Mütâreke Gayyası’nda Ethem ve Anzavur
3:07 3 January 2013

Anılar, çoğu zaman tarihi olayların aydınlatılmasında resmiyetten uzak samimi birer yol göstericidir. Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarını maalesef resmi tarihin bize öğrettikleri kadar biliyoruz. Tarihin tozlu sayfaları ise nice hikayelerle dolu…

Tarık Mümtaz Göztepe tam da bu karanlık dönemlerin şahidi aslında. Osmanlı’nın 9 Harbiye Nazırı’na ve Sadrazam Damat Ferit’e yaverlik yapmış Tarık Mümtaz aynı zamanda sürgün yıllarının ilk çocuklarından. Evet, O 1891 yılında İstanbul’da doğmuş bir Çerkes. Oldukça Çalkantılı bir hayat hikayesine sahip olan bu Çerkes, aynı zamanda 150’liklerden. Sisli bir donemin canlı şahidi olan Göztepe anılarını kitaplaştırarak döneme ışık tutmayı da ihmal etmemiş.

1969 yılında Sebil Yayıncılıktan çıkan anılarında Ançok Anzavur ve Çerkes Ethem ile yaşadığı karşılaşmalar ise olayları ve karakterleri tahlil etme biçimi açısından oldukça doyurucu. Çünkü Tarık Mümtaz olayları irdelerken belki de hiç kimsenin bakmadığı bir yönden bakıyor. Dönemin iki önemli figürünü bir Çerkes olarak tahlil etmesi, dışarıdan bakan bir gözün anlamakta güçlük çekeceği olayları içeriden bir gözle aydınlatıyor.

Sayfa 241-248

Ali Rıza Paşa’nın başına içerden ve dışarıdan gaileler yağıyordu. Bu ardı arkası kesilmeyen gailelere birde hiç hatırda ve hayalde olmayan bir mesele karışmış ve kabinenin vaziyetini arap saçına çevirmişti.

Bu yeni gaile Anzavur gailesiydi. Üçüncü Damat Ferit kabinesinin iktidardan düşmesi ve Kuvva-yı Milliye’nin arzu ve iradesiyle Ali Rıza Paşa’nın mevkiye gelmesi üzerine bütün muhaliflerin birer köşeye sindikleri Hürriyet ve İtilafçıların süngülerinin düştüğü gün, bu bir tek muhalif ortada kalmış ve süngüye sarılıp, dişine kadar silahlanarak bütün hükümete ve millet kuvvetlerinin karşısına dikilmişti.

Jandarma Binbaşısı olan  ve eşkiya takiplerinde büyük bir şöhret kazanarak Osmanlı hükümeti ve valilerini yıllarca uğraştırmış ve titretmiş olan meşhur Çakırcalı’ yı ölü olarak ele geçirmeye muvaffak olmuş bulunan Ahmet Anzavur, cesareti ve kırılmaz inadı kadar “ acı kuvvet” denecek derecede adele kuvvetine mâlik bir adamdı.

Yeni tanıştığı bütün asker ve sivil memurların ellerini sıkmadan, işi şakaya vurup onlara kuvvetini göstermeye kalkar ve bu yeni ahbapları kiloları ne olursa olsun sağ elinin yumruğunu apış aralarına sokarak ata bindirir gibi bileğiyle havaya kaldırır ve fırıl fırıl döndürdükten sonra yere bırakırdı.

Üçüncü Damat Ferit kabinesinin sukûtu esnasında İzmit mutasarrıf vekili bulunan bu mutaasıp adam, kabinenin sukûtunu padişahın şahsına karşı bir hakaret sayarak makamını bıraktığı gibi silahına sarılmış ve Karabiga’ da başına topladığı bir çete ile Bandırma’yı zapt edip Kuvva-yı Milliye’ye karşı mücadeleye girişmişti.

Ahmet Anzavur, Bandırma’da Şah İsmail ve Gavur İmam kuvvetlerini de arkasına takarak Kirmasti, Balıkesir, ve Bursa’ya doğru gittikçe büyüyen bir gaile halinde taarruza başladı.

Bu tehlikeyi önlemek üzere Anzavur’un  karşısına çıkan Kaymakam Rahmi Bey’in kumandasında 72. Piyade Alayı bozguna uğramış ve alay kumandanı ile bir kısım arkadaşları şehit düştükleri gibi askerler de esir edilerek birer birer Anzavur’un huzuruna getirilerek ve bir daha padişah ve seriat (!) ordularına karşı silah kullanmayacaklarına dair yemin ettirilerek ellerinden silahları alınıp köylerine gitmek üzere serbest bırakılmışlardı.

