Batı Kültüründe ‘Çerkes Güzeli’ imgesi
12:40 1 October 2014

İrvin Cemil Schick

Batı’da Çerkes kadınlarından söz eden ilk edebî yapıtlardan biri, Prospero Bonarelli’nin Il Solimano (1620; Süleyman) adlı oyunudur. Bu trajedi, konusunu Avrupalıları hem cezbeden, hem de iğrendiren, öyle olduğu için de tekrar tekrar öykülenen bir tarihî olaydan alır: Şehzâde Mustafa’nın 1553’te öz babası Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle katli. Oyunda Mustafa’nın annesi olan Kanunî’nin eski gözdesinden “la Circassa” (İtalyanca “Çerkes kadını”) diye bahsedilmektedir. Daha sonraki yıllarda Bonarelli’nin trajedisini taklit eden birçok oyun yazılmıştır.

Mustafa’nın annesinin asıl adı Mâhidevrân’dır—bazı kaynaklara göre ise Gülbahar. Sonradan Müslüman olduğuna dair ipuçları vardır, ama kaynaklar Çerkes olup olmadığı konusunda hemfikir değildir. O dönemde Çerkeslerin Osmanlı köleleri arasında pek küçük bir azınlık teşkil ettikleri bilinmektedir, ancak bir Venedik elçisinin 1553 tarihli raporunda Mâhidevrân’ın Çerkes olduğu kesin olarak belirtilmektedir. Her halde bu gibi raporlar Bonarelli’nin oyununa hammadde teşkil etmiş olmalıdır.

Burada dikkate değer olan şudur: Önemli bir kişi olsun ya da olmasın, Mâhidevrân’a yapıştırılan Çerkes yaftası – o dönemde her ulusa yakıştırılması âdet haline gelmiş olan – bazı özgül ahlâkî niteliklerin işareti değildi. Örneğin Hippolyte Jules Pilet de la Mesnardière, La Poëtique (1640; Poetika) adlı kitabında yazarlara hikâyelerinin inanılır ve uygun olması için gayet belirgin talimat vermektedir: bir Asyalı çekingen olmalıdır, bir Afrikalı sadakatsiz, bir İranlı dindar, bir Yunanlı hain, bir İspanyol iffetsiz, bir Fransız uygar. Çerkeslerden söz eden erken yapıtlarda böyle önyargılı kavramlardan iz yoktur; ancak, Çerkes imgesi kısa zamanda fizikî güzellikle özdeşleştirilmiş, bir süre sonra da buna cinsel ustalık eklenmiştir. Çerkes ve Gürcüler hakkında daha sonra iyice yaygınlaşacak olan kalıp yargılar, olağanüstü güzellik, beyaz ten, cinsel hüner gibi özellikler içerir.

İffeti tehdit eden arzular”

Montesquieu Lettres persanes (1721; İran Mektupları) kitabını yazdığında Çerkes kadınlarının güzel ve cinsel açıdan ulaşılabilir olduğu düşüncesi Batı’da artık kesin kes yerleşmiştir. Gerçekten de hadım karaağaların başı, Usbek’e şöyle yazar:

“Dün, birkaç Ermeni saraya satmak istedikleri genç bir Çerkes köle getirdiler. Onu gizli koğuşuma götürdüm; soydum, ve bir yargıç gözüyle kılı kırk yararcasına inceledim; inceledikçe de yeni yeni güzellikler buldum. Bir bakirenin utancıyla onları benden saklamak istiyordu. Emirlerime uymanın ona ne kadar zor geldiğini gördüm. Çıplak kalınca kıpkırmızı kesildi—benim gibi iffeti tehdit eden arzulardan uzak, kadının hükmünden tamamen kurtarılmış birinin yanında olmasına rağmen.”

Bu satırların dizginlenmemiş erotikliği, yalnızca tecavüzkâr erkek bakışıyla iffetli dişiliğin karşı karşıya getirilmesinden değil, ayrıca özneyle nesneyi birbirinden ayıran ırk farkının da zımnen bilinmesinden doğmaktadır—ki 18. ve 19. yüzyıllar boyunca birçok erotik eser ve aşk romanı bu reçeteden yararlanmıştır. Örneğin William Beckford’ın Vathek’inde (1786), sarayda esrarengiz bir konuk belirdiğinde huzursuz olan sultan hadımağaya seslenir: “Git! İki kat ihtiyatlı ol, Çerkes güzellerime iyi bakmayı da sakın ihmal etme, çünkü [onun] zevkine ötekilerden daha uygun düşeceklerdir.”

