Demokrasinin İslamcılar tarafından’da oynanan bir oyun olduğunu öğrenmeye başladık. Fakat nasıl oynayacaklarına kendileri karar verecek.

Can Nart 07 July 2013
DEMOKRASİ İTTİFAKI

 

Siyasetin gelişimi toplumları, farklı ideolojik temellerden yola çıkarak, demokrasi paydasında mutabık kalan paralel siyasetler üretmenin gerekliliğine ulaştırdı. Toplumun gelişimine farklı yaklaşan ideolojiler (fikir, düşünce ve davranış sistemleri) referans alınarak toplumsal etkileri çok farklı olan siyasi tercihler ve hareketlerle muhatap oluyoruz. Liberal, Sosyalist, Milliyetçi, İslamcı vb. ideolojiler siyasi hareketler ile somutlaştığında benzer rejimleri tercih eden siyasetleri üretebiliyorlar. İşte bu tespit, bizler için (farklı ideolojilere sahip toplumsal gurupları) siyasi tercihlerde otoriter rejimler yerine demokrasiyi üretecek siyasetleri destekleyen bir dayanışmaya yol açabilir mi? Yani hangi ideolojiyi benimsiyor veya kendimize yakın buluyorsak bulalım, “demokrasiyi” bir siyasi rejim olarak benimseyenlerin dayanışmasını sağlayabilir miyiz?

 

Bu sorunun yanıtı Türkiyenin siyasi mücadele tarihinde yok değil. Örneğin Türkiye’ nin İslamcıları, Liberalleri ve Sosyalistleri bir islami referansa “Medine Vesikaları” na gönderme yaparak başlayan tartışmalar sayesinde “farklılıklar ile bir arada yaşama” tercihi üzerinden politikalar geliştirdiler.(*) Belkide 2001 de Ak Parti ile ortaya çıkan islami siyasetin (sonradan otoriter muhafazakarlığa dönüşen) gelişiminde bu politikaların da önemli etkisi vardı. Tarihsel olarak 1922 de 1921 meclisinin demokratik nüvelerini otoriterliğe dönüştüren tek parti rejimi, 2000 li yıllarda (askeri vesayetin geriletilmesi ile) sivil demokratik bir rejime dönüşürken ülkemizin islamcı, liberal ve sosyalist aydınları ve asimilasyona direnen halkların aydınları “demokrasiyi” siyasetlerinin ortak paydası olarak belirledi.

 

Özetle diktatörlükleri ve otokrasiyi reddeden, demokrasiyi öne alan ve “demokratik cumhuriyeti” ülkenin rejimi olarak benimseyen bir toplumsal ittifak olanaklarını kendi ideolojilerimiz içinde geliştirmeliyiz. Görünen o ki, toplumun huzur bulduğu dönemlerde bu ittifak bir biçimde sağlanıyor. Önceleri bu gelişimi sağlayan siyaset sosyal demokrasi iken günümüzde islami demokrasi de önemli sayılacak birikime sahip oldu.

 

İçinde bulunduğumuz günlerde ise ideolojiler kendisini temel alan siyasetlerin mücadeleleri ile etkileşim içinde. Toplumun ezilen kesimleri otoriter yapılar ile ideoloji alanında da mücadele ediyor. Devletin ideolojik aygıtları bir ideolojiye doğrudan dayanarak toplumu yönetemiyor. Çünkü ezilenlerde kendi ideolojileri içinde otoriterliğe karşı kavramları geliştiriyorlar. Batıda liberalizm ve sosyalizm otoriterliğe karşı, farklı değerlendirmeler olsa dahi, “demokrasi “ de uzlaşmış iken müslüman coğrafyada da siyasal islam içinde “demokrasi” önemli bir kavram olma yolunda.

 

Elbette İslamcıların iktidarda olduğu ülkelerde “demokrasi” konusunda tereddütler de yok değil. Demokrasi iktidardaki islamcılar ile muhalefet arasında tartışılırken islamcı guruplar arasında da tartışılıyor. Muhalefet iktidarı demokrasi için sadece seçimlerin yetmediği konusunda uyarır iken, bazı siyasal islamcı guruplar da sınıfsal çelişkileri gündeme taşıyor, iktidarı egemen sınıfların iktidarı olduğu için eleştiriyor.

