Eğitim, öğretim, bizim gibi küçük ve dağınık halkların ayakta durabilmesi için belki de en önemli faktör. Hayatın her alanında başarılı ve etkili insanlarınız varsa, yeni yetişen jenerasyon için gösterebileceğiniz bir çıta, aynı zamanda, ekonomik, kültürel ve siyasal projelerinizi hayata geçirebilecek kadrolarınız var demektir.

Sencer Shumaf 20 May 2013
Eğitim Şart!

Cem Yılmaz’ın reklam filmleriyle aklımıza kazınan bu önermeyi ele alacağız bu ay. Eğitim, öğretim, bizim gibi küçük ve dağınık halkların ayakta durabilmesi için belki de en önemli faktör. Hayatın her alanında başarılı ve etkili insanlarınız varsa, yeni yetişen jenerasyon için gösterebileceğiniz bir çıta, aynı zamanda, ekonomik, kültürel ve siyasal projelerinizi hayata geçirebilecek kadrolarınız var demektir.

 

Bizde eğitim seviyesi ve etkinliği yüksek kadroların eksikliğini hissetmeyenimiz yoktur heralde. Hissederiz ama çözüm için de ürettiğimiz hiç bir proje yoktur. Diyeceksiniz ki KAFFED’in (Kafkas Dernekleri Federasyonu) Kafkasya’ya yolladığı öğrenciler var… Bu da kötü degil ama benim bahsettiğim çözümün yegane amacı iyi bir eğitim, Kafkasya’da veya başka bir yerde olması hiç önemli değil. Önemli olan amaca hizmet etmesi. Üstelik okuduğunuz okulun hangi ülkede olduğu değil, size ne kattığı önemli, hele ki bu bir kurumun misyonu olarak üstlenilmiş ise. Sanırım bizde böyle bir vizyon eksikliği var. Düşünün ki Harvard, Sorbonne, Oxford vb. üniversitelerin birine senede sadece birer tane öğrenci yollayabiliyoruz. Buralarda okutulan bu öğrencilerin okullarını bitirdikten 5-6 sene gibi çok kısa bir süre sonra nerelere gelebileceğini, toplum için neler yapabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Lahey’de Adige bir yargıç, Sorbonne’da Noxçi bir akademisyen, Oxford’da İron bir dil bilimci, El-ezher’de Abaza bir İlahiyat Profesörü… Tamam sonuncusu pek olmadı, ama bunları hayal etmiyorsanız, toplum için bir vizyonunuz ya hiç yoktur yada “köyümüze geri dönelim“ ile sınırlıdır.

 

Robert de Sorbon tarafından 1257’de kurulan Collège de Sorbonne’nun tarihi binasındaki büyük amfi.

 

Eğitim konusunda günü yakalamak için henüz yüksek öğrenim serüveninin içinde, aynı zamanda Kafkasya Forumu aktivisti olan iki genç bayan ile sohbet edeceğiz.

 

İlk konuğum, 1987 Kahramanmaraş doğumlu, Dağıstanlı bir ailenin kızı Zeynep Ansukka, ilk öğrenimini ve liseyi Göksun’da tamamladıktan sonra 2005-2009 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans öğrenimi görmüş. Daha sonra öğrenimini devam ettirmek için Amerika ve İngiltere’ye gitmiş. 2012’den beri Warwick Üniversitesi’nde Uluslararası Kalkınma Hukuku ve İnsan Hakları master programına devam ediyor.

S – Bize Türkiye’deki eğitim hayatından bahseder misin Zeynep.

 

Z – Göksun’da Anadolu Lisesi’nde okudum. 2005’de Ankara Üniversitesi’nde Hukuk bölümünü kazandım. Türkiye’deki hukuk eğitimi dışarıdaki gibi belli alanlara yönlendirmiyor öğrencileri, genel bir hukuk eğitimi aldık. 2009’da mezun oldum ve bir yıl avukatlık stajı yaptım. 2010’da aynı fakültede Genel Kamu Hukuku alanında master’a başladım. İlk dönemi bitirdikten sonra yurt dışında master yapmak için Milli Eğitim Bakanlığı bursuna başvurdum ve kazandım.