Çerkes teması yalnızca aşk romanları ve erotik yapıtlarla sınırlanmamıştır; bu temayı kullanan öğretici ya da ahlâkî yapıtlar da vardır. Örneğin Barthélemi Marmont du Hautchamp üç roman yazmıştır: birincisinde öykü bir Gürcü kadının çevresinde dönmektedir, ikincisinde bir Japon’un, üçüncüsünde ise bir Çerkes’in. Histoire de Ruspia, ou La Belle circasienne (1754; Ruspia’nın Öyküsü, ya da Çerkes Güzeli) başlıklı üçüncü romanda yazar fizikî güzelliğin ancak ruh asaletiyle birleştiği takdirde değerli olduğu üstünde durur: “Maddenin belirli bir biçimde düzenlenmesiyle sanki tesadüfen ortaya çıkmış olan olağanüstü bir güzellik, eğer onunla birleştirilmiş olan ruh kötü huylara meyilliyse, erkeklerin hayranlığına lâyık değildir. Eğer bir kadının yüreği gurur, hırs ya da çıkar hevesiyle yozlaşmışsa, bu huylar onun hor görülmesini gerektirir.”

Hoşnut etmek için doğmuş”

“Çerkes Güzeli” teması her kesimden halkın ilgisini çekmiştir, popüler edebiyatta da kendini gösterir zaman zaman. Örneğin Fatal Curiosity; or The Interesting History of Edward Wilmot (1805; Ölümcül Merak, ya da Edward Wilmot’un İlginç Hikâyesi) başlıklı küçük derleme kitapta “The Fair Circassian” (Çerkes Güzeli) adlı bir masal vardır. Yitirilen aşka yeniden kavuşmanın hikâyesidir bu—Kûfeli genç bir adamla babasının ona eş olsun diye satın aldığı güzel Çerkes kölesinin hikâyesi. “Hoşnut etmek için doğmuş” diye nitelendirilen bu Çerkes kızıyla tek ilgilenen elbette sözlüsü değildir. Neyse ki erdem arzuya galebe çalar ve iki âşık yeniden birbirine kavuşur.

Eastern Tales for the Amusement of Youth: The Persian and the Circassian (1823; Gençlerin Eğlencesi için Doğu Masalları: İranlı ve Çerkes) bir diğer anonim yapıtın adıdır ki, bu kitapta ırk iyice ön plana çıkar. İkinci bölümde sultanın güzel kızı Zellana’nın hikâyesi anlatılmaktadır. Zellana bir Çerkes prensiyle sözlüdür. Prens sakat ve son derece çirkindir, ama kız razı olmuştur bu evliliğe. O sırada çok yakışıklı bir Afrikalı kral ortaya çıkar ve Zellana’ya talip olur. Babası kızı verir, ama kız içgüdüleriyle bu “Arap prensi”nden iğrenmektedir. Sonunda anlaşılır ki Afrikalı prens aslında yeraltında yaşayan bir iblistir ve yakışıklı Çerkes prensine büyü yapmıştır. Zavallı prens doğal hâliyle Zellana’ya hitap edememekte, ağzını açar açmaz hemen iğrenç bir yaratığa dönüşmektedir. İblis yenilgiye uğratılıp büyü bozulduğunda, prens beyaz teninin bütün yakışıklılığıyla ortaya çıkar ve âşıklar muratlarına erer.

“Çerkes Güzeli” motifinin geniş kitlelere ulaşmasının ilginç bir örneği, “Lieutenant (Teğmen) Murray” diye tanınan Maturin Murray Ballou’nun eserlerinde görülmektedir. Yayıncılık alanında 19. yüzyıl Amerika’sının en büyük girişimcilerinden biri olan ve herkesin okuyabileceği kitapların yaygınlaşmasına çalışan Ballou’ya, hakçası “metelik romanlarının babası” denmiştir. Çerkes temasını, dergilere yazdığı bazı makalelerin yanı sıra iki kısa romanında kullanır: The Circassian Slave or the Sultan’s Favorite. A Story of Constantinople and the Caucasus (1851; Çerkes Kölesi yahut Sultanın Gözdesi: Bir İstanbul ve Kafkasya Öyküsü) ve The Circassian Slave, or, the Heroine of Oltenitza. A Tale of the Russo-Turkish War (1855; Çerkes Kölesi, yahut Olteniçe Kahramanı. Bir Türk-Rus Savaşı Öyküsü).

