DİLSEL ÇEŞİTLİLİK MÜCADELESİ
13:14 2 April 2013

 

KÜRESEL KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEYE İÇKİNDİR (1)

 

SİBEL ÖZBUDUN

 

“İnsan, dilinin

altında gizlidir.”[2]

 

“Ziman derîyê dil e.”[3]

 

“Kürtçe medeniyet dili değildir,” diye buyurdu bir devlet büyüğü, geçtiğimiz günlerde. Mefhum-u muhalifinden okunduğunda, “Türkçe medeniyet dilidir,” diyen bir böbürlenme tonunu kaçırmak, olanaksız.

“Hayır, esas Kürtçe medeniyet dilidir,” diye itiraz etmek mümkün bu dayılanmaya. Onun ardından da Kürtçe’nin zenginliği, tarihselliği, Kürt edebiyatının gelişkinliği vb. konusunda argümanlar öne sürmek…

Ama ben başka bir yoldan gitmeyi önereceğim: Ne demektir “medeniyet dili” olmak? Arınçgiller yakın zaman önce “evlad-ı Fatihân” olmakla böbürlenirlerdi. “Ceddimiz dedemiz, neslimiz babamız” cümle cihanı karşılarında diz çöktürmüşler, Hilali bir hançer gibi ehl-i salibin bağrına saplamışlar, Viyana kapılarına dek dayanıp…

Daha “rafine” sağcılar, artık işi bu kadar vulgarize etmiyorlar. Nihayetinde dün bağrına hilali sapladığımız Hıristiyan Avrupalılarla daha içli dışlılar – siyaseten ve ticareten…

Peki daha “şık” gibi duran “medeniyet dili” kostaklanması, alttan alta “evlad-ı fatihân” olma böbürlenmesinden çok mu farklı? Öyle ya, bir dilin “medeniyet dili” hâline gelmesi, ancak ve ancak ulus-devlet sınırlarını aşan bir politik çeper dahilinde konuşuluyor olmasıyla mümkündür. Bu ise klasik ya da “modern” biçimleriyle emperyal bir girişim ile mümkündür ancak. Antik çağda Latince’yi bir lingua franca kılan, Roma İmparatorluğu’nun kılıcıdır. Arapça İslâm fetihleriyle birlikte Asya içlerinden İspanya’ya dek yaygın bir alanda kullanılır olmuştur. Bugün “medeniyet dili” olmakla övünen İspanyolca, bu özelliğini Cristobal Colon ile başlayan ve on milyonlarca Amerikan yerlisinin yaşamına ya da boyunduruk altına alınmasına malolan alçakça bir fetih ve sömürgecilik serüvenine borçludur. Bir başka “medeniyet dili”, İngilizce bir yandan soğukkanlı ve acımasız bir sömürgecilik girişiminin, diğer yanda da XX. yüzyıl boyunca tüm dünyaya kök söktüren ABD emperyalizminin sultasına borçludur yaygınlığını. Fransızca’nın Afrikalı’ya “medeniyet”i nasıl öğrettiğini ise Franz Fanon’dan ya da “Hepimiz katiliz!” diye haykıran Jean Paul Sartre’dan öğrenmek mümkün.

Şu hâlde, “medeniyet dili”ne sahip olmakla övünmek, atalarının emperyal/ist serüvenleriyle iftihar etmekle bitişik bir edim. Yani fethedilen yüzbinlerin katledilmesi, yerlerinden-yurtlarından sürülmesi, haraca bağlanması, yabancı bir boyunduruğa zorlanması, kadınlarına, çocuklarına el konulması, doğalarının tahrip edilmesi, kaynaklarının metropollere akıtılması, yerli halkın demir yumrukla disipline edilmesi, yani “medeniyet”i mümkün kılan bir dizi edimle iftihar etmek…

Hayır bu, bizim işimiz olamaz. Biz bugün birlikte “madunların dilleri”nden söz edeceğiz. Yenik düşmüşlerin, ezilmişlerin, fethedilmişlerin aşağılanan, yok sayılan, unutulmaya mahkûm kılınan dillerden… Ya da “medeniyet dilleri” olma savındaki ulusal dillerin sömürgeleştirdiği ve sürekli olarak saçaklara iterek marjinalleştirdiği “yerel diller”den.