 

S – Kazandığın bursun kapsamından ve özelliklerinden bahseder misin.

 

Z – Bu burs kapsamında önce bir dil okuluna gönderiliyor öğrenciler. Daha sonra master ve doktoraya devam ediyorlar. Döndükten sonra da nerede çalışacağınız önceden belli oluyor. Yurt dışından dönünce, yurt dışında geçirdiğiniz sürenin iki katı kadar zorunlu hizmet var. Ben İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nin Genel Kamu Hukuku kadrosuna yerleştirildim.

 

S – Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve benzer şekilde YÖK’ün böyle bir burs çağrısı var anladığım kadarıyla. Bu bursa başvurmak için hangi ön koşullar isteniyor?

 

Z – Milli Eğitim Bakanlığı bursu, aslında eskiden beri olan bir burs. Ancak eskiden yüksek seviyede yabancı dil düzeyi aranıyordu öğrencide, ama şuan dil konusunda da destek veriyor Bakanlık. Benim girdiğim dönemden 3 yıl önce başlamış bu uygulama. Hükümetin 5 yılda 5000 öğrenci gibi bir planı varmış. Öğrenciler, okul ortalamalarına ve ALES (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı) puanına göre bu bursa hak kazanıyor.

 

S – Anladım. Peki, Ankara Üniversitesi’ni bitirdikten sonra yine aynı üniversitede master’a başladın ve sonra master’ı yarıda keserek yurt dışına gittin. Daha önce yurt dışına çıkma fikrin var mıydı, yoksa o sene mi aklına geldi?

 

Z – Açıkçası yoktu, çünkü master yaptığım dönemde bir yandan avukatlık stajı yapıp bir yandan KPSS’ye hazırlanıyordum. Avukat mı olsam, devlet kurumlarına mı girsem karar vermemiştim. Master ve doktora hep kafamda vardı ama burs bulayım, yurt dışına gideyim fikri yoktu. Sonra, hukukçuların takıldığı bir dernek vardı, oradan bir arkadaşım bu burstan haberdar etti beni. Ben de başvurdum ve kabul aldım. Hatta beni master’a alan hocaya, Mithat Sancar’a sorduğumda, kesinlikle gitmemi tavsiye etti. “Orada çok daha iyi bir eğitim alırsın” dedi.

 

S – Anladığım kadarıyla, master sonrasında doktora düşünüyorsun yurt dışında. Peki, bunları Türkiye’de yapmakla yurt dışında yapmak arasında mesleki olarak ne fark var?

 

Z – Bir kendi açımdan farkı var, yani öğrendiklerim açısından, bir de prestij açısından fark var. Zaten bu bilinen bir şey; yurt dışında master ve doktora yapmak Türkiye’ye döndüğün zaman bir avantaj sağlıyor. Hem de dilin gelişmiş oluyor. Ama ben kendi açımdan bakarsam, Türkiye’deki master ile buradakini karşılaştırdığımda, ki ikisi de hemen hemen aynı alan, çok büyük bir fark olduğunu söyleyebilirim. Yani, Ankara Üniversitesi de iyi bir üniversite, çok kıymetli hocalar var ama buradaki global bakış açısı yok. Benzer konuları işliyorsun ama burada her şeyi küresel ölçekte ele alıyorlar. Örneğin, devlet teorisini ve modernizmi düşünüyorsun ama biz bunu çok küçük ölçekte tartışıyorduk Türkiye’de. Buraya geldiğimde, her aldığım dersten sonra baya etkilendim.

 

 

Warwick Üniversitesi, 1965’de devlet tarafından kurulan bir araştırma üniversitesidir. Birleşik Krallik’taki en iyi ilk 10 üniversite içerisinde anılırken, Avrupa’da kuruluşu elli yıldan daha yeni olan en iyi üniversite olarak kabul edilir.

 

 

 

 

 

S – Vizyon olarak bir fark var sanırım. Tabi sen o vizyonu yakaladığın zaman o senin avantajın oluyor. Dil ve prestijin yanında onu kazanmış oluyorsun.