Birinci roman bir esir pazarında başlar. Burada “Mısırlılar, Bulgarlar, Acemler, hattâ Afrikalılar satılmaktadır; ama biz onları geçip Çerkes ve Gürcülerin satıldığı asıl tezgâha bakalım. Hepsi güzel oldukları için seçilmişler, olağanüstü ilginç bir manzara arz ediyorlar. Hepsi de kaderin yarın onlara getireceğini bekliyor: İyi bir efendi mi yoksa kalpsiz biri mi?” Dikkatini “güzel, gül yanaklı Çerkes ırkından” kölelere yoğunlaştıran Ballou, “nefis bir yaratık” tasvir eder: “Baş döndüren bir beden, kocaman parlak gözler ve bir Venüs’e benzemek için sahip olunabilecek her şey… genç ve olağanüstü güzel.” Bu kız satın alınarak sultanın sarayına teslim edilir; sultan da soylu, uzun boylu ve buyurgandır, çünkü “damarlarında kim bilir kaç kuşak Çerkesin kanı dolaşmaktadır, uluslarının izleri alnında yazılıdır.” Okur sonra “Çerkesistan vadilerine” götürülür; yazara göre bu diyarda “güzellik ile zulüm kol gezer, soylu vadilerinde dişil güzelliğin mucizeleri yaratılır ve ovalarında korkunç bir mücadelenin capcanlı sahneleri cereyan eder.” Özellikle 19. yüzyılın birinci yarısındaki Rus işgaline karşı Çerkeslerin direnişine gönderme yapılmaktadır burada; İngilizler bu dönemde zaten bu yüzden yeniden Çerkes halkıyla ilgilenmeye başlamışlardır.

Ballou’nun The Circassian Slave başlıklı ikinci kısa romanı tam da Osmanlı-Rus savaşına odaklanmıştır; Britanya ile Osmanlıların müttefik olduğu bu savaşa İngiliz kamuoyu, kitle iletişim araçlarındaki yeni gelişmeler sayesinde o zamana kadar hiçbir çatışmaya göstermediği kadar ilgi göstermişti. Çerkes kölesi için sultan şöyle der: “Haremimde çok çiçek var, ama Torinda hepsinden üstün. Yalnızca güzel olmakla kalmıyor, çok da marifetli… Bana bu kadar güzel bir gelin verdiği için Allaha şükretmem gerekmiyor mu?” Ama kız saraydaki hareketsiz hayata dayanamaz, çocukluk arkadaşı olan bir İngiliz korsanla yanyana çarpışmak üzere kaçar. Burada, “Çerkes Güzeli” izleğinde yeni bir açıyla karşılaşılıyor: Şimdiye kadar savaşkan gösterilen hep Çerkes erkekleriyken Ballou’nun kitabındaki Çerkes kızı, “Jeanne D’Arc gibi ordulara önderlik etmek için doğmuştur!”

Şalvarında hançer taşıyan pahalı bir Çerkes”

Buraya kadar verilen örneklerden görüldüğü gibi “Çerkes Güzeli” motifi, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca Batı Avrupa ve Amerika’da çok yaygınlık kazanmıştır. Ama asıl ilginç olanı, bu izleğin yalnızca eski tarz “şark masalları”nda değil, hiç beklenmedik yerlerde de ortaya çıkmasıdır.

Örneğin William Makepeace Thackeray’nin Vanity Fair’inde (1848; Türkçeye Gurur Dünyası başlığıyla çevrilmiştir), bazı roman kahramanlarının sahneye koyduğu bir oyunda “Nübyeli Mesrour” yanında peçeli bir kadınla odaya girer. Peçesini açtığında herkesi bir heyecan sarar, çünkü kadın “o güzel gözleri ve saçlarıyla Mrs. Winkworth’tü… muhteşem bir şark kıyafeti giymiş, kara örgülerine sayısız mücevher takmıştı, elbisesi de altın akçelerle kaplıydı.” Daha sonra “nefret edilesi Müslüman onun güzelliğiyle mest olduğunu söylediğinde” kadın “dizlerinin üstüne çöker, doğduğu dağlara geri göndermesi için ona yalvarır, zira o dağlarda Çerkes sevgilisi hâlâ Zuleikah’nın yokluğunun matemini tutmaktadır.” Gerçi Thackeray’nin şarkiyatçılığa hiç de yabancı olmadığı bilinmektedir, ama 19. yüzyılın ortasına gelindiğinde genel olarak edebiyatın ana akımlarında Çerkes cariyesi zaten yaygın bir izlek haline gelmişti. Nitekim Charles Dickens’ın The Haunted House’ında (1859; Türkçeye Lânetli Ev başlığıyla çevrilmiştir) çocuklar Vanity Fair’dekine benzer bir sahne oynarlar. Kızlardan biri sultanın gözdesi seçilince, arkadaşına ne olacağını sorar:

“Eh, Miss Pipson’ın kıvır kıvır sarı saçları ve mavi gözleri olduğuna göre (ki bana göre bir ölümlü ve dişiye Güzel denecekse böyle olmalıydı), onu bir Çerkes Güzeli olarak gördüğümü söyledim hemen.