* * *

“Burası Tevfik Esenç’in mezarıdır. O Ubıhça’yı konuşan son kişiydi.”

Yeryüzünde Ubıhça olarak anımsanan dilin son konuşmacısı Tevfik Esenç’in 1984’te yazdırdığı bu cümle, 1992’den bu yana, hem 88 yaşında yaşamını yitiren Esenç’in, hem de Ubıhça’nın Manyas’ın Hacıosman köyü mezarlığındaki kabrinin başucundaki mezar taşının üzerinde duruyor.

1900’lerin son onyılları, yalnızca Ubıhça’nın yok oluşuna sahne olmadı. Roscinda Nolasquez, 1987’de 94 yaşında California’da öldüğünde, Kupenyo dili de onunla birlikte yok olmuştu. Vapo dili de 1990’da Laura Somersal ile birlikte gömüldü.

Ubıhça, Kupenyo ve Vapo’dan önce de, Avustralya’nın Kuzey Queensland’ında Mbabram dili, annesini yitirdikten sonra bu dili konuşabileceği kimseyi bulamayan Arthur Bennett ile birlikte 1972’de tarihe karışmış, 1974’te Man Adalı Ned Maddrell ölürken yanında eski Man dilini de götürmüştü…[4]

Meksika’da Chiapas eyaletinde sadece yetmişbeş yaşlının konuştuğu Mocho dili ise, ölümünü beklerken, birkaç bin kilometre kuzeydeki Ohio’da, dil enstitülerinde şimdiden “mumyalanıyor.”[5]

Bilinen dünya dillerinin yaklaşık yarısı, son 500 yıl içerisinde yitip gitti. Bugüne kadar gelebilmiş olan yaklaşık 6700 dilin beşbininin ise, bir iki kuşak içerisinde yitip gideceği hesaplanıyor. 1950-1970 yılları arasında “her yıl yaklaşık elli dil öldü; 1950’de hâlâ konuşulan dillerin yarısı da sadece doktora tezlerine konu olmak üzere hayatta kaldı.”[6] Bu “tükenme” süreci, bugün de bütün hızıyla sürmekte: yeryüzü, iki haftada bir dillerinden birini yitiriyor.

Günümüzde dünya nüfusunun yüzde 96’sı yeryüzünde hâlen konuşulan 6 700 dilin yüzde 4’üyle iletişim kuruyor. Bir başka deyişle, dünyanın dilsel zenginliğini muhafaza edenler, dünya nüfusunun sadece yüzde dördü.[7] Bunların çoğu ise, yeryüzünün marjinalleştirilmiş bölgelerine sıkışıp kalmış durumda,[8] dev “modernleşme” dalgaları karşısında tutunmaya çalışan küçücük halk adacıklarından oluşuyor. Genç kuşakları ulusal eğitim sistemleri ya da ABD patentli tüketimcilik ideolojisi tarafından massedilip, “medeniyetin dilleri”ne doğru firar ederken, onlar bu insanlık hazinesini umutsuz bir inatla muhafaza ediyorlar.

Dil ölümleri yalnızca dünyanın ücra köşelerinde, büyük bir hızla “ulus-devlet”lerine ya da “dünya sistemi”ne entegre edilirken kültürel dağarcıkları ve pratikleriyle birlikte dillerini de unutan “medenîleşmiş” yerli toplumları arasında olagelmiyor. Refah ve eğitim standartları dünya ortalamasını katlayan Kuzey Amerika ve Avrupa, tam bir “dil mezarlığı” görüntüsü arz etmekte. Bu coğrafyalarda yaşamış dillerin yalnızca yüzde biri kullanılıyor! Okur-yazarlık yaygınlaştıkça, eğitim düzeyi yükseldikçe, çarpıcı bir biçimde, yerel dillerin kırımı da hızlanıyor[9]

Manx ve Cornish, Britanya’da yitip gitmiş ve diriltilmeye çalışılan dillerden ikisi. Welsh, Brythonic, İrlanda Gaelic’i ve İskoç Gaelic’i ise şu an sun’i teneffüste.[10]

Bourguignon-Morvandiau, Lorrain, Picard, Poitevin, Saintongeais, Angevin, Mayennais gibi Oïl dilleri, Vivaroalpenc, Auvegnat, Landese, Limousin gibi Occitan dilleri, Forèzien, Bressan, Dauphinois, Savoyard gibi Franco-Provençal diller ise Fransa’nın can çekişen ya da çoktan tarihe karışmış dilleri.