 

Z – Evet, kesinlikle. Zaten hukuk dediğimiz şey problemler ile uğraşıyor. Ben insan hakları çalışıyorum, örneğin Türkiye’deki sorunları algılama ve sorunların kontekstini anlama biçimim buraya geldikten sonra çok değişti. Bir de, bölümde dünyanın çok farklı yerlerinden insanlar var ve Türkiye’de düşünemediğim çok farklı bakış acıları ve çok farklı örnekleri görme şansım oluyor. Sadece sosyal hayatta farklı kültürleri görmek değil, onun dışında kendi alanımla ilgili de çok katkısı oluyor bana.

 

S – Peki Türkiye’de akademik alandaki vizyon eksikliği veya vizyonun çok lokal kalmasının sebebi nedir, sence? İdeolojik mi, tarihsel mi?

 

Z – İdeolojik olabilir, evet. Örneğin soykırım konusunu Türkiye’deyken sınıfta bile tartışmak sıkıntı oluyordu. Eleştirel düşünme yetimiz bir şekilde güdük bırakılmış. Resmi tarih söylemi, yani bize öğretilen genelde sorgulanmadan kabul ediliyor. Ve bunu sorgulaman bile problem oluyor. Ama burda, örneğin İngiltere’nin başka toplumları/toprakları kolonize ettiğini çok rahat tartışabiliyorsun. Zaten burdaki hocalardan öğreniyorum ve çok rahat bunu konuşabiliyoruz. Düşünsel olarak çok daha özgürlükçü bir ortam var. Sadece hocaların değil, buraya gelen öğrencilerin de vizyonları çok geniş.

 

S – Master’ı bitirdikten sonra diyelim ki İngiltere’de yada başka bir yerde doktora da yaptın, sonraki planın nedir? Sonrasında dönüp zorunlu hizmet yapman gerekiyor ama bunun bir alternatifi oluyor mu? Örneğin, “ben burada çalışacağım” diyenler oluyor mu?

 

Z – Tabi, oluyor. Amerika’dayken tanıştığım insanlar vardı. Okuldan sonra orada iş kuranlar, yada işe girenler oluyor. Yada okuldayken, devlet bursunu kesip, kendi okulundan burs alanlar oluyor. Devlete yaptığı harcamayı ödediğin zaman çalışma zorunluluğu kalkıyor. Bu şekilde duyduğum ve tanıdığım çok kişi var.

Bu tabi Amerika’da okuyanlarda daha çok oluyor, çünkü İngiltere’de okuldan burslu öğrenci pek yok. Üniversite’den burs alabilmek çok zor.

 

S – Peki, bursun kapsamında devlet hangi giderleri karşılıyor?

 

Z – Okul parasını ve günlük giderlerini karşılıyor. Bunun dışında gidiş geliş uçak biletlerini, vize ücretlerini ve okulla ilgili bazı giderleri karşılıyor. Destek sınırsız değil tabi ama bursun kapsamının bu konuda güzel olduğunu söyleyebilirim.

S – Peki senin kariyer planın nedir?

 

Z – Ben İstanbul’a döneceğim. Zaten akademisyen olmak istiyordum ve kadro sıkıntısı da yok. Zorunlu hizmet süresince, yardımcı doçentlik ve sonrasında profesörlüğe kadar çıkılabilir. Sonrasında ya orada devam edebilirim yada özel üniversiteye geçerim. Ama genel olarak akademisyen olarak kalmak istiyorum.

 

S – Mesleki ilgin, genel kamu hukuku, devlet teorisi ve insan haklarını kapsıyor anladığım kadarıyla. Bu konularda Kafkasya’ya yönelebiliyor musun?

 

Z – Evet, zaten her fırsatta, yani her ödev konusunda Kafkasya ile ilgili çalışma yapmaya gayret ediyorum. Hocalar da bu konuda bir sıkıntı yapmıyor. Hatta tezim de Kafkasya ile ilgili olacak. Kafkasya ile ilgili konular ele aldığımda hocalarımın hep ilgisini çekti, kendileri teşvik ettiler. Örneğin sürgün ve soykırım konusunu ele almak istediğimde bir sıkıntıyla karşılaşmadım şuana kadar.