 

İslami hareketler içinde siyasetin (siyasal islamcılık) ve demokrasi kavramının gelişerek taban bulması Çerkes halkını da yakından ilgilendiriyor. Çünkü Çerkes halkının büyük bir kesimi müslüman ve islami hareketlerden etkileniyor. Doğu Kafkasya’da etkin olan Radikal İslam, Kabardey üzerinden Çerkesya ya da etki ediyor. İslami hareketlerin etkisi Diaspora’da anavatandan daha çok hissediliyor.

 

Müslümanlığın Çerkes halkı üzerinde, tarihsel süreç içinde farklılıklar gösterse de, önemli bir etkisi var. Bu etki,1864 öncesinde ve sonrasında Osmanlı devleti ile olan ilişkiler sayesinde gelişti. 1829 Edirne andlaşmasına kadar Osmanlı devleti Çerkesya’yı Osmanlı toprağı, Çerkes halkını da kendi tebası olarak kabul ediyordu. Özetle Çerkes halkı müslüman bir topluluk olarak, Osmanlı devletinin Rusya ile mücadelesinde Osmanlı devletinden yana taraf idi.

 

1864 sonrası muhaceret politikalarında müslümanlığın etkisi azaldı. Çünkü 1900 lü yıllara kadar Çerkesler, müslüman bir teba olarak, çöküş sürecindeki Osmanlı politikalarına bağlı kalırken, 1918 sonrasında soğuk savaş politikalarına eklemlendiler. 1920 de Türkiye’de Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Türk olmayan müslüman topluluklar, sosyalistler ve islamcılar tasfiye edildi. Böylesi bir süreçte Çerkesler için müslümanlık sadece anti-komünist/ezen ulus milliyetçisi bir ideolojinin taşıyıcısıydı.

 

Askeri vesayetin gerilediği günümüz Türkiyesinde ise Çerkesler açısından “demokrasi” tekrar çok önemli bir kavram oldu. Demokratik taleplerimizin sınırlarını hükümetlerin belirleyeceği açılımlara mahkum etmeyecek siyasetlere ihtiyacımız var. Bu siyasetler, ortak paydaları demokratik rejimleri desteklemek koşulu ile, kendilerini liberal, sosyalist, islamcı ideolojiler üzerine kurabilirler. Tüm ideolojilerin, muhafazakarlaştıkları dönemlerin değil, devrimci dönüşümleri sağladıkları dönemlerin kavramlarını geliştirmeleridir hedeflenmesi gereken.

 

Demokrasiyi benimseyen farklı ideolojilere sahip Çerkeslerin Demokratik kitle örgütlerimizde demokrasi mücadelesine etkin bir şekilde katılması iki farklı coğrafya ve süreç için gerekli. Böylesi bir süreç Anavatan’da, özellikle Kabardey’de islami muhalefetin yapılış biçiminin yanlışlığı ve verebileceği zararları önleyebilir. Türkiye’de ise iktidarın sınırlamalarını aşacak politikaları geliştirebilirler.

 

KUBAN KURAL’DAN GEZİ PARKI DEĞERLENDİRMESİ

 

Kuban Kural’ı Gezi Parkına ilişkin yazısı nedeniyle kutluyorum. Çok önem verdiğim bir tespitte bulundu; “Devleti değiştirip dönüştürmeyi değil de, ele geçirmeyi öncelediği…” İşte bu nedenle, hükümet sürecin başlarındaki aydın desteğini kaybederken İslami duyarlılığı olan kesimlerden de eleştiri alıyor. (**) Türkiye’de vesayet tamamen kaldırılacak ise bu devletin kurumları ele geçirilerek değil, dönüştürülerek olabilir.

 

Bu nedenle Kuban’ın tespitleri çok önemli. Kuban, hükümeti “haklı taleplerini demokratik yollardan gündeme getiren” kitleye şiddet uygulandığı için eleştiriyor. Ayrıca kamu gücünü eylemi provoke edenleri engellemek için değil, onlar üzerinden “siyaset yaptığı” için eleştiriyor. Bu haklı eylem üzerinden dış güçler bir oyun geliştirmiş ise buna neden olduğu için de hükümeti eleştiriyor.