Kendisine şeriat namına hareket eden ve Halifenin iradesiyle harekete geçen gökten zembille inen kendisine Allah adamı süsü veren Ahmet Anzavur:

“Elimde Kur’an, kalbimde iman” diyor da başka bir şey demiyor , kendisi gibi Çerkes olan ve ordumuzun en muktedir erkânı harbiye generallerinden Balıkesir’de ki dördüncü kolordu kumandanı Yusuf İzzet Paşa merhumla, İstanbul’dan gönderilen eski muhafız Ahmet Fevzi Paşa’ ların mükerrer nasihatlerine asla kulak asmayarak Bursa’ya doğru sel gibi akıyordu.

Memleketi pek ciddi surette meşkul eden ve Bursa’yı hatta Eskişehir’i tehdit eden bu hadiseye ait gazetelerde pek kısa ve kapalı malumat veriliyor ve ilgili hükümet makamlarıyla Dahiliye ve Hariciye Nazırları bu hususta kendilerine sorulan sualleri kaçamaklı ve ustu kapalı bir takım cevaplarla geçiştiriyorlardı.Harbiye Nazırı Cevat Paşa bu meseleden bahsederken:

“Ahmet Anzavur hadisesini biz adi bir şekavet vakası telakki ediyoruz. Allah vere de bunun bir siyasi cephesi olmasa” diyerek bu vesileyle saraya ve itilaf devletlerine karşı uyanan şüpheyi belirtiyordu. Hakikatte ise Ahmet Anzavur’ un arkasında ne iddia edildiği gibi saray ve hatta ne de itilaf devletleri vardı. O kendisi bu süsü veren bir maceracı idi.

Anzavur’un Bandırma, Kirmasti ve Balıkesir’de bir biri üstüne kazandığı muvaffakiyetler, mevkiine pamuk ipliği ile bağlı olan İstanbul Hükümeti’ nin vaziyetini fena halde sarstığı gibi, henüz bir husumet dünyası ile mücadele halinde bulunan Anadolu Heyeti Temsiliyesi’ ni de oldukça zor bir duruma sokmuştu.

O esnada Salihli cephesi kumandanı bulunan Çerkes Ethem maiyetindeki seçme süvari gönüllülerle dolu dizgin Bursa’ya getirilip, “ Ekinde Kur’an ve kalbinde iman” şehre doğru saldıran Ahmet Anzavur kuvvetlerinin önüne çıkarıldı.

Hudutlaraşırı bir propaganda ve çete hareketlerini idare etmek üzere İttihat Terakki Cemiyeti tarafından kurulmuş olan “Teşkilatı Mahsusa” adı verilen kelle koltuktaki meşhur teşekkülün tanınmış ve seçilmiş fedailerinden olan Çerkes Ethem, Birinci Dünya Harbi sıralarında İran ve Irak taraflarında faaliyette bulunan çetelerle çalışmış ve bu harbi takip eden mütareke günlerinde de eski İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunu dağa kaldırarak çocuğun büyük babası ve eski hareket ordusu komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa vasıtasıyla on binlerce fidyeyi necat almış ve bu para ile vücuda getirdiği gönüllü bir süvari müfrezesiyle İzmir cephesine gelip Yörük Efe, Sarı Efe (İzmir mevkiinde idam edilen Edip) ve parti pehlivanların yardımları ile kurulan Salihli cephesinin kumandasını eline almıştı.

Çakırcalı gibi asırların az yetiştirdiği yırtıcı bir dağ kurdunu ölü olarak eline geçirmeye muvaffak olan ve o günlerde Çakırcalı’ ya rahmet okutacak bir kır serdarı kesilen Ahmet Anzavur’ la boy ölçmek fırsatı, Çerkes Ethem gibi kabına sığmayan bir as adam için ele geçer nimetlerden değildi.

Harbi kendilerine sanat yapan, şan ve şöhrete ezelden aşık olan iki muharip kabilenin bu iki inatçı  ve gözleri kızgın adamları karşı karşıya geldikleri zaman, İstanbul, Anadolu davası silinmiş, saray ve millet kavgası unutulmuş ve ortada kala kala müthiş ve kanlı bir kabile rekabeti kalmıştı.

Yoluna çıkan bütün engelleri silip süpüren, bir çok asker kuvvetlerini bozmaya muvaffak olan Ahmet Anzavur’ un en keyifli ve azametli  zamanında bu kuvvete meydan okumak cüretini gösteren ve ilk karşılaşmalarında üstünlüğünü ispat eden Çerkes Ethem, Çerkesler’ in Şapsığ kabilesinden adsız ve iddiasız bir aileye mensuptu.

Halbuki yaşça da Ethem’den çok büyük olan Anzavur, Çerkeslerin pek büyük bir efsanesine göre ayla güneşten doğan asil ve mukaddes bir ailenin evladı olduğuna sarsılmaz bir iman kuvvetiyle inanıyordu. Anzavur Kafkas muharebelerinin en çetin ve savaşçı kabilelerinden olan Abzah kabilesinin kendilerini yarım Prens sayan Ançok ailesindendi.

