OSMANLI SOSYAL YAŞAMINDA ÇERKES KADINLARI
12:20 1 October 2014

Mehmet Fetgeri Soenü Osmanlı dönemi Çerkes aydınları içerisinden en üretken yazarlardan. Bir çok konuda dönemin ruhunu yansıtması ve Çerkeslerin meselelerini incelemesi sebebiyle başvurduğumuz Fetgeri’nin 1914 yılında basılan “Osmanlı Sosyal Yaşamında Çerkes Kadınları” adlı makalesinin özellikle “Çerkescilik ve Kız Satmak” adlı bölümü konumuz ile oldukça ilişkili. Kendi kız kardeşinin acısını da yansıtan yazar hem Osmanlı elitine hemde kendi toplumuna ciddi eleştiri ve tenkitlerde bulunuyor. 

OSMANLI SOSYAL YAŞAMINDA ÇERKES KADINLARI

Mehmet Fetgeri Şoenü

Zarafet Matbaası 1914 – İstanbul

NİÇİN YAZDIM?

İnsanlık, hayatın acı bir cilvesidir:

Zamanın cömertliklerine, asırların sürekli rahmet oluşumlarına bir karşı koyuşla, göğüs gererek varlığını koruyup özgürlüğüne sahip çıkan uluslar; yine o devirlerin iz bırakan değişimleri, korunması gerekli olan mal varlıklarının insafsızca çoğaltılması, süreklilik şartlarının ve yararlanılabilecek şeylerin merhametsizcesine yok edilmesiyle siyasal ve ekonomik özgürlüklerini ve uygarlıklarını kaybettiler. Yalnız “yeni gün, yeni rızık” anlayışla günübirlik geçinenler maddi doyumun yollannı araştırmak gibi serserice bir yaşayışla hayatı sürdürenler, geleceklerine yönelik kötü ve düşkün bir yaşam tarzını benimsemiş olurlar.

Acı bir durum, bir anlık düşünce bile aynı hislerle dolu binlerce kişiyi adeta parçalayıp, ezecek bir vicdani durum ortaya koyar.

İnsan buna tahammül edemez. Düşünce bunu hazmedemez. Ben her zaman bu olaylardan şikâyetçiyim. Bu kahredici özelliklerini gördükçe her zaman tabiata isyan ettim. Onu duygusuzlukla, ilgisizlikle hatta zalimlik ve merhametsizlikle suçluyorum. Aynı zamanda kendi vicdanım da insanlık da bu konuda suçsuz değil. Bence o da bencilliklerle dolu.

Evet. Çünkü: İnsanlık tarihinin her sayfasında ve o sayfaların unutulmuş köşelerinde böyle yüz binlerce örnek bulmak işten bile değildir. Evet.. Çünkü: Ben bunu başkalarından önce kendi ulusum ve ulusumun yaşayışında buluyorum.

Çok uzun asırlardan beri ardı ardına gelen felaketlere uğrayan ulusum, sanki her şeye küsmüş gibi bir boyun eğiş ve yanlış bir tevekkül anlayışı ile her şeyi hoş görmeye başlamış.. Şereflerle dolu geçmişinin uygar şaşaalarına karşın, bugün onda bir düşkünlük var. Atalarının taşıdığı övünç çelengine karşın bugün onda sefil bir cevherin süslediği bir aşağılık tacı bulunmakta. Hayat veren gelenekler ve eski törelerinin üstünde, tevekkül eden bu başın üzerinde bir matem levhası var. Orada şöyle yazıyor: “Kızlarını satan sefiller..”. Halen Osmanlı yazarlarından bazılarının yakın dönemdeki eserlerinde bulunan aşağılayıcı cümleler, bu acı satırların yanına eklenecek bir özellik taşımaktadır. “Osmanlılığın yüzkarası olan alçaklar…” Oh.. Bu neden, nerede o atalarımızın haşmetli, görkemli uygarlığı… Onlar, hep geçmişte unutulmuş olarak mı kalacak?

Ancak bu utanç verici anlayış ve fikir düşüklüğü onlarda yoktu. Onlar bunun, çevrelerinde yaşayan ulusların kötü bir hediyesi, çirkin bir armağanı olduğunu bilmeyerek kabul ettiler ve zamanla da benimsediler…

Bununla beraber bu düşkünlük, bu kadarla da kalmadı. Bugün onları büyük bir boşluğa yönelterek kendi özelliklerini kaybetmeye mahkûm ediyor… Bu durumda milletimize göz değmemiş olması mümkün değil…

Çünkü çok eski zamanlardan beri minnetle andığımız atalarımızın uygarlık oluşturmaları, insanlığa önderlik etmeleri, insanlığı kurtarmalarına rağmen, nurlu meşalesiyle süslenen geçmiş tarihine kara tüller bağlanmış, lanet sayfaları eklenmiştir. Yanlış bir değerlendirmenin sonucu bu haksız ve hüzün veren manzaraya hangi vicdan tahammül eder. Böyle bir anlayışı hangi Çerkes kabul eder?..

Etmez değil mi?.. İşte ben bu küçük eseri, yüzeyselliği ve basitliğine rağmen bunun için yazdım. Bir zamanlar vicdanımın zorlamasına karşı çıkarak yayımlamak istemedim. Dedim ki: “Varsın felaket sayfalarımızda bu da bulunsun… Elbet bir gün bir araştırmacı hakkı hak, batılı batıl olarak ortaya koyar…” Fakat bana çok ısrar ettiler, “yayımla!” dediler… Ben de “Haydi, öyle olsun…” dedim.

Hem düşündüm ki bu çevrede, bu toplum içerisinde uzak bir geçmişten bu yana Türklerle iç içe yaşayan, hayatını, Osmanlı hilalinin altında, mutluluğunu Osmanlı toplumunun refahında arayan Çerkeslere sürülen bu leke dolayısıyla belki bir yakın gelecekte bu iki halk yani Çerkeslerle Türkler arasında açılabilecek nefret ve düşmanlık kapılarının, ulusal çekişmelerin ortaya çıkması ihtimaline engel olmak bugünden gereklidir.