‘Peki o zaman ne olacak?’ dedi Miss Bule düşünceli düşünceli.

Bir Tüccar tarafından kandırılmalı, peçe takılıp önüme getirilmeli, köle olarak satılmalı diye cevap verdim.”

Daha sonra bu sözde “Çerkes Güzeli”nin “beş yüz bin kese altına satıldığını, aslında çok da ucuza gittiğini” öğreniriz.

Edebiyatın ana akımından başka bir örnek de Henry James’in The American romanıdır. (1876–77) Bir sahnede birkaç kişi Christopher Newman’a bulunacak müstakbel eşi tartışmaktadır. Mr. Tristram haykırır: “Bu yabancı kadınların ne korkunç yaratıklar olduğunu bilemezsiniz; özellikle de şu milyonerler için yetiştirilmiş olanlar. Şalvarında hançer taşıyan pahalı bir Çerkes’e ne buyurursunuz?”

Somerset Maugham ise Of Human Bondage’da (1915) şöyle yazar: “Önüne dizilmiş dört büyük Chianti şişesine hazla baktı, bir viski şişesinin iki yanında ikişer şişe; manzaranın ona dört şişko hadımağanın koruduğu narin bir Çerkes güzelini hatırlattığını söyledi.”

Görüyoruz ki, Kanunî Sultan Süleyman’ın katledilen oğlu Şehzade Mustafa’nın yürek burkan trajedisinden başlayıp dört yuvarlak şarap şişesinin kuşattığı bir şişe viskiyle sona eren “Çerkes Güzeli” imgesi, üç yüzyılda yüce’den gülünç’e dönüşmüştür. Egzotik güzelliğin bu güçlü simgesi öyle sıradan hale gelmiştir ki, Şark ile uzaktan yakından ilgisi olmayan edebî eserlerde dahi, âdeta lâf olsun diye, bu simgeye gönderme yapılmaktadır.

Dağlarımızın hür çocuğu”

“Çerkes Güzeli” motifinin 19. yüzyılda ne kadar yaygınlaştığına dair bir ipucu da bu temayı ele alan bestelerin sayısıdır. Sir Henry Rowley Bishop, Charles Ward’un librettosuna dayanarak The Circassian Bride’ı (1809; Çerkes Gelini) bestelemiştir; Daniel François Esprit Auber’in bestelediği La Circassienne; Opéra comique en trois actes (1860; Çerkes Kızı: Üç Perdelik Komik Opera) adlı eserin librettosu ise Eugène Scribe’e aittir ve daha sonra tekrar kullanılmış, Franz von Suppé’nin Fatinitza (1879) operasının librettosunun da temelini oluşturmuştur. Charles d’Albert, Léo Delibes, Matthias Holst, John Powell, Sergei Rahmaninof, Edward Riley, Johann Strauss ve daha birçok müzisyen Çerkes dansları, ezgileri, marşları bestelemişlerdir. Treharne Bryceson’un 1917’de Richard Garnett’in “The Fair Circassian” (Çerkes Güzeli) şiiri üzerine yaptığı beste, bir saraya hapsedilen güzel Çerkes kızının saçma sapan hikâyesini anlatmaktadır; kız, kırk vezire aşklarını ispat etmek istiyorlarsa sakallarını tıraş etmelerini söyler. Ondan sonra,

                                       Sakalları büktü ip yaptı

                                      Tırabzana bağladı,

                                      Koyverdi kendini, kaydı

                                      Yurdu Çerkesistan’a vardı.

Léo Pouget aynı sıralarda ünlü Osmanlı yazar ve araştırmacısı Adolphe Thalasso’nun Anthologie de l’amour asiatique (1907; Asya Aşkı Antolojisi) adlı eserine dayanan Chants d’amour orientaux’yu (Şark’tan Aşk Şarkıları) bestelemiştir ki, bu şarkılardan birinin adı “Çerkes Şarkısı”dır. Şuna da değineyim bu arada, Thalasso’nun antolojisindeki Çerkes şiirleri Batı’da genellikle dolaşımda olan Çerkesler hakkındaki basmakalıp fikirlere öylesine uygundur ki, insan haklı olarak bunlar gerçekten Çerkes şiirleri mi, yoksa iliklerine şarkiyatçılık işlemiş bir Avrupalının kaleminden mi çıkmışlar diye merak ediyor. Şiirlerden birinde bir genç adam sevdiğinin babasına sesleniyor:

                                    Üç beş parça altına

Sattın sevdiğimi kölelere.