Ayla güneşten doğduğuna Allah’ ın birliğine inandığı kadar inanan Ahmet Anzavur, balçıktan yaratılan Ethem’i karşısında görünce:

–          “Allah aşkına bu Ethem’de kim oluyor?” diye kendini Kafkasya’ nın bu ezeli iptidai davasına kapıp koyverdi.

Bandırma, Kirmasti ve Balıkesir etrafındaki Çerkes köyleri bu iki kuvvetin arasında şaşkına dönmüşlerdi. Bu köylerden birçokları birçok kereler elden ele geçiyor ve köylerin ileri gelenleri bu davetsiz misafirlere, “giden ağam, gelen paşam” der gibi bir vaziyet almak zorunda kalıyorlardı. Çerkes Adetine göre bir eve inen yaşlı veya hatırlı adamlar o evden ayrılırken ya ev sahibi atına binerek misafirin maiyetine takılır, eğer yaşlı ise erkek evlatlarından birini kendi yerine misafirin emrine verir. Eğer bu misafir insaf eder, aklına getirir de bu mihmandara izin verirse köyüne döner ve böyle bir müsaade çıkmasa dağdan dağa bayırdan bayıra bu efendinin emrinde kalır ve sürter durur.

Bu geleneğe uyarak bir çok Çerkes ihtiyarları birbiri ardına ve birbirlerini kovalayarak köylerini basan bu misafirlere erkek evlatlarını topyekûn esir ve kurban vermişler ve bu hareketlerinin kanlı cezalarını yine bu adamlardan görmüşlerdi.

Ethem, bu çetin savaşta sırtını ağacın gölgesine dayamış ve Kuvva-yı Milliye ruhuna bürünmüştü. Ümmi denecek kadar cahildi. İmzasını atacak ve yazıyı sökecek kadar okumak ve yazmakla pek az ülfeti olan bu adam konuşurken münevver bir ihtilal adamı gibi konuşuyor ve pek hoşlandığı anlaşılan “Milli Mefküre uğrunda” tabirini dilinden düşürmüyordu.

İhtilal taktiğini çok iyi kavrayan Ethem, hücumlarında amansız baskınlarından cüretli bir komiteci idi. Anzavur ise eline geçirdiği silahlı düşmanlarının silahlarını ellerinden alıyor ve bir daha kendisine karşı silah kullanmayacaklarına yemin verdirerek bunları topyekûn serbest bırakıyordu.

İhtilalin kanla besleneceğine iman eden ve sanki büyük Fransız ihtilalini adım adım takip etmiş ve bu sanatın sırrına ermiş gibi görünen Ethem, zaptettiği bir kasabaya girerken bir çok ağaçların ve telgraf direklerinin darağacı kesildiği görülüyor ve kendisinden evvel ortalığa dehşeti siniyordu.

Yıllarca Ürdün’ün baş şehri Amman’ ı kendisine gurbet vatanı olarak seçen Çerkes Ethem’i bu gurbet yılları esnasında bu şehirde tanımaya ve görmeye muvaffak olmuştum.

Mütevazi bir evde kendi yorganını kaplamakla meşgul olan bu adamın, kendisine hiç yakışmayan bu vaziyetinde ansızın yanına girdiğimiz zaman gözlerini kaldırdı ve suç üzerinde yakalanmış bir çocuk gibi sapsarı kesilerek iki metreye yaklaşan boyu dimdik oldu.

Hüvviyetimi öğrenince ve gazeteci olduğumu anlayınca Dünya’dan elini ayağını çekmiş ve yorganını kendi eliyle kaplayacak kadar yoksulluğa düşmüş görünen adam birdenbire değişti ve gözleri ümit ve ihtirasla doldu, damarlarında yeni bir hayat ve hareket kasırgası dolaşmaya başladı. Bir lahza içinde gurbet odasının zavallı dekoru değişmişti. Yorgan toplandı ve ortaya tıklım tıklım dolu ve boy boy dosyalar geldi. Bunlar Çerkes Ethem’ in gözünden bile sakınarak muhafaza ettiği Milli mücadeleye ait cidden zengin dosyası idi.

Salihli cephesindeki ilk şerefli hizmetinden başlayarak Anzavur harekatı, Konya, Yozgat, Düzce ihtilalleri gibi göğsünü gururla kabartan zafer hatıralarından Kütahya’da Yunanlılara hayat endişesiyle iltica dakikasına kadar cereyan eden bütün vakaları en küçük vesikalarına varıncaya kadar büyük bir dikkat ve intizamla muhafaza eden  Çerkes Ethem bu dosyaları ortaya çıkarınca hem en büyük kardeşi hem de sır katibi  ve akıl hocası olan eski Saruhan Mebusu Çerkes Reşit oda kapısında göründü.

Enver Paşa’ nın sınıf arkadaşı ve Trablusgarp’ ta da sadık bir gölgesi olan bu yağız çehreli ve ak saçlı adamın gözlerinde hala sönmeyen bir ihtiras parlıyor ve yüzünde kanlı ve korkunç maceraların izleri görünüyordu.