Çünkü bugüne kadar bu ülkenin en sadık en inançlı yurttaşı olarak bağlılığı ile yükselen unsurlar arasında öne çıkan bir toplum da Çerkeslerdir. Bununla birlikte isterim ki gelecekte de yine böyle devam etsin. Çerkesler, Osmanlılığın bir rahatlatıcı unsuru, bir sadık parçası olarak kalsın. Aralarındaki birliği, yalancı bir cümle, bir zaman aşımıyla gidermesin. İşte bu düşüncelerle de ben bu kitabı yazmaya iki nedenle kendimi mecbur saydım: Biri Çerkeslik, diğeri Osmanlılık… Çerkesliğim itibariyle ulusuma sürülen lekeyi temizlemek, Osmanlılık itibariyle de hilalime sadık kalmak esaslarını ortaya koymak için işte ben bu görevimi yaptım. İhtimal ki: Bu hareketim ve bu kadar kötü sonuçlardan sonra belki de biraz karamsar düşünmeme rağmen beni ödüllendirecek olan soydaş ve vatandaşlarım bulunabilir. Doğrusu bunu gerçekten istemedim ve istemem de.

Ne yapayım ki duygu ve ulusal gururumu1 incitecek ağır cümleleri, bir kısım insanların sonradan ortaya koyduğu eserlerde bana reva görmeleri isyanıma neden oldu. Gönül isterdi ki Moskofluğun Kafkas istilasından sonra, Çerkeslerin yararına davranan, Çerkeslere samimi ve sevgiyle dolu bir şefkatle yaklaşan Osmanlı Türklerinin düşünürleri de hakkı hak, samimiyeti samimiyet olarak değerlendirsin ve öyle göstersinler. Ben bu küçük eseri söylediğim gibi yaralanmış ulusal gururumun görevlendirdiği üzücü bir zorunlulukla, iki amacın ortaya çıkan iması için kaleme aldım. Böylece eserimle halkımı uyarabilir, onlara gerçeği telkinle ve kolaylıkla kavratabilir ve eğer diğer dindaşlarıma özellikle Türk vatandaşlarımıza, Çerkeslerin ve kadınlarının Osmanlılık aleminde bir çöküş nedeni olmadıklarını, aksine Osmanlılığın en sadık ve kurtarıcı bir unsuru olduklarını gösterebilirsem ne mutlu bana.

HALİHAZIR TÜRKÇÜ’LERİN ÇERKESLİK VE ÇERKES KADINLARI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Uluslar ve mirasları, Çerkesler Türk ırkından mıdır? Kafkaslı soyu, Çerkes ve Türk ırkları gelenekleri ve ruhsal ananeleri, Çerkesler Türk değildir, Din ve milliyet, her millet için kendi milliyeti bir din ile eşdeğerdedir. Bu halde Türkçülerin Çerkeslik hakkmdaki düşünceleri yanlıştır. Bununla birlikte Çerkes kadınları hakkındaki düşünceleri de yanlıştır. Bir defa görelim, Çerkes kadınları Türkler için sadece ve sadece eğlence aracı mı olmuştur?

İnsanlığın ne garip ve ne kötü bir yazgısıdır, zayıflığa mahkûm olanların ne kötü bir kara yazısıdır. Gerek şahıslar, gerek uluslar için varlığın korunması ve özgürlük hep güç kullanmayı gerektiriyor. Hep, zayıflar eziliyor. Ya diğer güçlerin heveslerini giderme aracı olduğu için seviliyor, ya da milliyetsiz, özgürlüksüz, serseri ve sefil bir varlıkla parçalanmaya ve yokluğa mahkûm oluyor. Oh. Ancak bu acımasız davranış, güya seçilmiş ve gelişmiş kanunlarla oluyor. Hakkın gücü bir soyut güç, bir hiç… İnsanlık aleminde bağımsız bir yörede yaşamak, o yöreye uyumu sağlayacak tapınağı elde etmekle mümkün olabilir. Tabiat böyle istemiş… Yaratılış ve doğa kanunu sürekliliğini böyle sağlamış. Ancak yine haksızlık var. Küçük güçler, büyük güçlerin malı gibi kalıyor, daha büyükler, daha küçük ve fakat daha çalışkan olanları, kendi süreklilikleri ve yaşamlarının devamı için ezip çiğniyor. Varlığını ortadan kaldırıyorlar. Çünkü bir ulusun varlığı o ulusun maddi manevi birikimi, gelenekleri ve ananelerinin varlığı ile mümkündür. Yine bir ulusun varlığı, özgün fikirleri ve yönetme yeteneğinin varlığıyla devam eder. Çünkü bir ulusun varlığı düşünce bakımından, duygu aleminin zenginliği bakımından güçlü olması ile mümkündür. Maddi özgürlükten çok manevi özgürlük yücelticidir. Herhangi bir ulustan ayırıcı yüce karakterler, ulusal kimliği ortaya koyar. Aksi takdirde o millet yalnız kalmaya mahkûmdur. Diğer ulusların oyuncağıdır. Yine herhangi bir millet diğer büyük milletlerin hücumuna uğrar ve onların ulusal özelliklerini benimserse, o ulusta ulus olma özelliği kalmaz.

Görünüşte de olsa bu durum, ulusların yaşayışında değişmez bir gerçektir. İşte bu durum ve halen Osmanlının içinde yaşayan Çerkeslerde kısmen vardır. Çerkesler kendi gelenek ve ulusal adetlerinden kendilerini tamamen soyutlamamış, Türklükle tamamen iç içe olmamış, ruhsal ve ahlaki özelliklerini halen korudukları halde yine de bir yönden Türkleşmiş ve Türklerle iç içe olmuşlardır.

Ancak, acaba Çerkesler asılları itibariyle Türk ırkına, yani, Turan soyuna mı bağlıdırlar? Bugünün bazı türedi düşünce sahiplerinin “Evet” ile çözümlediği bu ırk konusu, araştırma ve incelemeleri gerektirmektedir.

Bu, kuru “Evet”, tarihi ve ilmi araştırmalara dayalı bir doğrulayıcı cevap değildir ve olamaz. Bu olsa olsa yüzeysel bir görüşün bir anlık yüzeysel bir değerlendirmenin sonucudur. Bunun hakkında doğrulayıcı bir cevap verilmesi ve yararlı bir ilmi gerçeğin ortaya konabilmesi için insanlık tarihi, insanların kökeni için belirlenmiş araştırmaların dikkate alınması gerekir.

Geçmiş eserlere, eski tarihe, dil bilimine müracaat edildiği, Çerkeslerle Turan aslından olan ulusların fiziksel özellikleri ve toplumsal yaşayışları örf, adet ve duyguları karşılaştırdığında, ruhsal durumlarını ve bedensel özelliklerini ayrıştıran soy asıllarına doğru tarafsız bir bakışla yönelindiğinde takdiren kullanılan bu “Evet”in pek de yerinde sarf edilmediği düşünceleri ısırarak ortaya çıkar.

