“Ezen ulus milliyetçiliği” ile “ezilen ulus milliyetçiliği” arasında aslında bir fark yok; ezilenin zaman içinde, başkalarını ezen haline gelmesi de kuvvetle muhtemel.

Nurdan Şahin 18 March 2013
Gündem,dil,milliyetçilik üzerine çeşitleme

Köşe yazarlarının işinin çok zor olduğunu düşünürüm hep; her gün her gün ne bulur insan yazacak? Guşıps 15 günde bir yazmamı teklif edince ürktüm bayağı;benim gibi bir acemi yazıcı için çok sık gibi geldi. Ancak öyle bir memlekette yaşıyoruz ki, değil 15 günde bir, neredeyse 15 saate bir yazacak konu çıkıyor. Anadil ya da çiftdillilik üzerine yazarım,sonra Anayasa çalışmaları ile devam ederim diye düşünürken, şu sıralar toplumsal cinsiyet eşitliği için kadını güçlendirme çalışmaları ile uğraşan ben, Kadınlar Gününü atlamışım! Birgül Asena nın yazısını okuyup, tam, bir hafta gecikmeden bir şey olmaz, biraz da polemiğe girerim derken , barış görüşmeleri notlarının Milliyette “zabıt” diye basılması, Başbakan’ın “batsın böyle gazetecilik” haykırmasıyla, basın patronlarının her zaman olduğu gibi durumdan vazife çıkarıp gazetecilerin yazma hakkını engellemesi,buna da “gazeteci milletinden” 3-5 kişi dışında kimsenin ses çıkarmaması basın özgürlüğü/gazeteci etiği/sağlam duruş gibi konuları öne çıkardı. Ben en iyisi, Kadınlar Günü konusunda, özellikle de Çerkez kadınlarıyla ilgili olarak, Kuban Kural’ın görüşlerine daha yakın olduğumu belirtip, gecikmiş bir Kadınlar Günü kutlaması yapayım; sevgili Hasan Cemal’e yazılarını beklediğimizi iletip,basın meselesini sahiplerine bırakayım  ve dil konusuna,bu kez başka bir açıdan ve gittiğim bir toplantıdan bahsederek devam edeyim.

 

Söz konusu toplantı, çiftdillilik üzerine ,Bilgi Üniversitesinin düzenlediği bir toplantıydı; ben de dinleyici olarak katıldım. Konuşmacı, çeşitli üniversitelerde Kürtçe dersi veren genç bir akademisyendi. Bir insan hakkı olarak anadilde eğitim meselesinden ve çiftdilli eğitimin dünyadaki başarılı örneklerinden bahseden hoş bir konuşma yaptıktan sonra, ülkedeki tüm politikaların asimilasyonu hedeflediğini ve özellikle de kız çocuklarının okullaşması ile ilgilenen Sivil Toplum Kuruluşlarının da , bu devlet politikasına alet olduklarını ; bu politikanın gönüllü hatta “görevli” uzantıları olduğunu ima etti. Unicef’in Haydi Kızlar Okula kampanyasının, Açev’in  anne-çocuk eğitimlerinin, Baba Beni Okula Gönder kampanyalarının –adlarını vererek- asimilasyon hedefinde olduklarını; bu nedenle kampanyaların en çok Güneydoğu Anadolu’da yapıldığını, kampanyalarda çalışanların çoğunlukla dışarıdan geldiğini,yani Kürt olmadığını,  bir dili yok etmenin en iyi yolunun kadınların bu dili konuşmasını engellemek olduğunu,eğitim görmüş kadınların erkeklere oranlara anadilini daha çabuk unuttuğunu söyledi. “Baba Beni Okula Gönder” in, Kürt babayı aşağılayan, onun adeta ilkel olduğunu içinde barındıran bir slogan olduğunu söyledi.

 

Gerçekten şaşırdım kaldım. Devletin temel politikalarından birinin,en azından yakın zamanlara kadar,asimilasyon olduğuna aklı başında kimsenin itirazı olamaz. Bu politikaya “alet” olan ya da bu amaçla kurulan “STK” lar da olabilir- ki bunların İngilizce özel bir tanımları var;STK lar NGO yani “hükümet dışı örgütler” olarak tanımlanırken, diğerlerine GONGO yani “hükümet tarafından organize edilen hükümet dışı örgütler” deniyor- ama kız çocukların eğitimi ile ilgilenen bütün STK ları asimilasyoncu ilan etmek ,en hafif tanımlamayla haksızlık olur.

 

Bu kampanyaların ağırlıklı olarak Güneydoğu da yapıldığı doğru,çünkü Güneydoğu bölgesi okullaşmanın,özellikle de kız çocuk okullaşmasının en düşük olduğu bölge- örneğin Türkiye’de ortaöğrenimde ortalama okullaşma oranı %66 iken,  bu bölgedeki oranlar %20 lere kadar düşebilmekte. Merkezi İstanbul da olsa da, ülkenin çeşitli bölgelerinde şubeleri olan STK lar, hangi bölgede faaliyet gösterirlerse,gönüllüleri de ayni yerden olur. Zaten başka türlüsü ne maliyet ne de lojistik açısından mümkündür.Kampanyaların babalara seslenmesinin nedeni-ki kendi adıma çok doğru bulduğum bir şey değil-, son karar vericinin baba olmasındandır ve evet genel olarak, babalar,annelere göre daha katıdır- bu sadece Kürtler için değil,hangi etnik kökenden gelirse gelsin, Türkiye de yaşayan ailelerin büyük çoğunluğu için geçerlidir.

 

Konuşmacıya da bu görüşlerimi ilettikten sonra, peki dedim,çözüm ne? Ülke demokratikleşinceye , çiftdilli eğitim kabul görene kadar,kızlar eğitim hakkını kullanmasınlar mı?Anadillerini unutmasınlar ve çocuklarına da öğretebilsinler diye onları bir diğer temel insan hakkı olan eğitim hakkından yoksun bırakıp, babalarının ya da kocalarının insafına mı terk edelim?Yok tabii bu değil söylemek istediğim dedi ama net bir cevap da gelmedi. Halihazırda resmi tek dilde yapılan eğitimin, cinsiyetçi, asimilasyoncu,milliyetçi  ideolojiyi yeniden üretmeye yaradığını vurguladı;bundan en çok kızların etkilendiğini yineledi.

 

Bu değerlendirmeye çok itiraz etmek mümkün değil; gerçekten de, içerikte bir miktar düzelme olmakla birlikte,  eğitim sistemi  halen  var olan ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri yeniden üretecek biçimde kurgulanmakta ve uygulanmakta. Sosyal ve ekonomik problemlerden de, en çok etkilenen kesimlerin başında kadınlar geliyor.Ancak bu sorun sadece anadili farklı olanlar için değil, herkes için geçerli. Üstelik, anadilde yapılacak eğitim de pekala cinsiyetçi,milliyetçi vb olabilir.

 

Milliyetçilik bu topraklarda o kadar köklü bir ideoloji ki, hakim biçimine karşı çıkarken, başka bir milliyetçilik tuzağına düşmek içten bile değil. “Ezen ulus milliyetçiliği” ile “ezilen ulus milliyetçiliği” arasında aslında bir fark yok; ezilenin zaman içinde, başkalarını ezen haline gelmesi de  kuvvetle muhtemel. Anadilde eğitim hakkını savunup,asimilasyona karşı çıkalım derken, hem de bunu sol bakış açısıyla yaparken, birden bire herkesi neredeyse potansiyel düşman görüp başka temel haklardan vazgeçmeyi savunur konuma düşmemek gerek…

Comments are closed.