Sol eline hafif bir felç gelmişti. Bu sakat eli sağ eliyle muttasıl ovuyor, gözleri uzaklara dalarak alt dudağını ısırıyor ve bin bir çeşit maceranın hangi noktasından söze başlayacağını düşünüyordu.

Reşit anlattıkça coşuyor, coştukça anlatıyordu. Bir taraftan da iki kelime arasında cebinden tomar tomar fotoğraflar çıkararak:

–          “Şunlara bakın da haksız mıyım söyleyin” diye çırpınıyordu. Bu fotoğraflar Çerkes Ethem’ in ikbal ve itibar günlerine ait mesut hatıralardı.

O dakikaya kadar yerinde mıhlanmış gibi dimdik duran ve ağabeyinin sözlerini dikkat kesilerek dinleyen Çerkes Ethem tam bu sırada o resme derin derin baktıktan sonra:

“ Geçmiş zaman olur ki, hayali Cihan değer” der gibi içini derin derin çekti ve bir ölü dile gelir gibi ağır, küskün ve kin dolu gözlerini ağabeyine dikerek:

–          “Acınacak adamı görüyor musunuz? İşte o adam sensin” dedi.

Herkes dehşet kesilmişti. Ethem upuzun kollarını hiddetli hiddetli sallayarak ve işaret parmağıyla muttasıl Reşit’i göstererek etrafındakilere kaçırılmış bir fırsatın nedametini ilan ederek şöyle dedi:

–          “ Yozgat isyanında, Ankara Valisi Yahya Galip’in manzum sıfatı ile Kuvva-yı Seyyare mahkemesine celbini emrettiğim zaman bu adam Mustafa Kemal Paşa’ya iltica etmiş ve paşada kendisine şefaatte bulunmuştu. Ben bu fırsattan istifade ederek Mustafa Kemal Paşa’ nın bizzat mahkemeye celbedilmesi için derhal teşebbüse geçecektim. Sen o sırada tedavi edilmekte olduğun Bursa’dan büyük bir telaşla kalkarak yanıma geldin ve ne yapıp yapıp bu mühim fırsatı elimden kaçırttın.

Bu hıyanetin yetmezmiş gibi Ankara’ya giderek Mustafa Kemal Paşa’ yı tevkif ve Batum’ da harekete hazır bulunan Enver Paşa’ yı yerine geçirmek üzere yapacağım mükemmel tertibata karşı duranların başında bulunan Rauf Bey (Orbay) kadar muhakkak ki sende mesulsün.”

Ethem her şeyini kaybettiği halde çok muntazam bir harp ceridesi halinde ağabeyine tutturduğu o tarihi ve zengin dosyaları mükemmel surette muhafaza etmişti.

Ethem, bu küçük ve münzevi gurbet memleketine düşmeden evvel ilk gurbette sığındığı Yunanistan’dan Bağdat’ a geçmiş ve Şeyh Sait hareketi sıralarında orada oturması münasip görülmeyerek İngilizler tarafından bu memleketten de dışarı çıkarılarak Şam’ a gelmişti.

Ethem’in Şam’a geldiğini haber alan ve Fransızların Şark ordusu hafif süvari bölüklerinde hizmet eden yüzlerce Türkiyeli Çerkes zabit ve askerleri derhal harekete geçerek Ethem ile aralarındaki eski hesapları ve sayısız davalarını kökünden halletmek kararını vermişlerdi.

Ethem, bu nazik ve tehlikeli durum karşısında o zaman Şam istihbarat reisi bulunan ve Çerkes süvari bölüklerinin kumandanı olan meşhur Yüzbaşı “Collet”e müracaat ederek, kendisine Suriye’de ikamet hakkı verilmesini istedi.

Ethem’i büyük bir nezaket ve hürmetle kabul eden “Collet” (Hatay’ ın ilhakında sık sık ismi geçen Fransız Subayı), vaziyetin bütün nezaketini anlamış ve Ethem’i hiç incitmeden ve tereyağından kıl çeker gibi Suriye topraklarından çıkarma imkanını bulmuştu.

………………………………………………

Sayfa 302-309

Ne yapacağı,kime sarılacağını şaşıran,harbiye nazırlığını yüzüne gözüne adamakıllı bulaştıran Damat Ferit Paşa çetecilikten,yağma ve suistimalden şiddetle nefret eden bir adamdı. En korktuğu şeylerin başına geldiğini görünce derhal harekete geçmekte tereddüt etmedi ve o zamana kadar okşayarak idare etmeye çalıştığı ve gücendirmekten çok çekindiği Anzavur’ a birazda tehdit taşıyan şiddetli bir ihtarda bulundu.

Bu ihtarı sadrazam tarafından tebliğe, Harbiye nezareti makam yaverlerinden olan bu hatıraların yazarı memur edilmişti.

Damat Ferit Paşa, Harbiye Nezaretindeki makamında bulunuyor, ye’is ve teessürü, solgun yüzünden okunuyordu.