Şayet geçmişlere, asıllara doğru kötü bir bağlantı ile uzanan bu yolda, bir araştırma yapılacak olunursa, halen Çerkes deyince zihinlerde yalnız kız tüccarı sıfatıyla beliren birtakım insanların birçok zevk düşkünlerinin şehvet ve arzularının tatmini uğruna kız yetiştirmekle yükümlü, geçmişin asil, fakat düşkün evlatları hatıra gelir. İnsanlık tarihinde geçmişleri de halihazırdaki mevcut durumları gibi bir siyah gölge altında kalmış, göz önünde yokluklara karışmış, adeta unutulmuş, nereden geldikleri, nereye gittikleri, nerelerde nasıl yönetimler ve uygarlıklar kurdukları, asıllarıyla birlikte yine o devirlerin sayfalarının unutulmuş satırlarında gizli, örtülü kalmış bir ulus. İnsanlığın en eski, en asil. Uygarlığın en eski ve en yararlı hizmetçisi olan bu millet, Çerkesler, gönüllerde yükselir, düşüncelerde yücelir. Pek çok Avrupalı araştırmacının nezdinde kazandığı yeri, genel saygınlığı, halkın yüce ruhunda barındırır.

Evet. Gerek geçmiş tarihin bir geniş incelenmesi, gerekse insanlık aleminin elde ettiklerinin sonucu çok açık şekilde gösteriyor ki aşağılanmış, sefil görülen, Osmanlı’nın çöküşünde bir neden sayılan bu Çerkesler, hiçbir zaman sefaletin ve çöküşün aracı olmamışlardır.

Aksine, iyiliklere ve birlikte yaşama ahlakına rehber olmuşlardır. Çünkü bir ulusun çöküş veya gerileme nedeni olması, o milleti, kendi ulusal gururunu sefilce bir inkâra yöneltir. Çerkeslerde ise tarih tanıktır ki böyle bir şey kesinlikle olmamıştır. Esirlikten esirliğe yuvarlanmışlar, ancak milli geleneklerine bir hayat tanrıçası gibi tapınmışlardır. Yine gerek dillerinin, gerekse toplumsal yaşayışlarının araştırılması gösteriyor ki Çerkesler Türk ırkına mensup değildir.

Dilleri ve bünyesel kurumları, aile yapıları kendilerine özgü yaşayış biçimleri, ahlaki ve ruhsal alışkanlıklarıyla duyguları kanıtlıyor ki Çerkesler “ari” yani “Hint Avrupai” ırkındandırlar. Halen bile bedensel özellikleri, dış görünüşleri itibariyle Anglo- Saxon’larla, İskandinavyalılarla ne kadar büyük bir benzerlik gösterirler. Aynı zamanda ahlak, huy, mizaç yönünden de bu bahse konu uluslarla çok büyük bir ruhsal yakınlık gösterirler.

Özetle; Çerkesler de Avrupalı bilginlerin “Kafkas Soyu” diye Avrupa soyuna bağladıkları ırkın genel durumlarıyla iç içedirler. Böylece Çerkeslerin aslının Turani olmadığı sonucuna varılmaktadır. Çerkeslerle Türklerin gelenek ve görenekleri itibariyle de bu sözümüzü doğrulayacak özellikler taşıdıkları bir gerçektir. Bugün Osmanlı Çerkesleri yaşayabilmek daha doğrusu hayatın doğal akışı içerisinde kuru bir şekilde yaşamlarını sürdürebilmek için coğrafya ve iklimin gereklerine uyum sağlamışlar, içinde yaşadıkları toplumun düşünce ve duygularının yüceltilmesine de kısmen yardımcı olmuşlar, kendi yüksek ahlaki özelliklerini korumakla birlikte egemen ırkın ahlaki özelliklerine de ilgisiz kalmamaya, ona da uymaya ve onunla da etkin olmaya pek doğal olarak ve vicdani bir zorunlulukla yönelmişlerdir. Ancak soylarının esas özelliklerini yine açık bir şekilde taşımaktadırlar.

Bu durum çok doğaldır. Bir defa milletlerin insanlığa kazandırdıklarını ortaya koyalım… Uzun zaman birbiriyle kaynaşan, bir arada bir amaca yönelik yaşayan, bir bayrağın altında bir vatan tanıyan uluslar, kutuplar kadar birbirlerine zıt özelliklere sahip ırklara mensup olsalar da az veya çok aynı hislerle ve aynı yüce emellerle dolu olurlar. Uzun devirlerin zamana yayılan dönüşümleriyle duygu ve düşünce şekillerinde bir devrim meydana gelir. Kendi ahlaki özelliklerine diğer ulusların ahlaki özelliklerini karıştırarak, kendi asıllarını değişikliğe uğratırlar. İşte Osmanlı Çerkesleri böyle bir duruma maruz kalmışlar, Turan soyunun bir parçası konumunda bulunan yurttaşlarına olgunlaşma imkanı verirken kendi soyları da Turanlıktan etkilenmiştir.

Daha doğrusu açıkça söylemek gerekirse bugün Osmanlı ülkesinde ne Turan kalmış, ne Kafkas… Yeni bir “Osmanlı ırk anlayışı” ortaya çıkmış bulunuyor. Birçok ulusun toplumsal karışmasından ortaya çıkan milletten başka bir şey de beklenemezdi.

Yukarıdan beri arz ettiğimiz açıklamalar pek derli toplu ve basit olduğu halde gösteriyor ki Çerkesler Türk değildir.

Eserin konusunun uygun olmaması nedeniyle bu bahis üzerinde fazla durmayacağım. Derin araştırmalarla amacımı kanıtlamaya yönelmeyeceğimden okuyucularımdan özür diliyorum. Gerçeği öğrenmek, birçok unutulmuş safhaya yönelmek ve içeriğini kavramak isteyen saygıdeğer okuyuculara “Met İzzet” Bey’in geniş ve özellikli araştırma ve incelemelerine dayalı “Kafkas Tarihi” adlı kıymetli eserlerinin yayınlanan birinci cildi ile yine saygıdeğer yazarın “Evrika’larında yayımlanmış bulunan iki cildi de okumalarını önemle öneriyorum.

Her şeyin başlangıcında bütünlüğü kapsayan bilginin bulunmaması, konunun öneminin dikkate alınmaması, aynı zamanda evrensel görünmek istemesi ne kadar doğal ise bu gibi konularda bir kesinlik aramak da o kadar abestir.