Dönüp satacaklar onu yine

İnsan teni pazarlarında.

Dağlarımızın hür çocuğunu

Kendin gibi köle ettin, sen yine.

Gidecek zevkine hizmet edecek

Irkımızın bir düşmanının.

Ne yalan söyleyeyim, bu dizeler bana hiç de bir “halk şarkısı” gibi gelmiyor, ama elbette yanılıyor olabilirim. Her halükârda, konunun sayısız şair, yazar ve oyun yazarının yanı sıra birçok bestecinin de muhayyilesini kurcalamış olduğu açık.

Beyaz Irkın Tanımlanması ve Çerkes Güzeli

Batı edebiyatındaki Çerkes kadını imgesi zamanla bir yönden daha değişim göstermiştir. Şöyle ki, erken dönemlerde ten rengi bazen açık, bazen koyu olurken, sonraları ısrarla beyaz olarak betimlenmiştir. Örneğin 19. yüzyılın ikinci yarısında Baronne Durand de Fontmagne, bir Çerkes kızını “bu muhteşem ırkın kadınları arasında değişmeden kalan bir tipin” saf bir örneği olarak nitelendirir ve “sarı saç, koyu kestane kirpikli koyu mavi gözler, sanki kalemle çizilmiş kavisli kaşlar”ından söz eder. Yirminci yüzyılın başında ise Albert Friedenthal daha da ileri giderek “Çerkezler süt beyazdır” iddiasında bulunur, doğudaki köle pazarlarında saflıkları ve beyazlıkları yüzünden revaçta olduklarını söyler.

Johann Friedrich Blumenbach’ın, De generis Humani Varietate Nativa (1795; İnsan Cinsindeki Doğal Farklılıklar Üzerine) adlı eserinin üçüncü basımında iddia ettiğine göre, insanlık tek tür olmakla birlikte “başlıca beş cins”ten oluşmaktadır: Moğol, Habeşî, Amerikan, Malezyalı ve Kafkasyalı. Günümüzde yaygın olan, “Kafkasyalı” kelimesinin beyaz ırkı belirtmek için kullanılışının ilk örneğidir bu. Blumenbach’a göre bu cinsin özellikleri şöyledir: “beyaz ten, pembe yanaklar, kahverengi ya da kestane rengi saçlar; kafa hemen hemen yuvarlak; yüz beyzî, düz ve oldukça keskin hatlı, alın düz, burun dar ve hafifçe kemerli, ağız küçük.” Üstelik tarif ettiği bu çehreyi – ki Çerkes güzelliğinin edebiyattaki birçok tasvirine çok benzemektedir – “en yakışıklı ve güzel addettiğimiz görünüm” olarak niteler.

Terim seçimine gelince, onu Blumenbach şöyle izah eder: “Bu cinsin ismini Kafkas Dağı’ndan aldım; hem çevresinde, özellikle de güney yamaçlarında insanlığın en güzel ırkı, yani Gürcüler yaşadığı için, hem de bu bölgeyi yeryüzündeki bütün bölgeler arasında insanın ilk ortaya çıkmış olması en muhtemel yer addetmemizi gerektirecek bütün fizyolojik veriler burada toplandığı için.” Demek ki Blumenbach’a göre Kafkasyalılar asıl, “ilk” insanlardı, bütün insanlığın en beyazı ve en güzeliydiler. “Güzel” ve “beyaz” kelimeleri Kafkasyalılarda birleşiyordu.

Bugün insan neslinin Afrika’da ortaya çıktığı artık biliniyor. Gerçi ilk insanın ten rengi hakkında şimdilik bir fikrimiz yoksa da, hepimizin ortak atasının Kafkas Dağlarından çıkan sarışın mavi gözlü insanlar olmadığı kesin…

İrvin Cemil Schick

Bu yazı, yazarın Çerkes Güzeli: Bir Şarkiyatçı İmgenin Serüveni (İstanbul: Oğlak Yayınları, 2004) kitabının bir bölümünün yeniden yazılmış şeklidir.

Bu makale ilk kez Altüst Dergisi için Kelemet Çiğdem Türk tarafından hazırlanan “Çerkesler” dosyası içerisinde yayınlanmıştır. (Mayıs 2014)

 

Comments are closed.