Gelelim bu topraklara, yani Anadolu’ya… Bir SIL (Summer Institute for Language) projesi olan Etnolog: Dünya Dilleri dizisinde Paul M. Lewis’in derlediği Türkiye verileri, Anadolu’da hâlen hayatta olan dillerin dökümünü şöyle vermekte:

Avrupa: Arnavutça (15 000 kişi), Ermenice (40 000 kişi), Gagavuzca (327 000), Bulgarca (300 000), Domari (Ortadoğu Romani 28 500), Rumca (4000), Ladino (8000), Pontusça (4540), Balkan Romani (25 000), Sırpça (20 000), Tatarca, Ubıhça (yok oldu).[11]

Asya: Abaza (10 000), Abhaz (4000), Adige (278 000), Arapça (400 000), Güney Azerî (530 000), Kırım Tatarcası (2000), Dimili ya da (Güney) Zazaki (1 milyon), Gürcüce (40 000), Hertevin (1000), Kabartay (1 milyon), Kazak (600), Kırmancki (Dersimce, Güney Zazaki) (140 000), Kumuk (birkaç köy), Kürtçe (kuzey; Kurmanc), Kırgızca (1140), Lazca (30 000), Osetin, Asurice (tükendi), Türkçe, Türkmence (920), Turoyo (Süryanice, 3000), Uygurca (500), Güney Özbek (1980), Zazaca.[12]

Göçmen diller: Asurî neo-Aramîce, Çeçence (8000), Dargwa, Lak (300), Lezgi (1 200), Mezopotamya Arapçası (100 000), Kuzey Levanten Arapça (500 000), Kuzey Özbekçe, Batı Farsî.[13]

Bu dillerin büyük bölümünün Bülent Arınç’ın “medeniyet dili” Türkçe’nin karşısında yitip gitmeye mahkûm olduğunu belirtmeye gerek var mı?

* * *

Oysa dilbilimciler, antropologlar ve yeryüzünün kültürel çeşitliliğiyle ilgili herkes bilir ki her dil bir kültürel evreni gizler bağrında. Derinlerinde ortak bir “evrensel gramer”i paylaşıyor olabilirler, Chomsky’nin belirttiği gibi. Ama her biri, kendilerini üreten ve yaşatan halkın/halkların deneyim dağarcığını, dünyaya bakışını, sınıflandırma sistemlerini, çevrelerindeki süregenliği nasıl ayrıştırıp ve adlandırdıklarını, ama aynı zamanda masallarını, mitoslarını, tarihlerini, türkülerini barındırır. Diller olmaksızın, yeryüzü çeşitliliğinin ayırtına varmamız olanaksızdır. Örneğin ancak Türkik diller bize atın “donları”nın çeşitliliği konusunda bir nosyon verebilecektir. Bu bab’da Salim Küçük, Gülden Sağol’un çalışmasında saptadığı 44 at donunu sıralar: ak, akçaIagca, al, ala, alaça, az, ak az, beyaz/ala beyaz, boz, ak boz, temir boz, çal, çapar, çil, çilgü, egir/eygir, kara, kır, demir kır, kızgıl, kızıl, sızılsagı, kongur, kök, kökiş, kuba, kula, kızıl kula, kuru kula, kül levünlü/kara kül levünlü, or, sarıg, sıçan tüli, sis, taz, tıg, torug, hurmayı torı, yagız, az yagız, kara yagız, yaşıl, yegren…[14]

Buna karşın, örneğin denizle içli dışlı yaşayan Tahitililer yüzlerce balık tür ve çeşidini bir solukta sayabilir, dahası, insanları balık davranışları doğrultusunda sınıflandırabilirler… Kuzey Kutup bölgelerinde yaşayan Samiler (Laponlar) ise 0-6 ay, 6 ay-1 yaş, 1-1.5 yaş, 1.5-2 yaş, 2.-2.5 yaş. vb. erkek ve dişi rengeyiklerini ayrı adlarla adlandırmaktadır. Samiler rengeyiklerini ayrıca “donları”na, boynuzlarının biçimine, ayaklarına, huylarına göre de sınıflandırırlar. Samiler yanı sıra, bizim kar deyip geçtiğimiz için de zengin bir terminolojinin sahibidirler: čahki, örneğin, “sert kartopu”nu, geardni “ince kar tabakası”nı; gaska-geardi, “kar tabakası”nı; gaska-skárta “sert kar tabakası”nı; goahpálat “karın yoğun yağıp şeylere yapıştığı kar fırtınası”nı; guoldu “rüzgârın şiddetli olmadığı ama yoğun kırağı yağdığında yerden yukarı doğru havalanan kar”ı vb. vb. tanımlar.[15]