Son zamanlarda bir de, Osmanlı ülkesinde de fışkırarak gelişme eğilimi gösteren milliyet sorunları, özellikle Türkçülük de aynı duruma maruz kaldı. Aynı hataya düştü. Az çok her şeyi benimsemek, her ulusu kendinin ırksal alanı içinde görmek yanlışlığına düştü. Bu konudaki bakışı dinden kaynaklanıyordu. “Mademki bugün Müslümanlık yalnız Osmanlı hilalinde özgürlük ve bağımsızlığını ifade edebiliyor. Bu hilalin bugünkü mirasçıları ise Türklerdir. O halde bütün Müslümanlarda Türk’tür, Türk olmalıdır” deniliyordu.

Bu bir hatadır. Zira, din ile milliyet birbirleri ile çok ilgili şeyler değildirler.

Çünkü; din bütün insanlara yönelerek, mutluluk ve ruh olgunluğu vaat eder. İnsanlara zalimce ve yıkıcı davranışların bir dereceye kadar merhametsizliğini hissettirmeyecek bir psikolojik teselli ile yönelir. Onlara teselli bulma yönlerini gösterir. Ancak milliyet, şahsi olmayacak bir mücadele ortamı sağlayarak hakkın varlığını ve sürekliliğini temin eder.

Bununla birlikte insanların milliyetleri, dinlerinden daha eski, daha etkin, daha cesaretli, hatta onları ortaya çıkaran bir şeydir. İnsanlığın geçmişine doğru biraz açılınca, dinin yokluğu ve bilinmezliğinin anlaşılacağı bir döneme rastlanabilir. Ancak ırk ve milliyetin boşluğu hiçbir dönemde görülmez. İlk insandan itibaren miras alınan genel davranışlar, “karakterler” ırki özellikleri ortaya koyar. Milliyet düşüncesinin esası da bunlardır. Din ise insanlığın düşüncesinde bütünlük arz eden etkin bir varlıktır.

Demek oluyor ki her millet için kendi milliyeti bir dinle eşdeğerdedir. İnançların doğaüstü oluşu da bir dini gerekliliktir. Bir dini kazançtır.

Bu durumda da yeni Türkçülerin, gerek Çerkeslik ve gerekse diğer Müslüman halkların Türklüğü hakkındaki düşünceleri yanlıştır. Özellikle Çerkeslik hakkındaki düşünceleri hatalıdır. Çünkü: “Kafkas Tarihi” adlı eserin yazarı muhterem İzzet Bey’in de pek güzel ve anlamlı bir şekilde açıklayıp ispat ettiği gibi Çerkesler, önceki devirlerde evrensel bir uygarlık kurarak kendi zamanlarında yaşayan insanlara rehber olan “Hitit, veya Hati”lerin torunlandırlar. Geçmiş devirlerin kara cilveleriyle sönen bu eski uygarlığın kurucularının unutulan evlatlarının, yani Çerkeslerin yahut “Adıge’lerin yalnız dillerinin araştırılması bile “Hati”lerin öz evlatları olduklarının delilidir.

Bununla birlikte Çerkes kadınlarının Osmanlı’da çöküntü nedeni oldukları düşüncesi zayıf, haksız ve yanlıştır. “Hatti” uygarlığının çocukları olan Çerkesler gibi ulusal gelenek ve törelerine, ahlak anlayışlarına muhafazakâr bir şekilde bağlı olan ve onları titizlikle koruyan bir ulus, çok doğaldır ki istilalar, göçlerle uzun ya da kısa tutsaklık devirleri yaşamakla saflığını bozmaz. Buna tarih tanıktır.

Çerkeslerin atalarının, yani “Hitit’lerin tarihi araştırılsın, ulusal gelenek ve görenekleri ile hâlihazırdaki elim istilalarla esaretlerle kendilerinden binlerce yıl sonra yaşayan Çerkeslerin ulusal gelenek ve görenekleri karşılaştırılınca görülür ki değişen fazla bir şey olmamıştır. Bulunacak benzerlik ve ortak özellikler araştırmacıların dikkatini çekecek derecededir.

Kendi üstün, seçkin ahlakına bu derece bir sadakat ve önemle bağlı kalan bir soyun kızlarıyla hayatını birleştiren, onlarla akrabalık sağlayan Türkler nasıl olur da “asalet ve yücelikten bozgunculuk çıktı, zarar gördüm” diyebilirler. Böyle bir söz nasıl kabul edilip sindirilebilir.

Bu aydınlık ve şeref dolu ulusal geçmişi, geleneklerin, ahlakın korunmasındaki ciddiliği göz önüne getirerek bir kez düşünelim. Acaba bu yüce ulusun kızları Türklere yalnız eğlence aracı mı olmuşlardır? Acaba, asırlardan beri korudukları saflık ve temizliklerini, ahlak ve soylarını Türk toplumsal yaşayışına karışmakla bozmuşlar ve bu suretle Türklerin toplumsal çöküntülerine neden mi olmuşlardır?

Hayır… Hiçbir zaman… İhtimal ki Türkler Çerkes kızlarını bir eğlence aracı olarak almışlar, talip olmuşlar, ancak onlar, eğitim görevlerini belki bilmeyerek yerine getirmişler, böylece Türklerin ruhsal temizlikleri ve bedensel görünümlerinin güzelleşmesini sağlamışlardır. Turan milliyetinin özellikleri ruhsal ve bedensel özellikleri, düşüncelerinin yücelmesi, bugünkü Osmanlı Türklerinin genel durumlarının ortaya koyduğu değişmez azim, bize haykırıyor ki Çerkes kızları, Türklere uygarlık ve gelişme itibariyle zarar vermemişler, aksine milliyetlerinde güzelliğe, olgunluğa doğru, güzel bir değişim getirmişlerdir.

Yok, eğer böyle değil de Çerkes kızları Osmanlı Türk yaşayışında onların aile ortamına girmekle bedensel ve ruhsal saflıklarını bozmuş, gerilemelerine neden olmuş, çökmelerine sebep olmuş ise bunun sorumlusu kim? Hem bunu Çerkeslikte, Çerkes kadınlığında değil, yine Türk toplumsal yaşamında, Türklükte aramak gerekir.