Başını hafifçe kaldırdı ve yavere dert yanar gibi şu emirleri verdi.

–          “Anzavur Paşa’nın nezdine giderek kendisine selamımı tebliğ ediniz ve güzelce anlatınız ki, kumandası altında bulunan gönüllü müfrezelerinin yaptıkları yağmacılıklara derhal nihayet vermeleri, gerek Zatı Şahane’nin gerekse hükümetimizin katiyen matlûbuzdur.

İttihat Terakkinin şiddetle muhalif bulunduğumuz bu gibi hareketlerini bizde taklide kalkarsak ittihatçılardan ne farkımız olur.?”

Sadrazam ve Harbiye Nazırı’ nın bu emrini tebliğ etmek üzere İzmit’ e ve oradan yirmi kişilik bir süvari müfrezesiyle Sapanca’ya hareket ettik.İzmit’ten geç vakit ayrıldığımız için yarı yolda gecenin karanlığı basmıştı.

Göz gözü görmüyordu. Döşeme tahtaları dökülmüş harap bir ecel köprüsünün üzerinden atlarımızın ayakları aralıklara sıkışarak ve büyük bir tehlike içinde geçip karşı sahile varır varmaz, şosenin çevrelediği karanlık dağlar sürekli ve hırçın bir tüfek ateşi içinde kalmıştı. Bu ateş gittikçe şiddetini artırıyor ve dağdan dağa genişleyip duruyordu.

Sebebini ve hedefini öğrenmek mümkün olmayan bu mavzer gürültüleri arasında Sapanca’ya girdiğimiz zaman ortalığı müthiş bir paniğe tutulmuş bir halde bulduk. O, Geyve Boğazı’nın birer seyyar kaleye benzeyen çapraz fişeklikli gönüllü yağmacıları, soluk soluğa Sapanca’ya kaçıyorlar ve sırtlarını duvarlara dayayıp uzun uzun soluyorlardı.

Cepheden nefesleri tıkanacak gibi koşarak gelen bu kaçak sürüsünün ağzından kesik kesik çıkan faryatların içinde yalnız şu sözler seçilebiliyordu.

–          “Amanın basıldık. Kuvva-yı Milliye geliyor…”

Kendilerine birer dağlar kralı süsü veren bu kabadayıların yiğitliklerini mehenge vuran bu silah sesleri, meğerse ramazanı müjdeleyen hilalin ilk görünüşü münasebetiyle köylüler tarafından havaya sıkılan silahların tarkalarından başka bir şey değilmiş. Ramazanın şenliğinden paniğe tutulan bu sözde fedailerin arasında geceyi Sapanca’da geçirdikten sonra ertesi sabah erkenden Anzavur’ un Geyve’de ki karargahına hareket ettik. Geçtiğimiz bütün yollar, sıkı adımlarla geriye doğru giden ardı arkası kesilmez bir gönüllü şeridiyle örtülü idi.

Bunlara sorduğumuz “Nereye?” suallerine karşı sanki ezberletilmiş gibi hepside aynı cevabı veriyor ve:

–          “Çamaşır değiştirmeye” gidiyorlardı.

Bu vadinin içinde bir takım atlar ve nöbetçiye benzer silahlı adamlar görünüyordu. Bellerinden göğüslerine kadar dört beş sıra fişeklik kuşanan bu adamların göğüsleri üzerinde de ayrıca çapraz iki sıra fişeklik vardı. Ellerinde mavzerler ile yatıp kalkan bu canlı silah ve cephane koleksiyonlarının yanlarında hevenk hevenk tabanca, kama ve hançerler sallanıyor ve bunlarda yetmiyormuş gibi enselerinden aşağı doğruda birer gümüşlü kama ve tabanca sokulmuş bulunuyordu. Üzerlerinde yalnız birer dağ topları eksik bulunan bu seyyar cephaneliklere sokularak:

–          “Anzavur Paşa nerede?…” Diye sorduğumuz zaman, bu isimden güya hiçbir şey anlamamışlar gibi yüzümüze manasız manasız baktıktan sonra aralarından yaşlıca biri sorduğumuzu anlar gibi oldu ve yerinden ağır ağır kalkarak:

–          “Ahmet Bey’ i mi arıyorsunuz? O cephededir.” Dedi.

Çerkesler’ in asalet iddiasında bulunan mutaassıp bazı kabileleri içerisinde “Bey” ünvânı her türlü rütbelerden üstün tutulan bir payedir. Bundan dolayıdır ki, Çerkesler’ in pek çokları, Anzavur’ a Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından verilen saadetlû mirimîran paşalığından hiç haberdar olmak istememişlerdi.

Hala Ahmet Bey aşağı, Ahmet Bey yukarı deyip durdukları Anzavur, hemen arkasında durduğumuz tepenin ön yamacında bulunuyormuş. Her tarafımızı saran gönüllü muhafızların arasında bu adamın yanına götürüldüğümüz zaman, Kuvva-yı Seyyare Umum Kumandanı Ahmet Anzavur’ u kucağında mavzeri ile sırta arkasını vermiş ve sağ dirseğinin üzerine dayanarak uzanmış bir vaziyette bulduk.