Ya da Mikronezya dillerinden Kiribati’de sayılar 66 farklı tarzda sınıflandırılabilmektedir. Veya Hopi dilinde zaman, Batı dillerinden çok farklı biçimde kavramsallaştırılmaktadır: tezahür eden ve tezahür olan. İlki duyumlar aracılığıyla deneyimlenen fiziksel evreni, geçmişi ve şimdiki zamanı içerirken, ikincisi ise akılda varolanı (biaztihi Kozmosu, aklı ve ‘gelecek zaman’ olarak tanımlanabilecek kipi) içerir.

Bu örnekleri sonsuz ölçüde çeşitlendirebiliriz. Ve örnekler çoğaldıkça dillerin yitip gitmesinin nasıl bir kültürel kıyım (ethnocide) olduğu daha iyi çıkar ortaya.

* * *

Peki neden ölüyor diller? Öncelikle, yerel dilleri konuşan halklar bünyelerinde yer aldıkları sömürge imparatorlukları ya da ulus-devletlerin asimilasyon girişimlerine hedef oldukları için. “Medeniyet dairesi”ne dahil olmak için durağan, geri kalmış batıl adetlerini ve de tabii dillerini terk etmeleri gerektiği anlatılıyor onlara. Geçmişte sömürge imparatorluklarının yaptığı gibi ulus devletler de kimi zaman bu asimilatif politikaları zorla uyguluyorlar: sürgünler, demografik mühendislik uygulamaları, kamusal alanda tek dil dayatmaları, yalnızca resmî dilin konuşulduğu eğitim sistemleri, yerel dillerde yayıncılığın engellenmesi, çocukların zorla ailelerinden kopartılarak devlet kurumlarına teslim edilmesi…

Ancak “modernite” (ya da dilerseniz daha kapsamlı bir kavrama başvurup, “medeniyet” diyelim) salt baskı araçlarıyla dayatmıyor kendini. Aynı zamanda kendi üstünlüğü, hatta biricikliği, alternatifsizliğine ilişkin hegemonik ideolojileri de üretip yaygınlaştırabileceği araçlara sahip. Böylelikle “mağlupların”/mağdurların zihinlerini ele geçirebiliyor. Madunun egemene tek yanlı hayranlığı, onunla özdeşleşebilme arzusu, kendisine ait her şeyi geri, köhne, işlevsiz, geçersiz saymasına yol açıyor. Refahı, zenginliği, ilerlemeyi, teknolojiyi, gücü temsil eden egemen, madunun gözünde değer kazanırken, aynı zamanda kendine ait herşey değersizleşiyor: dili dahil.

Kapitalist sistemin yeryüzünün her bir bucağına nüfuz ederek tekil bir piyasaya eklemlemesi girişimi olarak tanımlayabileceğimiz neo-liberal siyasaların bu süreci hızlandırdığını vurgulamaya gerek var mı?

* * *

Oysa (ana)dil, insanın içine doğduğu, yerleştiği, tekniksiz-teklifsiz bellediği, içselleştirdiği, “doğası”na kattığı/“doğallaştırdığı” bir iklimdir. Bu nedenledir ki bireyin “özgün bir yetisi” gibi ona içkinleşir. [Oysa, Chomsky’nin izinden giderek vurgulayacak olursak dil öğrenme kapasitesi insana içkin bir yeti iken, her bir özgül dil, (büyük ölçüde) kültüreldir ve kültürün bireye aktarımını olanaklı kılan en önemli kanaldır.] Ancak dili “doğal” bir parçamız saymamıza olanak sağlayan etmenler sayesindedir ki, kültürü(müz)ü de “natura”mızın bir parçası sayarız.

Anadilin (egemen dil karşısında) değer yitimine uğraması, bu nedenledir ki, başka hiçbir ideolojik etmen olmasa da, kültürün değersizleş(tiril)mesini getirir.