ÇERKESCİLİK VE KIZ SATMAK

Kız satmak ve bu sorunun aslı, Çerkeslerde sosyal tabakalaşma ve kölelik, Çerkesler kendi kızlanm niçin ve nasıl satmışlar? Bu olayda teşvike yönelten cehaletin rolü, Evlat satmak bir zül müdür? Halihazırdaki kız satmanın şekli, sunma şekli, kızlar nasıl alınıyor, aranıyorlardı?…

Mert tabiatın şu geniş ve yaygın konular içeren kanunlarından geriye kalanlar, şu, yücelik duygusuyla övünen, ancak, düşkün ve bencil düşünce ortamında varlığını devam ettiren, acımasız bir anlayışı işleme zevki… Bazen gülünç, bazen acı, her zaman için ise gerçekten acıma duygusuna neden olan haşarı çılgınlıklar ortaya konulmaktadır. Afrika’nın zencileri, Amerika’nın yerlileri, Kafkasya’nın sefil kızları bölüm bölüm insanlığın bu ihtiraslı çılgınlıklanna maruz kalmakta idiler… Batının uygarlık yasası ile “projeleri” isterse tamamlanmamış olsun, özgürlükleri yarattılar. Bir sefil ihtişam için erkekliğinden de yoksun bırakılan Sudan’ın, Habeş’in zencileri: Lalalar, harem ağaları da kısmen kurtuldular. Ancak, yalnız Kafkasya’nın talihsiz evlatları, bu namus ticareti ve halen devam eden bu çirkin tutsaklığa mahkûm kaldılar. Doğunun miskin haşmeti, görkemlilik aracı olan siyah kölelerden yoksun kalacağını anladığı zaman nasıl için için isyan ettiyse, Kafkasya’nın beyaz cariyelerinden yoksun kalmaya da öylece ard arda gelen bir isyan çığlığı ile karşı koydu ve koyuyor. Çünkü bu onun sefil şehvetinin tatmin aracıydı.

Gerçekten, bugün öncekiler gibi esir pazarları, esirciler yok. Ancak buna karşı gizli satış var.. Önceleri özel yerlerde devam eden kız ticareti, şimdi her salon ve her mahfilde bulunmaktadır. Bir de önceleri para ile rütbe ile satmak vardı, şimdi hatır gönül aracılığı ile insanlar birbirine sunulmaktadır.

İnsanlığın bu sefil davranışlarını, geçmişinde değil de ilkel ve vahşi özelliklerinde görmekteyiz. Uygarlığıyla aydın, irfanıyla donanmış, güya hak ve özgürlük nedeni olarak bugünkü insanlığın ilerlemesinde yeni bir şekilde ancak bütün acımasızlıklarıyla, bütün yalancı ihtişamlarıyla etkin olduklarını görüyoruz. Bilmem bu, insanlık için bir leke, bir düşkünlük değil midir?

Ey okuyucu, bilir misin ki; şu anda ne kadar çok sayıda Kafkasyalı güzel kız, aşağılık ihtiraslar karşısında “Anneciğim!, anneciğim!” diye masum inlemeleriyle için için çığlık atıyor. Yine ne kadar talihsiz anneler ocak başında bir hayal içerisinde “Yavrucuğum” hüzünlü nidasıyla birkaç damla gözyaşını buruşuk yanakları üzerine dökerek serseri, zevksiz, unutulmuş bir hayat yaşıyor.

Buna karşı insan avcıları, genç kız satıcıları da bu masum inlemeleri ve gözyaşlarını, çok büyük zevk veren nağme gibi dinliyorlar.

Ben bunu tattım. Bu acıyı duydum. Hasret çeken annem bana şöyle dedi: “Oğlum çalış. Milletin hayatı, milletin kadınlığı muhteris ve edepsiz bir sürü insanın zevklerini tatmin arzularına yöneltiliyor. Feryad et. Büyüdüğün zaman sen bunları gidermeye ve tamamen kaldırmaya çalış.” Bu ulusumuz için bir üzüntü nedenidir. Bülbülün bahar mevsimindeki feryadı gibi sürekli bir elem ile sen de haykır.

İşte… Kız kardeşin, ya saray denen bir zindanda, ya da demir bir kafeste, yabancı bir ocak başında ağlayıp inliyor.

Bu yalnız bizde değil.. Köyümüzü gez, gör, karalar bağlamamış kaç ana görecek… Kahrından alnı buruşmamış, saçı ağarmamış kaç kadın bulacaksın”

Henüz pek küçüktüm. Bu sözlere aklım ermiyordu. Yalnız arada bir annemi dalgın, üzüntülü görür, pörsümüş kuru çehresinde çukurluktan iki siyah gölge gibi gözüken gözlerinin yaşardığını hisseder, hemen kucağına atılarak “Anneciğim derdim, niçin mahzunsun.. Niçin düşünüyorsun?..”

Beni kucağında sıkar, kirpikleri ucunda inci tanesi gibi yaşlar belirdiği halde yüzüme bakar: “Zavallı masum derdi. Belki hayali bile hatırından silinen bir melek kardeşin vardı, onu düşünüyorum.”

Ancak, o ne şefkatli, sevecen, ne koruyucu bakışlardı ki on, on beş yıl önce “Behiceciğim.. Behiceciğim!” inlemeleriyle ebediyen kapanıp söndüğü halde beni yine kendisine bağlıyor, o hüzün levhalarını hayalimde canlı, canlı yaşatıyordum.

O ne yüce, ne meleklere yakışır bir tavırdı. Göz yaşlarımız birbirine karıştığı halde ben masum masum sorarım, o hazin, hazin cevap verir de baş başa kalır saatlerce ağlardık..

Zavallı kadın sonunda veren oldu. “Son günlerimde Behiceciğimi bir kere görebilsem!” diye diye hasret içerisinde öldü. Sonuçsuz kalan birçok araştırmadan sonra zavallı kız kardeşimin de sarayda verem olup saray mensuplarından birinin evinde ebediyete intikal ettiği öğrenildi. Behicecik, kimbilir, annesi “yavrumu bir kerecik görebilsem!” diye ağlayarak hayattan ayrılırken, ihtimal ki o da “Anneciğim!” diye kan tükürerek hayata veda ediyordu. İşte bu durumlar, ta çocukluğumdan beri hayatımda derin izler bıraktı. Artık insanlıktan ve insanlardan nefret eder, her şeyde hüzün arar, her yerde matem görür oldum.

Bunlar beni o derece etkilemişti ki: uzun zaman geçtikten sonra bile hep kadınları annem gibi elim darbeler altında inler zanneder, onların şen hayatlarını bile hep hüzünlü gibi sanırdım.

Şimdi bile kadın denince ruhumda sıkılmış bir incelik zevki, hayalimde ezilmiş bir zerafet aramaya koyulan bakışlarımın ufkunda örselenmiş, pörsümüş bir yaşam gölgesi doğar. Dimağım, benliğim bir an siyah bulutlarla örtülmüş ağlayan kara bir nur saçan kaynağa dönüşür.. Annem ve kız kardeşim hasret kaldığım iki insan karşımda canlanır.