 

S – Sohbet için teşekkür ederim.

 

Z – Ben teşekkür ederim.

 

İkinci konuğum, Ahsen Utku, Çorum’lu Çerkes bir ailenin kızı olarak, mühendis olan babasının işi gereği bulundukları Riyad’da doğmuş. 6 yaşındayken, Türkiye’ye dönmüşler. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da bitirdikten sonra, yüksek öğrenimine Marmara Üniversitesi’nde başlamış. 2004 yılında Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi lisans programını, 2012 yılında da aynı üniversitenin Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisansını tamamlamış. 2006’dan beri çeşitli gazete ve televizyonlara dış haberler muhabirliği yapıyor. Hala bağımsız yazar olarak yazılar çeşitli gazete ve dergilere yazılar yolluyor. Ahsen, mesleki branşına uygun olarak ve hatta biraz da nispet yapar gibi İngilizce ve Fransızca’yı akıcı, İspanyolca’yı başlangıç seviyesinde konuşabiliyor. Daha üstüne Boşnakça ve Yunanca öğreniyormuş. Yetmez gibi, yaklaşık bir senedir Harvard’da master yapıyor.

 

S – Biraz yüksek öğrenim hayatından bahsedebilir mısın?

 

A – 2004’de lisansımı tamamladım. Sonrasında akademik anlamda Türkiye’de ne kadar sıkıntı çekilebilecekse bir çoğunu yaşadım. Lisansta iyi bir öğrenciydim ama mezuniyetten sonra master için başvuru yaptığım hiç bir okuldan kabul alamadım ve bana bir kaç yerde bunun nedeninin başörtüsü olduğu açık açık söylendi. “Almıyoruz, çünkü:… gibisinden.” Mezuniyetten sonra ilk bir sene bu yüzden bir hayal kırıklığı yaşadım. Daha sonra bir kaç yerden kabul aldım. Marmara Üniversitesi’nin uluslararası ilişkiler bölümünü seçtim. Ancak Türkiye’de maalesef pek çok şey dünya konjonktüründen son derece uzakta, öğrenci-hoca ilişkilerinden derslerin içeriğine ve akademik üretim hızına ve formasyonuna kadar bu böyle.

 

S – Anladım, Türkiye’de üretim sıkıntısı var.

 

A – Evet. Beklenti düşük, motivasyon düşük.

 

S – Benim anladığım, en büyük sıkıntı, Türkiye’de liyakatin hiç bir önemi olmadığı için hangi ideoloji, hangi iktidar olursa olsun, siyaset “sen, ben, bizimkiler” yani kadroculuktan ibaret. Bunun üniversiteye yansıması da anlattığın şekilde oluyor.

 

A – Evet, evet. Master programında dört kişiydik, okulumun bitmesine yarım dönem kala bir hocayla anlaşmazlık ve formalite sayılabilecek bir durumdan ötürü dördümüz de okuldan atıldık. Bunu psikolojik olarak atlatmak da çok zor oldu. Ben bu arada çalışmaya başladım. Dış haberler muhabirliğine başlamıştım. 2008’de af çıktı, okula döndüm. Eksik sınavları verdim, tezi yazdım. Tezi sürecinde de başka sıkıntılar yaşadım. Çalışmak istediğim konu hakkında çalışan hoca yok. Miloseviç davasının Sırbistan’daki yansımalarını konu eden bir tez hazırlamak istedim. Daha sonra tezin bitmesine üç ay kala danışmanımı değiştirmek zorunda kaldım. Doğru dürüst Balkanlar çalışan kimse yok. Balkan tarihi çalışan var tabi ama güncel anlamda Balkan politikası çalışan yok. Hem Balkanları inceleyip, hem uluslararası hukuk boyutunu, işin siyaset bilimi boyutunu ele alan, yani disiplinler arası çalışan biri yok.

 

S – Marmara Üniversitesi’nde mi yok, genel olarak mi bulamadın?

 

A – Marmara’da da yok, genel olarak danışabileceğim kimse de yok Türkiye’de. Dediğim gibi çağdaş Balkanlar çalışan yok. Think-tank’larda falan yazanlar var tabi ama ciddi akademik eserler ortaya koymuş akademisyen yok.