Harp ve askerlik icaplarından ziyade işin kabadayılık ve gösteriş tarafında olan Anzavur, bizi görünce hiç istifini bozmayarak ve tesbihini çekmekte devam ederek gözünün ucuyla yer gösterdi. Yamacın bir tarafına da biz iliştik. Bulunduğumuz yer Ali Fuat Paşa’ nın (Cebesoy) bizzat kumanda ettiği Geyve Boğazı cephesinin tam karşısına tesadüf ediyordu. Bu tabak gibi apaçık noktayı vakit vakit karşıdan atılan piyade mermileri adeta yalıyordu. Dudaklarında fısıltı halinde bir dua geveleyip duran Anzavur, bir aralık duasına fasıla vererek şüpheli ve şikayetçi gözlerini gözlerimize dikti. Sağımıza solumuza saplanan, kulaklarımızın dibinden vızlayıp geçen kurşun seslerini hiç işitmiyor muş gibi görünüyor, bizi de bu tehlikeli ve münasebetsiz yerde oturtmaktan sanki bir nevi gizli haz duyuyordu.

Bir an evvel işimizi bitirerek bu işkenceli vaziyete bir nihayet vermek lazımdı. Söze mümkün olduğu kadar tatlı tarafından ve şöyle başladım:

–          “Sadrazam Paşa Hazretlerinin mahsus selamları var. Gözlerinizden öpüyor.

–          “Alyekümselam ve rahmetullah, getiren götüren sağolsun” dedi.

İşin asıl zor ve belalı olan tarafı kalmıştı. Sadrazamın pek acı ve birazda tehditli sözlerinin bu sert adam üzerinde bir isyan yaratmasından korkulabilirdi.

Kelimeleri dikkatle tartarak ve kırk dereden su getirerek sözü Sadrazamın şikayetlerine getirmiştik. Anzavur, gözlerini yere dikmişti.: Mavzerin dipçiği ile toprakları eşiyor ve burnundan soluyarak bu şikayetleri hiddetli hiddetli dinlemeye çalışıyordu.

Bir aralık başını kaldırıp yüzümüze bakmaya bile lüzum görmeyerek şöyle homurdandı:

–          “Sen o Sadrazam Paşa’ya benden selam söyle, bize bol keseden nasihat vereceğine, bol bol silah ve cephane ve bana kırk elli oruçlu müslüman göndersin” diyerek bize yol verdi.

Büyük bir nefes almıştık. Ölümün kanatlanmış binlerde yılan şekline girerek ıslık çalıp durduğu bu netameli mülakat yerinden uçar gibi uzaklaşıp atlarımızın beklediği yere kendimizi dar attık.

Bir de ne görelim? Zabit arkadaşların kendi zatî binekleri yani şahsi malları olan o güzelim Macar ve Rus katanalarının yerlerinde yeller esip bunların yerine Lagâr ve uyuz birer hergele pineklemiyor mu?..

Sadrazam, yağmacılığın önüne geçeyim derken kendi yaverleri ve emir zabitleri yağmanın en sunturlusuna uğramışlardı. Hayvanlarımızı teslim ettiğimiz nöbetçiler hiç telaş etmiyorlardı. Bu olağan işleri hiç yadırgamayan bir tavırla ve büyük bir soğukkanlılıkla:

–          “Yağız katanayı Ahmet Bey kendisi için alıkoydu. Doru Macar da, Kadri Bey’in hayvanının ayağı sakatlanmıştı onun yerine koyduk” dediler.

Bu muamele karşısında akan sular dururdu. Fakat işin şakaya da hiç tahammülü yoktu. Sahiplerine yüzlerce liraya mal olan ve bazılarının henüz borcu bile tamamıyla ödenemeyen bu kıymetli hayvanları bırakıp gitmek aynı zamanda zabitler için bir de izzetinefis meselesi olmuştu. Nöbetçilere hayvanlarımızı almadan şuradan şuraya bir adım atmayacağımızı ve icap ederse o civardaki asker taburları vasıtasıyla ve şiddet kullanarak bu hayvanları almaya mecbur kalacağımızı kat’i bir lisanla söyledik.

Bir müddet sonra, bizzat Anzavur’ la maiyetindeki ileri gelen adamları bulunduğumuz yere geldiler. Bir tarafta tavuklar kızartılıyor ve hatırlı bir misafir ağırlanmaya çalışılıyordu. Anzavur, bizim de yemeğe alıkonulmamızı söylemişti.

–          “Malum ya, gelmek misafirin elinde amma gitmek değil” diyordu.

–          “Aman” dedik, “her şeyden evvel şu bizim hayvanlarımızın iadesini rica ederiz.”