Öyle derin acılara dalarım ki şahsen buna isyan eder, müthiş bir seraptan uyanır gibi titrer, sendeler gözlerimi kapayarak hiçbir şey görmemek, duymamak isterim. Ancak, bu geçmiş hayatımın elem veren anıları ve bu anılara bağlanan ulusal yoksulluklar daha büyük bir süratle beni izler. İnsanlığın uygarlık cevherlerini yaratan, büyüten bu hayat aşkının gönül bezeyen, ancak, bugünün düşkün tanrıçası, kadınlığın eski bir parçası olan Çerkes kızları ve düştükleri kötü durumla günbegün hakaretlere uğrayan koca bir ulus, aşağılanmış haliyle hayalimde beliriyor. İnleyen ruhları ile vicdanımın gözyaşları sohbete dalıyor.. Onların saygısı, varlıklarında gizli kanayan hüzünlü yücelikleri, erdemleri ruhumda bir kelime ile canlanır “Anne”. Bu anda zulme uğradığından inleyen birisi sitemli bir seslenişle hayalimi tırmalar. Hayalimde inleyen bir ahenkli sesle gülgün bir karanlık içinde hüzünler, ümitsizlikler raksa başlar.

Ancak böylelikle de kurtulamaz… Kadın görmemek kadınla temasta bulunmamak, kadınla görüşmemek mümkün mü? Ben sanırdım ki bütün kadınlar Çerkestir. Bütün kadınlar insanlığın hakaretine uğramış bir ulusun çalınmış ve satılmış kızlarıdır. Özellikle acılı bir kadınla görüşmek.. Ah!.. Harap olmuş hayallerimi çıldırtmaya, coşturmaya kâfidir. Ne zaman hüzünlü bir kadın, bir kız görsem derin ve gamlı bir ümitsizlik ile bunalır, acılarla boğulurum. O, bana annemi ve kız kardeşimi, zavallı ulusumun satılan kızlarını hatırlatır. Benliğimi sönmüş bir hayatın bir takım kimyasal dönüşümlerden sonra artıklarından kalanlardan korku, izbelerde gizli ve kirli parlayan fosforlar gibi korku vererek etkiler. Düşünürüm, düşünürüm…

Düşünce deryamın sonsuzluk kadar uzun süren kızgın çırpıntılarıyla, parlak çehresiyle hayalete benzer görünümümün rastlantısından oluşan haksız, çıplak kıvılcımlarla karanlıklarla örtülmüş bir zulüm gölgesi gibi yükselen kara bir nur pırıltısı düşüncem de canlanır ve koşturur

Oh… Bir basiretli davranışla bile benim nazarımda, vicdanımda oluşan bu hüzün veren levhalarda yüce kederler, hayalimde ümitsizlik veren düşüncemle karşılaşır.

Böylece annemin ölümünden beri derin acılar içerisindeyim ve kendi kendime: “İçinde yaşadığı çağın değerlerinden nasip almak isteyen bir ulus, elbet de zamanının hayat yasalarının bir araya getirilmesi için çaba gösterecektir. Belki Osmanlı toplumsal yaşayışında bir düşünür, riya perdesini, yalan maskesini yırtacak bir cesaretle bu kara talihli yüce ulusun insan pazarında, kız ticaretinden vazgeçmesi, vazgeçirilmesi gerektiğini feryat eder” diyor ve bekliyordum.

Ancak, heyhat… ümitlerim hep boşa çıktı. Beklentilerimin tamamı ruhuma sıkıcı darbeler vurmaktan başka sonuç vermedi.

Çerkes kızlarının çalınması, satılması ve başkalarına sunulması resmi olmadan ancak, yarı gizli bir şekilde devam ediyor… Çerkes kızlarının Osmanlı’nın yok olmasının aracı olduklarını söyleyen düşünürler nerede? Bu düşünce sahipleri her şeyden önce hür birer insan değil mi? Yirminci asırda yaşayan olgun insanların bir bölümünü oluşturmuyorlar mı? Öyleyse hani. Kendileri gibi duygulu, vicdanlı bir insan olan zavallı Çerkes kızlarının alım satımına niçin feryat etmiyorlar? Yoksa bu kızlar On Temmuz Anayasası’nın ondan daha önce yürürlüğe giren Avrupa Medeni Kanunu’nun verdiği kişisel özgürlüklerden, insan haklarından yararlanmaya layık değil midirler. Yoksa bunlar insan değil mi? Bunlar insanlığın alınıp satılmak için yaratılmış düşkün kulları mı? Yok, yok… Hayır bunlar da inşa, bunlar da hürriyeti bilir, bunlar da hayattan zevk alır. Esirliğin, mahkûmluğun acılığını tecrübe ederek anlamış, bilmiş kara yazılı insanlardır.

Biz, Çerkeslerin bulaştığımız, halen de bilmem nasıl vahşi bir hayvani zevk ile yaşattığımız bu miskin, bu çirkin adetin nasıl olup da bizim toplumumuza girdiğini ve nasıl olup da halen bu baş belasına boyun eğer durumda kaldığımızı topluca birkaç satırcıkla arz etmek isterim.

Öncelikle, tarihe bir başvuralım, eski toplumlarda yaşayan insanların hayat yasalarını, yaşam seviyelerini şöyle bir gözden geçirelim. Bu bize, kız satma adetinin nereden kaynaklandığını gösterir. Bunun için eski tarihin, diğer ulusların toplumsal yaşayışından yararlanmaya ihtiyacımız yoktur. Çerkeslerin geçmişteki sosyal yaşayışlarını araştırmak ya da yüzeysel bir bakışla gözden geçirivermek bile yeterlidir.

Bilinmektedir ki: Eski çağlarda yaşayan insanların ataları bazen doğal nedenlerle ilk toplulukları oluşturdukları zaman kişilerin düşünen bir dimağ, bir baş ile yönetilebileceği doğal yasasına uyarak toplumların da güçlü bir baş vasıtasıyla bir reisin yönetiminde ancak gelişebileceğini ve varlığını sürdürebileceğini düşünmüşler.

İlkel toplumlarını bu suretle oluşturmuşlardı. Devirler geçtikçe bu kurumlaşmalar da gelişmiş, genişlemiş bir toplum içerisinde ortaklaşa yardımlaşarak yaşayan insanlar muhtelif sosyal tabakalara ayrılmışlardır. Asilzadeler, halk, köle sınıfları oluşmuştur. Sonra da bu kurumlaşmalar yayılmış ve şubelere ayrılmıştır.