 

S – Bu, baya tuhaf bir şey değil mi?

 

A – Evet, aynen öyle. Hakikaten bir dönem, akademiden nefret edecek, “yapmıyorum artık bu işleri” diyecek noktaya geldim. Neyse, son bir gayretle, bitireyim sonra bir yoluna bakarız dedim. İnsan yetiştirmek gerçekten çok zor Türkiye’de. Maalesef… Çünkü insanların öyle bir derdi yok. İnsan yetiştirelim, akademi bir şey üretsin derdi yok. Dertler başka olduğu için…

 

S – Yüksek lisansı ne zaman bitirdin?

 

A – 2012’de tamamladım. Ama 2011’de ben beş aylığına Amerika’ya geldim. Ablamla eniştem buradaydı. Hardvard’in kütüphanelerine ziyaretçi olarak girerek burdaki kaynakları kullanarak tezimi yazdım. Bir yandan Boston civarındaki okulları incelemeye başladım. Çünkü Türkiye’de bu işin devamı gelmeyecek, belli. Kimler neler çalışıyor, Balkanlar nerede çalışılıyor, onları öğrendim. Başvuru süreci epey yoğun geçti, belki biraz bahsedebilirim.

 

S – Evet, Harvard gibi bir okula başvurmak için ne yapmak lazım? Ne arıyor bu adamlar? Çünkü, kabul alabileceğine dair az çok bir beklentin olduğu için basvurdun sanırım. Kriterleri nedir sence?

 

A – Harvard’daki bölümlere göre değişiklik gösterebilir. Ben mesela Divinity School’dayım. Ama bir Business School ile bizimkinin kriterleri eminim çok farklıdır.

 

 

1636’da kurulan Harvard Üniversitesi’ne bağlı fakültelerden biri olan Harvard Divinity School Amerika’da mezhep farkı gözetmeyen ilk İlahiyat okulu olarak 1816’da kuruldu.

S – Akademik manada, notların vb. klasik kriterler vardır tabi ama şunun için soruyorum; Türkiye’de lisansı bitirdikten sonra master başvuruları yaptığını ve kimsenin kabul etmediğini söylemiştin. O açıdan, Harvard’da ne arıyorlar bir öğrencide, Türkiye’de ne arıyorlar?

 

A – Şöyle söyleyebilirim; arada şöyle bir fark var; Türkiye’de sınavlar ile hoca oluyorsun, burada yaptığın iş ile hoca oluyorsun.

 

S – Daha çok çalışmalarına mı baktılar?

 

A – Lisansta not ortalamam, okul ortalamasına göre yüksekti ama 4.0 ile birinci bile olsan yetmeyebilir. Not bir yere kadar etkili. Daha çok çizdiğin profile bakıyorlar. Araştırma konuların çok önemli. Çalıştığın konular o okulda çalışılıyor mu yada o imkan var mi, bu çok önemli. Oradaki insanların ilgisini çekebiliyormusun, o çok önemli. Dil tabi çok önemli, o sorunu aşmış olman lazım. GRE ve TOEFL sınavları var, çok hayatı kriterler değil ama bunlardan da belli bir notun altına inmemen gerek. Geçen sene 3-4 ay, ÖSS’ye çalışır gibi çalıştım bu sınavlara. Bunların dışında esas önemli olan bir başvururken, niyet mektubu gibi bir şey yazman gerekiyor. Kendini anlattığın, o okulu neden istediğin, senin o okul için neden önemli olduğunu anlatan bir kaç sayfalık bir mektup bu. Seni niye almaları gerektiğini, araştırma konularını anlatman gerekiyor. Burada çizdiğin profil çok önemli. Bir defada oturup yazılabilen bir şey değil. Yazdıktan sonra bu işten anlayan insanlara yollaman gerek, hocalarına yada daha önce kabul almış birilerine mesela. Onlardan geri dönüş alıyorsun. Bu mektubun yazılması iki ayını alabiliyor. Gerçekten çok uğraştıran bir şey. İkincisi çok önemli olan şey, hocalarından aldığın referansların.