Bunun için, diller yitip gittikçe, deneyimlerimiz tektipleşmekte, doğal ve insanî çevremize ilişkin kavrayışımız kısırlaşmakta, tekil bir egemenlik tarzı karşısında alternatifleri yitirmekte, giderek bir tekkültürlülük cenderesine mahkûm kılınmaktadır.

Bu “tekkültürlülük” “başka alternatif yok/there is no alternatif (TINA)” dayatmasıyla Kuzey emperyalizminin yoksul ve çeşitli Güney’e dayattığı (neo-liberal) piyasa ekonomisi, yani kapitalizm olduğu ölçüde, kültürel çeşitlilik, dolayısıyla da dillerin yaşaması ve kendilerini kendi özgür iradeleri doğrultusunda geliştirme hakları için mücadele, küresel kapitalizme karşı mücadelenin aslî bir veçhesidir.

 

11 Şubat 2012 10:42:48, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 19 Şubat 2012 tarihinde “Halkların Anayasası” bileşenlerinin düzenlediği “Anadil ve Halklar” başlıklı Forumda yapılan konuşma…

[2] Hz. Muhammed.

[3] “Dil yüreğin kapısıdır.” (Laz (Megrel) Atasözü.)

[4] Daniel Nettle ve Suzanne Romaine (2002), Kaybolan Sesler. Dünya Dillerinin Yokoluş Süreci. Oğlak Bilimsel Kitaplar, ss.16-17.

[5] Madhu Suri Prakash, Gustavo Esteva (1998), Escaping Education, Living as Learning within Grassroot Cultures, Peter Lang, 8.

[6] Ivan Illich (1977). Towards a History of Needs.Berkeley: Heyday Books, s.7.

[7] Peter K. Austin (2006). Survival of Languages.Twentyfirst Annual Darwin College Lecture Series, Lecture 3. http://www.hrelp.org/aboutus/staff/peter_austin/AustinDarwinLecture.pdf.

[8] Örneğin, dünya dillerinden 427’si Nijerya’da, 270’i Kamerun’da, 210’u Zaire’de, 73’ü Fildişi Kıyıları’nde, 43’ü Togo’da, 72’si Gana’da, 51’i Benin’de, 131’i Tanzanya’da, 380’i Hindistan’da, 86’sı Vietnam’da, 92’si Laos’ta, 160’ı Filipinler’de, 137’si Malezya’da, 670’i Endonezya’da, 860’ı Papua Yeni Gine’de, 105’i Vanuatu’da, 66’sı Solomon Adaları’nda, 250’si Avustralya’da, 240’ı Meksika’da, 210’u Meksika’da… bir başka deyişle, “bütün dillerin yüzde 70’inden fazlası, dünyanın en yoksul ülkelerinden kimilerinin de içinde olduğu topu topu 20 ulusal devlette konuşulmaktadır.” Nettle ve Romaine, agy. s.64.

[9] Bkz. Wolfgang Sachs, (der.) (2008) Kalkınma Sözlüğü, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Basın-Yayın, Dağıtım, Ankara.

[10] Bu dilleri “kurtarma” çabaları için bkz. Enlli Môn Thomas and Virginia C. Mueller Gathercole, (2005) “Minority Language Survival: Obsolescence or Survival for Welsh in the Face of English Dominance?” Proceedings of the 4th International Symposium on Bilingualism, ed. James Cohen, Kara T. McAlister, Kellie Rolstad, and Jeff MacSwan, MA: Cascadilla Press.

[11] “Languages of Turkey (Europe), http://www.ethnologue.org/show_country.asp?name=TRE

[12] “Languages of Turkey (Asia)”, http://www.ethnologue.org/show_country.asp?name=TRA

[13] “Languages of Turkey (Asia)”, http://www.ethnologue.org/show_country.asp?name=TRA

[14] Salim Küçük, “Türk Kültüründe Donlarına Göre Atlara Verilen Adlar Ve Nişanları”, Turkish Studies,c.4/8, Güz 2009, s.1832.

[15] Ole Henrik Magga, “Diversity in Saami terminology for reindeer and snow”, http://www.arcticlanguages.com/papers/Magga_Reindeer_and_Snow.pdf

 

Comments are closed.