Tarihler her ulusun hayatında, toplumsal yaşayışında bu tabakalaşmanın oynadığı rolleri göstermektedir. Eski Yunan, Roma, Mısır, Fransa, İngiltere ve bütün insanlık, atalarının geçmişindeki bu kurumlaşmanın ve tabakalaşmanın varlığı yüzünden nasıl kanlı çekişmelerin ortaya çıktığını öğrenmiştir.

İşte, Çerkesler de en eski bir uygarlığın kurucusu bir ulus olmaları itibariyle bu hayat yasasının, bu üzüntülü eski devrelerinden geçmeye mecbur kalmışlardır. Köleliğin kurumsallaşmasını onlar da kabul etmişlerdi. Pek yakın zamanlara kadar resmen, şimdilerde ise gayrı resmi bir biçimde yürürlükte olan toplumsal tabakalaşma başlıca iki kısımdan oluşmaktadır. Zamanımızda Kafkasya’da bu tabakalaşmanın etkileri azalmış ve sönmek üzeredir. Rus istilasından sonra köle sınıfı kaldırılmış kanun nazarında herkes eşit sayılmıştır. Abdülhamit devrinden sonra Osmanlı toplumunda da meşrutiyetin sunduğu bir yaşam hakkı, bir özgürlük ve kardeşlik hakkı, bir eşitlik hakkı Osmanlı Çerkesleri arasında güya yayıldı. Ancak bu görünüşte idi. Gerçekte tabakalaşma ve sınıflaşma halen yürürlüktedir. Esasen Osmanlı Çerkeslerinde kız satmak gibi çirkin bir adetin kaldırılmaması da bundan kaynaklanmıştır.

Eski kurumlaşmalara göre ahalinin sınıflandırma şekli aşağıda belirtilmiştir: Asil, seçkin sınıf… avam, halk sınıfı. Bu iki tabakanın da kendi içinde sınıfları vardır. Zadegan sınıfı, reis “pşı”, en üst sınıfı oluşturmaktadır. “L’ekoleş”, Pşı’lerin yardımcılarıdırlar, “Work”ler ise diğer asil sınıfı (sayısı az olan L’ekoleş’leri saymazsak ikinci sınıfı, sayarsak üçüncü sınıfı) oluşturur. Sıradan halk, köylüler ise “Fekhol-Lekhul”, sonuncular ise kul köle anlamında “Pşile” diye ikiye ayrılmışlardır.

Konumuz olan Çerkeslerde kız satmanın kaynağına ulaşabilmek için diğerlerini bir tarafa bırakıp köleler sınıfını ele alalım. Köle sınıfı nasıl oluşmuştur? Toplumsal kurumsallaşmalarını böyle tamamlayan her ulusun özellikle Avrupa uluslarının geçmiş tarihlerinde görüldüğü gibi Çerkeslerde de köle sınıfı harp ve çekişmelerin, vuruşmaların ve uluslar arası mücadelelerin ürünüdür. Bu hususta Çerkeslerin eski Yunanlılarla büyük bir benzerliği vardır.

Eski Yunanlılardaki yönetimler ve siteler arasında meydana gelen kanlı savaşlar, ordulardan birbirine esir düşenlerin veya fethedilen şehirlerin halkının doğal haklarını ellerinden alarak onları kulluk, kölelik etmeye mahkum etmiştir. Ne vatanda vatandaşlık ne de yönetime katılma hakkına sahip olmadıkları gibi, Çerkesler arasında da savaşlarda esir düşenler bu sınıfı oluşturmuşlardır.

Yunanlıların aynı ırk ve soydan geldikleri halde muhtelif sitelerin halkları oldukları için birbirleriyle daima savaştıkları gibi, Çerkeslerde aynı şekilde, aynı soyun evlatları oldukları halde çeşitli ve değişik kabileler halinde yaşadıklarından; bir kabile pek çok defa diğeriyle savaştığından birbirlerinden aldıkları esirleri, yine bir mülk bir meta gibi kullanmışlardır. Çerkes kabileleri arasında halen yaşayan çirkin bir düşmanlık, bir çekememezlik varsa da geçmiş devirlere göre bu önemsizdir. Ama yine de çok üzüntü verici bir davranıştır.

Bununla birlikte Çerkeslerde insan satmak ve kölelik bu şekilde değildir. Önceleri kölelerini satmazlar, satmayı adeta bir ayıp, çirkin bir davranış sayarlardı. Asıl insan satışı son istilaların oluşumuyla başlamıştır. Dış tecavüzler anında içerdeki köle sınıfı da özgürlüğünü istemiştir. Bunun üzerine karışıklığı önlemek maksadıyla başlayan köle satışı, sonradan kendi kızlarını satmak gibi vicdansız facialara kadar ilerlemiş, bu durum ortaya çıkmıştır.

Esir pazarlarında kız satmak da göçlerle birlikte başlamıştır. “Bir İslam yurdunda öleyim!” saf arzusuyla vatanını terk ederek Osmanlı ülkesine gelen Çerkesler, ilk defa kızlarını insan pazarına gönderenler olmuşlardır. Ancak bu satılanlar kendi kızları değildi. Belki kölelerinin çocuklarıydı. Sonradan göçlerin ortaya çıkardığı sefalet, yoksulluğun vurduğu sille, emir altında çekilen zorluklar belki bir babaya ilk defa öz kızını satmak fikrini vermiştir.

Bir kere düşünelim… Açlıkla mücadele eden bir aileyi göz önüne getirelim. Bir de bu ailenin yanına gelen binbir türlü kandırma ve yalanla kızını vermesini, aksi takdirde elinden zorla alınacağını söyleyen, kızını ağız dolusu muhteşem bir kelimeyle saraya, efendimize hizmet için verirse kendisinin ve ailesinin refahının sağlanacağını ilave eden, görünüşte şık, kibar, ancak gerçekte aşağılık ve mendebur bir esirciyi, bir insan tüccarını düşünelim. Acaba bu durum, bu yer, bu manzara, bu ihtiyaç, bu yabancılık bu baskı karşısında Çerkesten başka bir millet, başka bir ulus olsa idi o da böyle davranmayacak mıydı?

Ne ise.. gördük, anladık ki Çerkesler de çocuklarını satmaya meydan vermemek emeliyle aynı zamanda kölelerin tehdidinden kurtulmak için onları satmışlardır. Osmanlı ülkesinde bu vatanın yaralıları, mağdurlan olan zavallılara esirciler çullanmış, yoksulluk bellerini bükmüş, açlıktan ölüm karşılarında sırıtmış. Bir taraftan da kölelere gösterilen ilgi ve rağbet esircileri çıldırtmış, ağlatarak, inleterek zavallı babaların kara talihli annelerin elinden üç, beş lira karşılığında öz kızlarını almışlardır. Çerkeslerdeki bu utanç verici davranış böylece ortaya çıkmıştır.

