriye’ydi. Muhalefetin en güçlü silahlı örgütlerinden biri, Ahrar-ı Şam’ın Türkiye’ye kısa bir süreliğine gelen liderlerinden birine ulaşmayı başarmıştık. Konuştuğumuz kişi, direniş başlayana dek uzun süre hapishanede kalan bir rejim mağduruydu. Ayaklanmanın başlaması ardından boşaltılan ilk hapishaneden diğer siyasi mahkumlarla birlikte kaçarak Ahrar-ı Şam’ı kuran grup içinde olmuştu. Bıraktığı uzun sakalı oldukça genç yaşını örtmeye yetmiyordu. Söyleşide gerçek adı yerine Ubeyd’i kullanmamızı istemişti. Teorik bilgisi, zekası, enerjisi, inancı ve hapishane hayatı lider olması için yeterli olmuş olmalıydı. Suriye’nin genç muhalifleri arasında tecrübenin pek de öyle sık rastlanır bir meziyet olmadığını düşündürmüştü bize. Ne amaçla Türkiye’ye geldiğini anlamak güç değildi, ancak oturduğu kurtlar sofrasındaki halini düşünmek Suriye’nin içine düştüğü durumu anlatır nitelikteydi bizim için. Merak edenler söyleşiye şu adresten ulaşabilir: http://www.gusips.net/analysis/interview/516-ahrar-i-sam-ile-soylesi.html

 

Ubeyd, rejimle mücadelelerinin Arap Baharı’yla başlamadığını söyleyerek girmişti konuya. Rejimin kendilerine silahlı mücadele dışında bir şans vermediği konusunda ısrarcıydı. Ama onlar yine de, eylemlerini sivil yerleşimlerden uzak bölgelerde yapıyorlardı. Bu savaş Suriye’de rejim değişikliğiyle son bulacaktı. Alevi ve Hristiyanlar ise onların komşularıydı ve yüzlerce yıl beraber yaşadıkları bu insanlara bir zarar gelsin istemiyorlardı. ABD’nin bölgede bitmeyen bir savaş istediğini, İsrail’ in kuzeyinde güçlü bir devlet yerine birbiriyle sorunlu iki devleti tercih edeceklerini, kendilerinin bir dış müdahale istemediğini ancak silah desteği sağlanırsa savaşı kazanacaklarını belirtiyordu. Erdoğan ve Obama’nın görüş ayrılıkları olsa da, Türkiye’ nin ABD politikası dışına çıkmadığını da vurguluyordu.

 

Söyleşinin en can alıcı noktası Suriye dışından gelen İslamcı savaşçılara yönelik yaptığımız tartışmaydı. Önce bu savaşçıları kutsasa da, benzer örneklerin iyi sonuçlanmadığını, Çeçenya’ yı da örnek göstererek bu savaşçıların bölge halklarını mücadeleden uzaklaştırdığını anlattığımızda aldığımız cevap çarpıcıydı. Ubeyd, ABD müdaheleceliğini açıklamak için kullanılan Condeleezza Rice’ın diline doladığı “Yapıcı İstikrarsızlık”  (Constructive Instability) kavramına referans vererek “Kontrollü İstikrarsızlık” kavramını kullanmıştı. Yani durumun yarattığı tehlikenin farkındaydı ancak bu riski almaları gerektiği düşüncesindeydi.

 

Geçtiğimiz Mayıs ayında, Ahrar-ı Şam, yaptığı açıklamayla El Nusra Cephesi’ni El-Kaide’ye bağlılığını açıklaması nedeniyle eleştirdi. El–Nusra’yı savaşı bölgeselleştirmeye yönelik adımlardan kaçınmaya davet eden metinlerinde örgüt, El-Nusra’yı grup çıkarlarını ümmet çıkarının önüne koymakla eleştiriyor ve toplumun içinde bulunduğu durumu gözetmeye davet ediyordu. El-Nusra’nın da parçası olduğu Irak-Şam İslam Devleti’nin (ISIS) ilan edilmesiyle birlikte, İslamcı savaşçıların ideallerinin yanısıra bir de bağımsız ajandaya sahip olduğu ortaya çıkmış oldu. ISIS’ın, Özgür Suriye Ordusu’na saldırarak Azez’i elinden alması ve kısa bir süre önce Ahrar-ı Şam mensubu bir yardım görevlisini öldürmesi artık çok boyutlu bir cephenin oluşmaya başladığının göstergesi. Ahrar-ı Şam yanılmıştı. Tıpkı daha önce, Çeçenya’ da son çare olarak Arap sermayesi ve küresel cihad mücadelesine bel bağlayan Çeçen direnişi gibi.

 

Suriye’de rejimden bunalmış bir toplumsal kesimin içinden çıkan gencecik insanlar için bu, düşmesi pek o kadar da zor bir yanılgı değil. Eline silah aldıklarında insanlar bazı meseleleri olduğundan daha basit görme eğilimi içinde olabiliyor. İnançlı olduklarındaysa meseleler iyice basitleşiyor.

 

İşin kurdu olmuş bölgesel ve küresel aktörler için ise bunlar defalarca çalışılmış ve kurgulanmış süreçler. Ellerindeki haritada Suriye son derece küçük bir alan kaplıyor ve çok daha geniş bir alanda veriyorlar kavgalarını. Bu yüzden olan bitene son derece hakimler. Kurulan oyunun tamamına hakim olmayan küçük aktörler de nihayetinde kendilerine uygun görülen kadere hizmet ediyor olurlar. İçinde bulundukları durumun farkında olmaları da çoğu zaman durumlarını değiştirmiyor.

 

Ortadoğu’ya kesin çizgiler çekmek üzere kurgulanmış bir planın yürütüldüğünü söylemek güç. Bu boyutta bir değişimi tüm yönleriyle kontrol etmek için fazlasıyla çatışmalı bir bölge. Ancak batının, mevcut sınırlardan memnun olmadığını, daha küçük devletler istediğini ve bunu mümkün olan en ucuz maliyetle yapmak arayışında olduğunu biliyoruz.

 

Bu çerçeveden baktığımızda:

 

Suriye’de iki veya üç devletle sonuçlanacak bir iç savaşın, Irak ve Lübnan’da da ayrışma süreçlerini tetikleyecek şekilde sürdürülmeye çalışıldığını, ISIS aracılığıyla El-Kaide’nin de bu bölünme sürecinin katalizörü olarak denkleme katıldığını görmek zor değil. Irak ve Lübnan’da Şii bölgelerinde yaşanan bombalı saldırıları, muhalifleri silahla desteklemektense dünyanın dört bir yanından Kuzey Suriye’ye İslamcı Savaşçı taşınmasını, Türkiye’nin sağladığı lojistik desteği, Erdoğan’ın soyunduğu mezhepçi siyaseti dikkate aldığımızda tablo daha bir netleşiyor.

 

Ubeyd, tüm bunların farkında değil miydi? En azından bizim görüştüğümüz dönemde farkında olduğunu biliyoruz.

 

Belki de farkında olmadığı şey yapabileceklerinin sınırıydı.

Comments are closed.