Anzavur talebimizin bu kat’iyeti karşısında fena halde hiddetlenmişti. Hırsını yenmeye çok çalıştığı halde bir türlü yenemedi ve hayvanların iadesini emrederken şu sözleri savurmaktan kendini alamadı:

–          “Siz de Harbi Umumiye iştirak eden zabitlerden değim misiniz? Hepiniz Enver’in (Enver Paşa) kölelerisiniz. Hepinizde İttihatçılar gibi farmasonsunuz.”

Onun gibi bizim de sinirlerimiz son derece gerilmişti. Karşı karşıya ve ayaküstünde duruyor, neredeyse birbirimize atılacak gibi burnumuzdan soluyorduk.

Tam bu sırada, Türkçe’ yi çetrefil bir Çerkes aksanıyla konuşan heyecanlı ve titiz bir adam tam ortamıza atılarak Anzavur’ a sitem etmeye başladı.

Bu, ufak tefek, mavi gözlü ve sarışın bir adamdı. Cüssesinden umulmayacak bir cevher ve cüret hamûlesi taşıyan bu minyatür adam, bir civa gibi ele avuca sığmaz haliyle tek ayağının bir parmağı üzerinde fırıl fırıl dönüyor ve etrafındaki dev gibi kabadayılar bu adam yavrusunun karşısında gayet çekingen ve ihtiyatlı bir vaziyet alıyorlardı.

Buna, Çerkesler sadece Sefer diye kendi ismiyle hitap ediyorlardı. Kuvva-yı Milliyeciler arasında “Çakır Efe” namıyla meşhur bir komiteci idi.

Bu “ Çakır Efe” Kuvva-yı Milliyeciler ile birlikte çalışmaktadır. Anzavur, bu eski dostunu görüşmek üzere bir gece için yanına davet etmiş ve kılına bile zarar getirmeyeceğine söz vermişti. O da sırf bu söze emniyet ederek karşı taraftan kalkıp sular kararırken Anzavur’ un karargahına gelmişti. O gün sabahtan beri Anzavur’ un karargâhında kızaran tavuklar kaynayan tencereler ve hazırlanan Çerkes Şipsi ve pastalar, meğer bu enteresan misafirin şerefine yapılıyormuş.

Çakır Efe” daha karargâha varır varmaz, Anzavur’ un, Enver Paşa aleyhinde acı acı konuştuğunu duyunca hemen ortaya atılmış ve sözünü ağzında bırakarak şöyle söylemişti:

–          “Ahmet Bey, Ahmet Bey.. Yoook, bak bunu sana yakıştıramam doğrusu…Sen kimin aleyhinde söylersen söyle karışmam, Fakat Enver Paşa’ nın aleyhinde tek bir kötü laf dinlemeye tahammül edemem.”

Anzavur, Sefer’in birden bire çıka gelmesine sevinmiş, fakat bu sert ihtarına içerlemişti.

Etrafındaki ileri gelen beylerden bazıları yarı şaka yarı ciddi bir lisanla:

–          “Hey Sefer, ayağını tetik al, işin fena olur haa.” Diye lafa karışınca “Çakır Efe” yerinden boşanmış bir zenberek gibi sıçrayarak ve ortada dört dönerek topuna meydan okudu ve:

–          “Tek başıma hepinizi önüme katar, harman çevirtirim şuralarda alimallah” dedi. Ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı.

Çakır’ ın zeki ve cüretli gözleri tekrar Anzavur’u aradı, buldu ve sözünü yarım bıraktığı yerden şöyle tamamladı.

–          “Ahmet Bey, Allah’ın günü harbiye nezaretine gelip, aman Sefer, beni Enver Paşa’ nın yanına sokuver, diye eşikler aşındırdığını unuttun mu? Enver Paşa seni kaç kere geldin de huzuruna kabul etti, bir dediğini iki eder miydi? O zamanlar binlerce defa öptüğün bu eli sana bu gün ısırmak sana yaraşır mı?

Sefer, içini adamakıllı boşaltmıştı. Bu haklı sözlere belki de içinden hak veren Anzavur, işi tatlıya bağlamış ve hazır olan yer sofrasında misafirini yanı başına oturtarak ağırlamaya başlamıştı.

Bu “Çakır Efe” Sefer, Harbiye Nazırlığı ve Başkumandanlığı zamanında Enver Paşa’ nın perde çavuşu ve seyahatlerinde ise hiç yanından ayırmadığı ve otomobilinin şoförünün yanında eksik etmediği en sadık ve gözünü budaktan esirgemez bir fedaisi imiş.Enver Paşa’ nın memleketten kaçması ve İzmir’ in işgali üzerine silahına sarılarak milli mücadele saflarına atılmış ve Kuvva-yı Milliye müfrezelerine katılmıştı.