 

S – Peki Türkiye’de sıkıntılı bir master dönemi geçirmişsin. Oradan iyi bir referans alabildin mi?

 

A – O yüzden ben lisanstaki hocalarımdan aldım daha çok, onlar beni iyi tanırdı. Profesyonel tecrübem olduğu için editörlerimden aldım. Bir de ikinci tez danışmanımdan aldım, sağ olsun o da çok yardımcı oldu. Bu arada referanstan bahsetmişken, bir şey daha söylemek istiyorum. Türkiye’de şöyle bir durum var genelde: Hocandan referans istersin, “sen yaz bir şeyler getir, imzalayayım” der. Burada bir hocadan referans istediğin zaman, iki senedir dersini bile alıyor olsan, CV’ni ister, çalışmalarına bakar ve oturur senle ilgili, sana özel, bizzat seni anlatan bir mektup yazar. Bunun için mesai harcar. Onun için referansa bu kadar önem veriyorlar. Ben şanslıydım çünkü hocalarım sağ olsunlar vakitlerini ayırıp yazdılar.

 

S – Evet. Altına imza attığı mektubu başkasına yazdırır mi insan?

 

A – Buna gerçekten çok dikkat edilmesi gerekiyor. Böyle başvurular yapmak isteyenler çok önem versinler. Bizde, “iyi bir öğrencidir, çok çalışkandır” falan yazarlar. E burada herkes çalışkan… Hiç bir şey ifade etmiyor, anlatabildim mi?

 

S – E tabi, güçlü ve zayıf noktalarını, vs anlatması gerekir. Bu niyet mektubunu yazıyorsun ve destekleyen referansların oluyor. Bunun dışında, çizdiğin profili destekleyen geçmiş faaliyetlerine de bakıyorlar galiba?

 

A – Tabi. Bir de her okulun bir öğrenci alma politikası var, sen orada nereye oturuyorsun, ona bakılıyor. Mesela benim bölümde, inanılmaz bir öğrenci çeşitliliği var. Çok renkli bir skala var gerçekten. Her dilden, her dinin değişik mezhebinden, hatta her cinsiyetten öğrenciler var. Bunu çok gözetiyorlar. Ama okula göre değişiyor. Mesela o bölüm kaç tane yabancı öğrenci alıyor. 100 kişiden sadece 2 tane yabancı alıyorsa, şansın çok düşük mesela. Zaten üst düzeyde bir rekabet var.

 

S – Yani, onların aradığı profil ile senin çizdiğin profilin çakışması gerekiyor.

 

A – Evet, bir de ikna etmek gerekiyor. Başvuru süreci tamamen ikna etmeye yönelik. Seni niye alsınlar? Bunu anlatman lazım. Tabi kendini bir kibir vesilesi haline getirmenden, “ben bu işlerin en iyisini yaparım” gibi bir şeyden de hoşlanmıyorlar.

 

S – Şuan devam ettiğin programdan biraz bahseder mısın?

 

A – Bu Harvard’daki disiplinler arası bir master programı. Harvard’in farklı bölümlerinden dersler seçerek bir program çiziyorsun kendine. Fakat ben başvurular için internette inceleme yaparken, çok istediğim başka bir okul daha vardı, Tufts Üniversitesi’nin Fletcher Uluslararası Hukuk ve Diplomasi Okulu, Harvard ile bu okul arasında bir anlaşma olduğunu gördüm. Bu iki okulu ayrı ayrı dört senede okuyacağına, ikisinden de kabul alırsan, üç senede birleştirip okuyabiliyorsun. Ben de olur ya, bu kadar uğraşıyorum, belki kabul alırım dedim. Kabul aldım, çok şükür. Şimdi ilk senemi tamamlıyorum Hardvard’da. Önümüzdeki üç dönemde Tufts’da olacağım, son dönemde tamamlamak için Harvard’a geri döneceğim. 3 senede iki master diplomasi almış olacağım.

 

1933’de Tufts Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan Fletcher School, Amerika’da yanlızca uluslararası ilişkiler ve diplomasi alanında çalışma yürüten en eski okuldur. The Fletcher School’un şuanki dekanı Birleşik Devletler‘in Güney Kore eski Büyük Elçisi, Stephen W. Bosworth’dir.