Çerkeslerde evlat ticaretinin nasıl başladığını topluca açıklamaya çalıştım. Şimdi de çevrilen dolapları izaha çalışacağım.

İş, arz ettiğim kadarıyla kalsa idi neyse. Ancak bu kadarla kalmadı. Bugün bu dakikaya kadar uzanan bir hile ve entrika zinciri ile ilerletildi. Vatandan ayrılmakla meyus, asaletini, yerini tanıtamamakla, servetini heba etmekle, elemli zavallı Çerkesler birçok yönden teşvik görüyorlardı. “Adam.. Ne olacak.. Kızını satacak değilsin, falan Sultanın yanına arkadaşlık için göndereceksin!” sözleriyle ve daha bunun gibi yüz bin türlü yalanla büyük bir çaba sarf ediyorlardı. Hele o zamanın hükümetinin eskiden beri izlediği ve o günlerde büsbütün açığa vurduğu bir teşvik, bir özendirme uygulaması vardı ki hepsinden her şeyden fazla bir etkiyle Çerkeslerin örselenmiş ruhlarına tesir etmişti. Bu, padişah sarayına giden kızların babalarına giydirilen sırmalar, takılar kılıçlar idi. Çerkeslerin bununla güya Kafkasya’da heba ettikleri onurları, tekrar kazandırılıyordu. Böyle utanç verici bir şeyi düşünmek bile alçaltıcıdır. Cehalet onları hiç düşündürtmüyordu ki, bir lokma ekmek bir parça haşmet için bir köpek bir kedi bile yavrusunu feda etmez, ona yabancı bir el bile dokundurmaz. Ancak cehalet bu, insanları bazen böyle haşarı duygusuzluklara da yöneltiyor. Hayali bir payeyi isteme hevesinin ve ihtirasının tatmini için, işitildiği zaman bile “Ancak bu bir ham hayaldir” hükmüne maruz kalan garipleri özendirir.

Demek oluyor ki! Çerkeslerin kızlarını saraylara büyük konaklara vermelerindeki nedenlerden en önemlisi de kırılmış gururlarını tatmin edebilmekti. Hele buna bağlanan bir de çok büyük özendirmeler olursa…

Abdülhamit’in saltanatının sonlarında başlayan ilgi ve teşvikin azalması, daha açıkçası, rütbe, makam, kılıç, sırma gibi o zamanlarda mevki sahiplerinde görülebilen asalet araçlarının verilmemesinin Çerkeslerde kız satmak hevesini nasıl kırdığını ondan sonra bugüne kadar satılan kızların ne şartla ve nasıl verildiğini sunduğumuz bu tabloda açık bir şekilde görmekteyiz.

Millet, özellikle hanedan üyeleri istekli olmasa, rağbet etmese bu çirkin durum çoktan ortadan kalkardı. Bu durumda aklımıza bir soru geliyor. Acaba bu şartlar altında bu satış işinin adını (saraya göndermek) koyarak evlat satmak bir zul müdür?

Buna, her ne kadar geçerli nedenlerle kesin muhakemelerle, önemli ihtiyaçlarla mazeret gösterilebilir ve haklı da görülebilir, bir “Hayır” cevabı verilebilirse de, ben iddia ediyorum ki bu bir zuldür, bir lekedir. Bir fincan suya katılmış bir parça siyah boya gibi muhteşem geçmişi olan koca bir ulusun tarihine kara sürmektir. Çünkü: Kemal Bey merhumun dediği gibi: “Köpektir ancak zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten. Anlamı, “İnsafsız avcıya hizmet etmekten zevk alanlar ancak köpeklerdir”.

Evet.. Bu bir zuldür. Ancak şartlar ve olayların meydana gelişi dikkate alındığında yalnız Çerkeslerle mi ilgilidir?.. Ben buna da “Hayır” diyeceğim. Buna benim cevabım “özendirme alanlarla satanlar arasında müşterektir”den başka bir şey olmayacaktır. Çünkü meşhur bir sözdür: “müşterisiz meta zayidir!” Aynı zamanda ilgi çekmeyen güzellikte bir anlam ifade etmez. Bununla birlikte bu lekeden Osmanlı Türkleri de Çerkesler kadar sorumludur.

Ey okuyucu! Zannetme ki bugün bu durum son bulmuştur. Hayır! Bugün yine için için devam ediyor. Alttan alta pazarlıklarla kızlar satılıyor. Eskiden üst sınıflar arasında yürürlükte olan bu çirkin adet bugünkü satıcılıkta yeni bir şekilde önemli rol oynar. Sunmak. Adeta bir metanın hediye edilişi gibi canlı, canlı insanlar, koca koca kızlar güya hediye ediliyorlar. Bu hediyeciler ne yazık ki küçük ailelere mensup sefiller ki, bu da satmanın diğer bir şekli oluyor. Eski ticaretin bir devamı. Bunu Çerkesler kendi arzularıyla uygulamıyorlar. Bunun asıl nedeni “Cariyesiz yaşanamaz” yanlış anlayışıyla hareket eden zenginler, büyük(!) adamlar. Binbir araç ile baştan çıkarıncaya kadar uğraşarak birkaç ayda bir birkaç kuruş vermek suretiyle ve ancak tatlı vaatlerle elinden kızını alıyorlar. Eski esirciler gibi bu işi kendine meslek edinmiş bu yüzden para kazanan ne kadar kasap var, ne kadar canavar var.

Bundan zarar gören Türklük değil Çerkesliktir. Bu suretle aile ocağından ayrılan Çerkes kızları bir daha oraya dönemiyor, gittikleri yerde çoğunlukla ya bir sefil ile evlenip sefalette yüzüyorlar, ya da odalık veya cariyelikle hayatlarının baharını söndürüyorlar. Batı ile doğunun iki önemli kıtanın ortasında iktidar sahibi geçinen bir hükümetin yönetiminde bu durumlann devamı insanlığa sürülen bir leke değil midir? Değilse ya nedir? Çerkesler, Çerkesliklerini böyle heba ediyorlar. Kendilerinden ayrılan, ocaklarından çıkan her kızla, Çerkes toplumsal yaşayışı bir kişiyi değil, geleceğe uzanan aileler zincirini kaybetmiş oluyor.

 

Bu işten Çerkeslik bu kadar zarar görmekte iken diğer tarafta Çerkes kızlarının çöküntü aracı olduklarını haykırmak Türkler için doğru olur mu? Bu feryada Türklerden çok Çerkeslerin hakkı yok mudur?

 

Comments are closed.