Gayet dürüst ve makul konuşuyordu. Anzavur’la münakaşasını bitirince kâh Türkçe Kâh Çerkesçe şakalaşıp bir hayli gülüştüler. Yemekten sonra Damat Ferit tarafından gelen zabitler İstanbul’ a dönmek üzere atlarının başına döndükleri vakit, Sefer bu zabitlerin yanına bir gölge gibi sessizce sokuldu, bir sır ve bir vasiyet emanet eder gibi bu genç zabitlere şu acı fakat büyük hakikati anlattı:

–          “Efendiler ordumuzun en meşhur kumandanları, en kıymetli Erkan-ı Harbleri, en muntazam askerleri karşı taraftadır. Bu serserilerin arasında, onların karşısına çıkabilecek ve elinden iş gelecek  bir tek  kişi göremiyorum ben. Sizin gibi muktedir ve zabitlerin yeri orasıdır. Bir haftaya kadar bu serseriler çil yavrusu gibi dağıtılacak ve perişan edilecektir.”

Çakır Efe” nin bu sözlerine hiddet ve itiraz etmek şöyle dursun, zabitler bunu kendi vicdanlarından yükselen bir ikaz sesi gibi ibretli dinlemişler ve derin bir düşünce içinde bu esrarengiz yolcu ile vedalaşıp yerlerine dönmüşlerdi ve Anzavur’ un cevabını sadrazama olduğu gibi nakletmişlerdi…

Tarık Mümtaz Göztepe Hakkında:

1891 yılında İstanbul’da doğdu. Kuleli Askeri Lisesi’ni ve Kara Harp Okulu’nu bitirdi. Topçu subayı olarak orduya katıldı. Dokuz Harbiye Nazırı’na yaverlik yaptı. Mütareke döneminde sadrazam Damat Ferit Paşa’nın yaveri oldu. Bu sırada çıkardığı Ümid (1919-1921) dergisindeki yazıları, Kuvayi İnzibatiye güçlerinde görev yapması nedeniyle, Kurtuluş Savaşı sonrasında, Türkiye dışına çıkmak zorunda kaldı ve Yüzellilikler listesine kondu (1924). Bulgaristan’a giderek, Eskicuma’da Rumeli gazetesini (1924-25) çıkardı. Burada Aşık Garip, Muhacir Baba, Başyazıcı gibi takma adlarla yazılar yazdı. Bu dönemde İstanbul’da çıkan Tanin ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde, Ali Topciev takma adıyla, Bulgaristan Mektupları yayınlandı. Bulgaristan’dan henüz Türkiye’ye katılmamış olan Hatay’a gitti. Hatay’da Jimnastik öğretmenliği yaptı. Daha sonra Suriye’ye giderek Şam’da Musavver Sahra Mecmuası’nı, Kuneytra’da Adigece-Fransızca-Arapça-Türkçe olarak yayınlanan Marg gazetesini (1928-31), Antakya’da Hacivat Karagöz’ü (1933), İskenderun’da Ayyıldız (1939) gazetesini çıkardı. Yüzellilikler’in affından sonra İstanbul’a dönerek Yeni Sabah, Zafer, Yeni İstanbul, Tasvir, Yeni Köylü gibi gazetelerde çalıştı. Ankara’da Kadı Emmi (1965) gazetesini yayınladı. Basın şeref kartı da taşıyan Göztepe, Ankara’da 1977 yılında öldü.

ESERLERİ: 
Kafkasya’nın Harp ve İhtilal Kahramanı İmam Şamil, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa, Çizgiler ve Bilgiler-Traist et Connaisances, İstanbul’un Fikir ve İş Adamları, Osmanoğulları’nın Son Padişahı Vahideddin Mütareke Gayyasında, Osmanoğulları’nın Son Padişahı Vahideddin Gurbet Cehenneminde, Ulu Camiler Dini Anıtlar.

Yorumlar (1)
  1. kemal ustok on said:

    anzavur ahmet bey ayrıca türkiyede doğmamış olup bizzat kendisi kafkasyadan göçmüştür.cerkes ethemden yaşcada çok büyük olup sürgünde kendisi anadoluya gelmiştir.oysaki cerkes ethem bey sürgünde gelmemiş olup bizzat anadoluda doğmuştur.bunu hatırlatmak isterim bizzat anzavur ahmet bey anadoluya gelişi ilk istanbula muhtemelen olmuş olup arapça ve kuranı burada öğrenmiş olma ihtimali yüksektir.kafkasya cephesinde görevlendirilme sebebi ise batı cerkesyayı çok iyi bilmesi ve batı cerkesyanın ileri gelen şabsıg ailelerinden gelmesi olabilir.anzavur ahmet bey bizzat yusuf ustok asker ustok dache aslanbek kuzmirovich ile birlikte memleketi osmani istanbula gelmiş ve yusuf ustok asker ustok dönmesine karşın kendisi habech ( Abit ) ustok dache aslanbek kuzmirovich gibi shabsug ileri gelenleriyle türkiyede kaldığı varsayılmakta olup kafkasya cephesini organize etmesi ve ordaki ileri gelen aileleri tanıması vasıtasıyla görevlendirilmesi büyük olasılıktır.