 

 

S – Peki disiplin olarak nedir bu ikisi?

 

A – Hardvard’daki bir ilahiyat okulu, ama bizim anladığımız manadaki ilahiyat okulundan müfredat olarak çok farklı. Her türlü din ile bağlantılı her türlü konuyu çalışabiliyorsunuz. Benim alanım, etnisite ve dinsel çatışmalar, “conflict resolution” üzerinden Balkanları incelemek. Benim alt yapım uluslararası ilişkiler olduğu için, ilk senemde biraz alt yapı oluşturuyorum. Yani o karşılaştırmayı yapabilmek için, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ilişkileri, bu insanlar arasında neden çatışma olur, sorusuna gelmeden önce bu insanların kim olduğunu anlamak gerekiyor.

 

S – Anladım, hepsi aynı dili konuşuyor ama neden kavga ediyorlar acaba, sorusu.

 

A – Evet, bu sene bunun alt yapısını oluşturuyorum. Mesela, Hristiyanlıkta çatışma nedir, savaş nasıl algılanmış, nasıl tanımlanmış tarih boyunca. Aldığım derslerden bir tanesi bu. Bu sene bunları çalışıp, Tufts’a geçtiğim zaman orada uluslararası hukuk ve diplomasi boyutunu çalışmayı düşünüyorum. Bu şekilde, iki dal arasında, yani etno-dinsel sorunlar ve çatışma engelleme (conflict resolution) konuları arasında çapraz bir çalışma yapacağım.

 

S – Güzel düşünmüşsün. Birbirini tamamlayan şeyler; birisi çatışmanın ana kaynağını diğeri de nasıl çözüleceğini inceliyor.

 

A – Evet, özellikle Balkanlara bakıldığında, mesela Sırp milliyetçiliğine bakıldığında, din ile çok iç içe geçmiş bir milliyetçilik turu. Dolayısıyla, dini boyutunu çok iyi anlamadan, milliyetçiliğin ortaya çıkışının altındaki dini nedenleri anlamadan, gelin bu insanları barıştıralım demek çok havada kalır.

 

S – Aslında, Dağıstan ve Çeçenya’nın tarihinde de din ile milliyetçilik çok iç içe geçmiştir. Belki batıda o kadar değil ama doğu Kafkasya’da daha çok kaynaşmış. Peki, bu sene Hardvard’da daha sonra da Tufts’daki bölümü bitirdin diyelim, daha sonraki planın nedir?

 

A – Planım doktoraya devam etmek. Ama kesin bir şey söylemek zor, çünkü burada korkunç bir rekabet var. Buraya gelmeden, doktoraya devam ederim kesin diyordum ama buradaki öğrenci kalitesini gördükten sonra, beni acaba alırlar mi diye insan düşünmeden edemiyor. Bu söylediğim yanlış anlaşılmasın; bilgi olarak önemli bir fark olduğunu zannetmiyorum, hatta bazı konularda daha bilgili olduğumu fark ediyorum. Fakat, lisansını Amerika’da okumuş öğrencilerde şunu görüyorsun; teknik formasyonları çok iyi. Yani, bir konu akademik olarak nasıl yazılır, nasıl anlatılır, nasıl konuşulur, bunun eğitimini gerçekten çok iyi alıyorlar. Ben Türkiye’de siyaset bilimi okudum, üstüne master yaptım ama böyle bir şey görmedim maalesef.

 

S – Temel formasyon’da bir sıkıntı var Türkiye’de, anladığım kadarıyla. Yani, sen o adam kadar iyi biliyorsun ama o daha iyi anlatıyor.

 

A – Evet, bu sıkıntı var.

 

S – Peki, şunu sormak isterim, sen anlatırken aklıma geldi. Bahsettiğin konular, ilgimi de çekiyor, neden dersen, Kafkasya’da benzeri problemler ile ilgilendiğim için. Özellikle 2000’den beri benzer sıkıntılar var. Hem etno-milliyetçilik bir yandan belli bir kesimde yükseliyor, hem de din kaynaklı ve dinsel ekstremizm var, ve bu ikisi hem birbiriyle hem de hegemonya ile çatışıyorlar. Belki devlet de bu ikisinin içerisine sızmış durumda. Velhasıl, tuhaf bir kompozisyon var Kafkasya’da. Bu konular ile ilgili ilerde çalışma niyetin var mi?