 

Her tespiti doğru. Bu tespitleri yapamaz isek demokratik taleplerini dile getirenlerin mücadele alanlarını “devlet güçleri” adına sınırlamış oluruz. Her demokratik talep için yapılan eylem devlet ve güçleri tarafından benzer şekilde suçlanabilir olur.

 

Özetle Gezi Parkı olayı bize şunu öğretti; hükümetin müsade ettiği sınırlar içinde demokratik taleplerde bulunmak ülkeye “demokrasi getirme”ye yetmiyor. Demokrasinin sınırlarını ve niteliğini belirleyecek olan halk olmalı. Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra muhafazakarlaşabilecek otoriter yönetimlere dönüşebilecek siyasetlere karşı demokrasiyi koruyacak yapılar oluşabilmeli.

 

Ülke geneline dağınık olarak yaşayan, ulusal-toplumsal sorunları olan Çerkesler için demokrasi kavramının nasıl algılanacağı çok önemli. Demokrasinin sadece seçim, sadece oy olmadığını kavrayabilmek en önemli konulardan birisi. Hiç bir zaman çoğunluğu sağlayamıyacaklar nasıl temsil edilecek? Kamusal alana nasıl katılacak?

 

Gezi Parkı olayı bizlere bu soruları sorabilme imkanını tanıdı. Verilene razı olan bir demokrasi algısına kapılmadan, bu açılımı yapma imkanını veren tespitleri ile de tekrar Kuban’ı kutlarım.

 

MISIR / BİR KARŞI DEVRİM

 

Mısır, Bir Karşı Devrim yazısında Erhan Şahin “‘Darbe kabul edilemez elbet ama’ diye başlayan” ları eleştiriyor ve “Öyle ya Demokrasi laikler arasında oynanan bir oyun sadece ve sadece onlar hak ediyor!” diyerek sitem ediyor. Demokrasinin İslamcılar tarafından’da oynanan bir oyun olduğunu öğrenmeye başladık. Fakat nasıl oynayacaklarına kendileri karar verecek.

 

Ali Bulaç “Demokrasinin İslam’la Sınavı!” başlıklı yazısında(***) Liberal olarak nitelediği İhsan Dağı’nın şu değerlendirmesini ciddiye alarak tahlil ediyor; “Dağı’nın özetle tezi şu iki iddiaya dayanmaktadır: Biri, İslamcılar, demokrasiyle olan ontolojik sorunlarını çözebilmiş değiller, ancak bunu bir kenara bırakıp stratejik düzeyde demokrasiye itiraz etmeyip iktidara gelmenin bir aracı olarak kullanmaktadırlar. Diğeri, İslamcılar çoğunluğun desteğini arkalarına alıp her istediklerini yapabileceklerini düşünüp onlara destek vermeyen azınlıkların hayat tarzlarına müdahale etme hak ve yetkisini kendilerinde bulmaktadırlar, buna ‘postmodern otoriterlik’ denir. ” Ali Bulaç Dağı’nın şikayet ettiği İslamcıları İkinci Nesil olarak niteliyor. Onlara teşekkür ediyor ve fakat Dağı’ya da hak veriyor;” Dağı’nın şikâyet konusu ettiği İkinci Nesil İslamcılardır. Ortaya çıkan durum demokrasi, modernite, sekülarizm, serbest piyasa, insan hakları, kadın vb. bir dizi konuda ‘ontolojik’ sorunlarını çözememiş, üzerinde düşünmemiş, düşünmeyi siyasi zaman kaybı saymış, söylem ve faaliyetlerini iktidara endekslemiş, İslamî ilimlerden ve tefekkürden hayli uzak kadroların pratiğidir. ” Ali Bulaç şimdi üçüncü neslin dönemi olduğunu söylüyor ve İslamcılar açısından demokrasi konusunda bu üçüncü nesil belirleyici olacak.

 

(*)(Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler, Ali Bulaç http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=38&dyid=1307)

 

(**)(Bir zamanlar mazlum olmak şimdi bizim de zalimleşmemizi ya da zalimin yanında yer almamızı gerektirmiyor!  http://www.emekveadalet.org/arsivler/9716 )

 

(***)(http://www.zaman.com.tr/ali-bulac/demokrasinin-islamla-sinavi-1_2044598.html)

Comments are closed.