 

A – Aslında var. Su anda Balkanlar üzerine yoğunlaştım ama daha sonra Doğu Avrupa ve Slav çalışmaları olarak genişletip, özellikle Rusya’yi kapsayacak şekilde ilerlemem gerekecek. Zaten, Balkanlardaki bir çok süreçten Rusya’yi tarihsel olarak ayıramıyorsun.

 

S – Evet, Sırbistan üzerindeki Rus etkisi, Hırvatistan üzerindeki Alman etkisi gibi.

 

A – Evet, zaten ben şimdi Sırpça öğrenmeye başladım. Herhalde Rusça’ya doğru bir gidişat olacak.

 

S – İnşallah sorunlar da biter bu ara, sana çalışacak sorun kalmaz. Ama benzer bir coğrafya, umarım oraya da zamanın olur.

 

A – Evet, dediğim gibi zaten, belli bir coğrafyayı yalıtarak ele almak çok sağlıklı da değil.

 

S – Bir de Balkanlar ve Kafkasya akademik olarak daha bakır alanlar sanırım.

 

A – Evet, kesinlikle.

 

S – Zaman ayırdığın için çok teşekkür ederim.

 

A – Ben teşekkür ederim.

 

Bu ayki konumuzu, eskilerden değerli bir insanımıza kulak vererek kapatalım. Muhtemelen ilk Çerkes kadın entelektüellerinden biri olan Hayriye Melek Hunc, editörü ve başyazarı olduğu Çerkesçe/Türkçe dergi Diyane’nin ilk sayısının baş yazısında şöyle diyor:

“Yüz sene Rus Çarlığı önünde eğilmeyen Çerkeslik, kendisindeki cengâverlik hasletlerinin ne temiz ve ne yüksek bir dereceye vardığını âleme göstermiştir. Şimdi ise Çerkes varlığı artık başka bir sâhada müdâfaa bekliyor. Fikirlerini neşre vasıta olan risâleye ‘Diyâne’ ismini veren Çerkes kadınları korkuyorlar ki arkadaşlarındaki cengâverlik hiss ü şevki onlardaki diğer hasletler zararına nisbetsiz bir sûretde inkişâf etmiş olmasın! Düşünüyorlar ki,cesaretlerin en büyüğü cenk ederken gösterilen olmadığı gibi en büyük zaferler de harben kazanılanlar değildir.Medenimücadeleler artık başka sãhalar ve başka silâhlarla yapılıyor. Biz milletimizi artık bu sâhalarda ve kolunu değil dimâğını kullanır görmek isteriz. Binâen-aleyh Dıyâne’yi bizde pek çok bulunduğuna imân etdigimiz zekâlar için muayyen bir gâyeyi gösteren bir meş’ale gibi tutuyoruz. Bu meş’alenin altında gençlerimizi tarih, lisân, edebiyât, musîkî ve ictimâiyâtımızı, sanâyimizi, hulâsa milli varlığımızı tedkîk ve tetebbu’a ve o varlığın âzamî inkişâf ve tekemmülüne çalışmağa da’vet ediyoruz. Bu da’vetde pek çok ıstırâb çekmiş ve nihâyet evlâdının saâdeti sırrını keşf etmiş bir vâlde sesinin şefkatli ihtizarları vardır. Eminim ki hakiki bir ruh-ı millî taşıyan her Çerkes bu sesdeki şefkat ve asâbiyeti anlayacak, ona koşacak ve onun gösterdiği gâye etrafında kuvvetli bir kütle hâlinde toplanacakdır.”

Hayriye Melek Hunc (Díyâne, no. 1, 12 Mart 1556 / 12 Mart 1920, s. 1.)

 

Önümüzdeki ay bir başka konuda günü yakalamak için buluşalım.

Shumaf Sencer

Comments are closed.